top of page

Bir çığlığın tezahürleri


Mu Tunç’un Arada filmi 6 Haziran’da MAD (New York Sanat ve Tasarım Müzesi), 9 Haziran’da ise PhiloMOCA’da (Philadelphia Çağdaş Sanat Müzesi) gösterildi. İlker Cihan Biner, Arada filminden yola çıkarak punk'a ve onun yarattığı etkin duygulara odaklandı.

952 kelime

0. Durum

Kısacası mutsuzuz. Başımız belada. Hareketlerimiz istemediğimiz yönlere doğru akıyor. Hatta kimimiz nereye gittiğini dahi bilmiyor. Soluk alıp verirken geleceğin karanlığı kapımızda beliriyor. Başta para kazanma derdi olmak üzere gündelik yaşamlarımızın akışına işlenmiş tonlarca sorunla boğuşuyoruz. İçinde yaşadığımız kalabalığın kaosu bizi içine çekiyor. Hâl-i pürmelalimizi değiştirmeyi kim istemez? O halde dayanma gücünü elde edebilmeli, enseyi karartmadan şimdi neredeyiz sorusunu sorabilmeliyiz. Duygularımızı etkin yönde örgütlemenin zamanı geldi de geçiyor bile.

1. Eşikler

Toplum; eşiklerden, geçitlerden oluşan açık bir saha olma özelliği taşıyor. Alana girebilmek için pin koduna veya şifrelere ihtiyacımız var. Tarihsel olarak baktığımızda da, daima kitleleri “düzleştirmeye” yönelik bir çaba olduğu görülür. Normal/anormal gerilimiyle bedenler yönetilir. Örnek bir yurttaş değilseniz ıslah edilme ya da ölüm gibi cezalar belirir. Bu durumun devam etmediğini iddia edemeyiz. Geleneksel iktidar diyebileceğimiz ve disiplin olarak adlandırabileceğimiz düzenekler günümüzde hız kesmeden devam ediyor. Bilhassa mizojini, ırkçılık, göçmen düşmanlığına yönelen disiplin mekanizması son sürat işlevini yerine getiriyor. Lakin kapitalizmin boyut değiştirmesi ve esnekleşmesiyle birlikte yeni uygulamaların ortaya çıktığını da görüyoruz. Banka kartlarımızın şifresi, cep telefonlarımızın pin kodları, aldığımız yiyecek ve giyeceklerin barkodları, borçlarımızın kaydedilmesi ve yer yer şehirde dolaşırken karşılaştığımız GBT uygulamaları…

Eklememiz gereken daha onlarca işlem olduğunu belirtmenin yanında tüm bu damgalama olguları toplumsal manzarayla iç içe geçiyor. Mikro iktidarlar denetimin kendisine dönüşüyor. En ufak detaylarla ilgilenir hale geliyor. Bir hatırlatmayı da belirtmek gerek: İktidar mekanizmalarının mahal ile doğrudan ilişkisi oluyor. Her coğrafi bölgede farklı uygulamalar gerçekleşiyor. Yani işlemlerin her sahada değişiklik gösterdiğini vurgulayalım. Özetle; bu çok katmanlı işleyiş yaşamlarımızı çepeçevre sararken doğrudan duygu durumlarımızı kontrol altına alıyor. Hayatımız kısıtlamalar, zorlamalar, denetimlerle geçiyor.

Ama bir an olsun olumsuz manzaranın dışına çıkabiliriz. Bize sınır gözüken o çizgiyi bükerek, saptırarak yola çıktığımızda tuhaf belirsizlikler yumağı önümüze gelir. Boşluklarla yüz yüze oluşumuz bizlere bir şey söylemeye başlar. Önümüzde manevra yapabileceğimiz alanlar oluşur. Artık denemek, çabalamak bir fırsat değil midir? Köşeye sıkıştığımız hissini rafa kaldırır ve özgürlük derecelerini düşünmeye koyuluruz.

Şimdi bu sahayı biraz daha açıp aradalığın güzellemesine girişebiliriz.

Afiş tasarımı: Berkcan Okar

2. Arada bedenler

Mu Tunç’un çektiği Arada filmi özgürlük yolunun kendisiyle ilişkileniyor. Öncelikle eser hikâye olarak 90’ların başında geçiyormuş hissi uyandırıyor. Başlarken 1992’de gerçekleşen Bryan Adams konserinin posterlerini görüyoruz, karakterlerden biri bu etkinliğe gitme planları yapıyor. Lakin filmin geçtiği zamanı hemen kodlamamamız lazım. Zira eser, kendi vaktini yaratan bir imge çeşitliliğine sahip. Görüntülerin hızının değişik yönlere saptığı düzlemde mekânlar hem bugünü hem de dünü kapsayarak gelişiyor. 90’lar İstanbul’u ile şimdinin büyük şehrinden görüntüler birbirine düğümleniyor.

Kente dair görünmeyen, kısıtlanmış her ne varsa, filmde su yüzüne çıkmaya çalışıyor. Tüm bu çarpıcı görsel skala, esere dair duygulanımsal bir ekoloji yaratıyor. Öyle ki; kentin ara sokaklarında isyanın seslerinden birine dönüşen punk müziği çalışmanın merkezinde duruyor. Esere yayılan müzikal izler bizlere, doğrudan “bu punk bir film” dedirtebilir. Haklı da olabiliriz. Fakat reddedişin yarattığı duygu politikasını pas geçemeyiz. Nitekim başkaldırıyla vuku bulan punk yalnızca Sex Pistols, The Clash veya günümüzde de var olan yeraltı gruplarından, ya da bir giyim-kuşam tarzından ibaret olamaz. Punk, eleştirel bağlamda güçlü bir dinamizmi içerir. Binaenaleyh çığlıkları, tekmeleri mikro bağlamda yerleşen her farklı sınırı bükme eğilimi taşır.

Karakterlere bakacak olursak; filmde iki farklı kişinin duygu dünyası bir gerilime işaret ediyor. Burak Deniz’in oynadığı Ozan karakteri nihilist özelliklere bürünürken, Büşra Develi'nin canlandırdığı Lara daha yaratıcı görülere sahip olma niteliği taşıyor. Eserin başında baba ve oğul kavgaları göze çarpıyor. Ozan'ın babasıyla giriştiği çatışmadan evin düzeniyle de problemleri olduğunu anlıyoruz. Onun için tek dert Türkiye'yi terk edememek. Punk duruşunun sonuç vermemesini her fırsatta memleketin durumuna bağlamakta ısrar ediyor. Hıncı, karakterin hayatında tıkanmalara yol açıyor.

Bir lunapark sahnesinde gökyüzünü sevgilisiyle birlikte izleyen Ozan, uçan kuşlara dair şöyle bir bakış geliştiriyor: "Uçmak onlar için ölüm değil mi? Hayatları vakum gibi. Nerede başlayıp nerede biteceği çok belli. Hep aynı yerdeler.”

Oysa kuşların uçması canlılıklarının belirtisidir. Öyle nefes alırlar ve çoğu kuş da göçebedir. Ozan kendi iç dünyasındaki imkânsızlıkları kuşların üzerine boca ederken hiçlik duvarına tosluyor. Lara filmin başka bir yerinde tarihi kalıntılara bakarken “Şehrin görüntüsü gerçeküstü mü?” diyerek düşüncelere dalıyor. Anında İstanbul’un pek çok tarihi yeri art arda hızlı bir kurguyla sıralanıyor. Yani dikkat çekilmesi gereken esas mesele bakışta düğümleniyor. Lara’nın perspektifinin estetik görünümü, Ozan’dan farklı olarak, gördüğü şeyi değiştirme kudretini barındırıyor.

Filmin bir diğer ayrıntısı bilet mevzusunda kilitleniyor. Ozan’ın plak dükkânı sahibi olan bir arkadaşı ona Kaliforniya’ya gidecek geminin biletinden bahsediyor. Yapıt, esasında alınan bu haberin yarattığı eylemlilik etrafında dönüyor. Gemiye binip kaçmak için bilete ulaşmak zorunda kalan Ozan ve Lara, İstanbul’un birbirinden farklı semtlerinde koşuşturuyorlar. Her sahne sokak aralarını, yıkıntı binaları, yeraltı kulüplerini göstererek büyük şehirdeki kayıp yerleri kayda geçiriyor.

Tabii Ozan karakterini yalnızca bir nihilist olarak nitelemek de doğru olmaz. Özellikle filmin sonlarına doğru biletin mafya örgütünde olduğunu öğrenen ikili, onlardan bileti alıp kaçtıktan sonra soluğu bir punk barda alıyor. İşte Ozan orada sahneye çıkarak üzerimize sinen iktidar mekanizmalarını şiirsel biçimde bağırarak görünür kılıyor: “Sana soruyorum? / Sadece baskı birikiyor / Ama akacak hiçbir yer yok / Beynime beton dökülüyormuş gibi / Beton üstüne beton / Beynimde boş yer yok / Ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın / Onu taşımak zorundasın / Sana soruyorum? / Öyle hissetmiyor musun? / Uyum sağlamamı istiyorlar / Ufacık hale getirip rafa kaldırıp istiyorlar / Seni betona çevirip başkasının beynine dökmek istiyorlar / Hissediyor musun?”

Kelimelerin diziliminden fark edilecektir ki; Ozan’ın çığlıkları direnişin soluk alıp vermesiyle ilişkileniyor. Sınırlar dayandıkça onu bükme, saptırma arzusu kabarıyor ve kocaman bir gürültüye dönüşüyor.

Ve ikili İstanbul manzarasının keşmekeşliğinden sıyrılarak sonunda gemiye varıyor. Ozan binme isteğini dillendirirken Lara’nın cümlesi olayı daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor: “Müziğin nerede yapıldığı değil, ruhun nerede olduğu önemli.”

Son olarak yönetmen Mu Tunç’a selam çakarak Jean Genet’nin cümleleriyle bitirelim: “Dünyayı tek başıma değiştiremezdim. Onu ancak bozabilir, biraz yoldan çıkartabilirdim.”

bottom of page