Bir arada tutma yöntemi olarak şiir
- Anı Ekin Özdemir
- 38 dakika önce
- 8 dakikada okunur
Bağımsız yazar ve sanatçı Zeynep Yılmaz'ın ilk şiir kitabı veya tutkal zaten stüdyo'nun tasarımıyla yayımlandı. Yılmaz’la kitabı vesilesiyle yazma eyleminin kişisel, politik ve ilişkisel katmanları hakkında konuştuk
Röportaj: Anı Ekin Özdemir

Zeynep Yılmaz. Fotoğraf: zaten stüdyo & Beyza Bayrak
Zeynep Yılmaz, veya tutkal’ı 2022'nin sonuna doğru İstanbul'a dönmesi ve Türkçenin yeniden gündelik hayatına girmesi ile birlikte kabaca iki seneyi kapsayan bir süre zarfında yazdığı şiirleri bir araya getirerek 2025 Mart ayında bağımsız bir ekiple yayınladı.
Baskı süreçlerine, kitabın hem içerik yolculuğu hem de yayın ve tasarım süreçlerine dair daha çok detay SAHA Studio’daki lansman konuşmasında mevcut.
Zeynep Yılmaz’ın yazdığı, tasarım, dizgi ve baskı süreçlerini İrem Yıldırım ve Rana İncesoy’un zaten stüdyo bünyesinde yürüttüğü ve tam ismiyle,
Ayağım kaydı düşmedim,
kenara tutunmuştum itilmedim:
atlamadım yanmadım ağlamadım,
siz bana bakmayın ben de anlatamadım
veya tutkal
shopier’de ve 12 tane bağımsız kitapçıda satışta, kitap üzerinden, çevresinden, altından, üstünden dönen sohbetimiz aşağıda...

Zeynep Yılmaz, veya tutkal, 2025. Editöryal tasarım: zaten stüdyo (İrem Yıldırım, rana n. incesoy) Fotoğraf: zaten stüdyo & Beyza Bayrak
Yazdığın ilk metin/veya şiir nereden ve nasıl çıkmıştı?
Bir süredir yazdığım ilk şeyleri hatırlamaya çalışıyorum. Bu vesileyle de yazma dürtümün ilk seferlerine geri dönmeye çalışıyorum aslında. Hatırlayamadığım vakitleri hatırlayabilecek insanlara soruyorum. Henüz kayda değer bir bilgi edinemedim, ne kendi hafızamdan ne de başkalarının hafızasından. Annem küçük yaştan beri günlük tuttuğumu paylaştı benimle. İlkokulda dikte derslerini çok sevdiğimi hatırlıyorum, veya edebiyat hocalarımızın bir deneme konusuyla derse geldiği ve sınıfa yazı yazdırdığı günleri. Liseden bir arkadaşım bir süre önce, derste bizim evde pişen bir makarna tarifi etrafında yazdığım ve sonrasında sınıfla paylaştığım kısa denemeyi etkileyici bulduğunu söylemişti, şimdi hatırladım. Mevzunun benim için belki de her zaman için gündelik ufak meselelerde gizli duyguları açmak olduğunu da yeni yeni görebiliyorum. Romantik bir cevap vermem gerekirse: Kopyalama, yeniden yazma, bir sınırlama içinde yazma eylemlerini, içeriği fark etmeksizin, kalemin kâğıda sürtünmesini ve kâğıtta beliren karakterlerin ve anlamların dünyasını sanırım çok seviyordum hep. Okul yapılarının içindeki var oluşum, yazma konularını dışarıdan alma halindeyken, sonraları konuları kendim yaratabilme, hakkında yazmak istediğim konuları sahiplenebilme gibi refleksleri edinme hikâyesine dönüştü. Artık kimse ne hakkında yazmam gerektiğini söylemeyecekti, benim ne söylemek istediğimi kendim bulmam gerekiyordu.
Fakat yazma işini ciddiye alarak ve düzenli olarak yapmaya ilk başladığım vakte dair şunları söyleyebilirim: Hayatımda beni dönüştüren kişiler ve olaylar vesilesiyle sahiplendiğim ve üzerine gittiğim bir ilişki oldu yazıyla kurduğum. Bugüne değin hâlâ üzerimde etkisini hissettiğim şey, insanın kendininkine benzer eylemleri icra eden ve itkilerinin kilitlerini açan ilişkilenmeler etrafında kendi arzularını ve çeşitli yönlerini de daha rahat dökebiliyor olması (community hissi, önünde bir örnek, sana verilen veya en nihayetinde kendin yarattığın bir alan olması…) Sanırım bu durum, bir nevi var oluş için onay bekleme haline de işaret edebiliyor . Yaptığım şeyin böyle onaylardan geçemeyecek kadar biricik ve önemli oluşunu anlamam da sürecin bir başka adımı oldu benim için. Kendime dair neyi fark ettiysem onu hikâyeleştirdim. Dolayısıyla ilk yazdıklarım, ben nerede bitiyorum ve öteki nerede başlıyor, veya ben nerede başlıyorum ve öteki nerede bitiyor sorularına bulmaya çalıştığım cevaplar eksenindeymiş. Öncesinde de yazıyor olmama rağmen 2021 yılında adını öyle koyarak ilk şiir antolojimi İnternet sitemde yayınladım. Birinin yokluğuyla baş etmeye çalıştığım bir süreçte yazmıştım bu şiirleri.
Özellikle yazma işini ciddiye almaktan bahsettiğin kısım bana bir sürü şey düşündürüyor. Hepsinden önce biraz kendini ciddiye almayı, duyguları, dikkat ettiğin minik hareketleri, tarifleri, kelimeleri. Bir yandan da kendini ciddiye almak, ortaya bir şey koymak için illa entelektüelleştirmek, bir filtreden geçirmek gerekmediğini farkına varmak. Bunları takiben confessional writing hakkında hislerini sormak isterim, bir pratik ve tür olarak hem bahsettiklerin hlem de senden okuduklarım bana bu eksende çalışan belli yazar ve sanatçıları düşündürdü.
Sen confessional writing diyene kadar yaptığım şeyin böyle bir şey olup olmadığını daha önce düşünmemiştim. Duyunca yakın geldi. İnsanın en temelde kendine bir şeyleri itiraf edebilmesinin önemine inandığımdan, ister istemez yazdıklarımın da kendimle ve okurla bu şekilde konuşan bir yanı var sanırım. Tabii itiraflarımın en ham halleri nadiren kendilerini metinlerin veya şiirlerin içinde yerini direkt buluyor. Onun dışında o sıralar itirafında, etrafında, farkında olduğum şeyler başka filtrelerden ve süreçlerden geçerek ve başka imgelerle buluşarak metinlerimdeki veya şiirlerimdeki hallerine dönüşüyor. Ben ve ötekinin dengeleri değiştikçe (hayat boyu gerçekleşecek olan o değişim), yazdıklarım da değişiyor, ama baktığım yer veya temelde anlamaya çalıştığım şeyler belki çok da değişmiyor, yalnızca ifadeleri dönüşüyor ve çeşitleniyor. Buna tanıklık etmek ve ettirmek hoşuma gidiyor. Sevdiğim yazarların ve şairlerin de bunu yaptığına inanıyorum, hepimizde olan dönüşümlere işaret ettiklerine, var olma, kabullenme ve direnme mekanizmalarını açık ettiklerinde, ve dolayısıyla okurda bunların karşılığı olan yerleri dürtüklediklerine.
Yakın zamanda yayınlanacak bir metnimde de şöyle bir cümle var: “Şimdi yazarlar hiç utanç duymadığı için mi yoksa bilakis bazen herkesin yerine fazladan utandıkları için mi yazarlar diye düşünüyorum.”
Zeynep Yılmaz, veya tutkal, 2025. Editöryal tasarım: zaten stüdyo (İrem Yıldırım, rana n. incesoy) Fotoğraf: zaten stüdyo & Beyza Bayrak
Bu ilişkilenmeler bana geçenlerde okuduğum bir alıntıyı düşündürdü: "Sanatçıların dünyayı algılama biçimi kamusaldır, herkesin erişimine açıktır ve uzun süreli bir kaynak haline gelebilir. Dünyanın bir detayına dikkat eden iki kişi bir toplumu oluşturur ve onların önemli bulduğu nesne anlamsızlıktan sembole dönüşür. Sanat her zaman ilgisizliğin dikkatle yer değiştirmesi demektir.” (Mary Overlie, Haley Nahman'ın blog yazısından) Bunu takiben, sanatçı ve yazar ayrımı konusunda nasıl hissediyorsun? Kendini nasıl tanımlıyorsun? Veya ne fark eder ki, her eylemin ve pratiğin birbirini tamamlıyorken, sürekli ötekinin etkisiyle değişiyorken. Bir şeyleri sınıflandırma, tanımlama, entelektüelleştirme patriyarkal bir alışkanlık değil mi günün sonunda?
Sorularının birbirini takip eden temalarda genişlemesi çok hoşuma gitti. İtiraflardan ve utanç hissinden bahsettikten sonra patriyarkal / ataerkil diskurun karşısında konumlanan duruşumdan bir şeylere girmek yerinde olacak. Kadın+ ve lubunyalar olarak utancın kaynağını, utancın çehresini iyi tanıdığımızı düşünüyorum. Ve belki de zaten ortak utançları yenmek üzerinden bir dayanışma ve ifade dünyası kuruyoruz. Kitabı beraber yaptığımız, zaten stüdyo’yu oluşturan arkadaşlarım İrem Yıldırım ve Rana İncesoy ile de kendi hayatlarımızın içindeki özneler olarak ortak paydalar taşıyoruz. Hepimizin profesyonel ve kişisel bağlamlarımızda geliştirdiğimiz baş etme mekanizmaları farklı olsa bile, veya tutkal’da da olduğu gibi, hikayelerini yakın bulduğum ve dolayısıyla benzer manevra alanlarında genişleyen insanlarla çalışmaya hem çekiliyor, hem de bunu önceliklendiriyorum. Bu, pratiğimin başından beri iş birliği içinde olduğum çoğu kişi için geçerli. Kervanı yolda düzdüğümüz gibi, yolun kendisinde olanlar da anlatılarımın materyali oluyor. Dolayısıyla yazı mevzusunda da, başlangıçtaki halinde anlattığım “ilişkisellik” arayışı değişmedi, sadece şekil değiştirmeye devam ediyor, değişen koşullar ve ihtiyaçlar doğrultusunda.
Teorik lisans eğitimimi Avrupa’da aldığım ve pratiğimi de orada tanımaya başladığım için politik söylem veya iş üretme anlayışım belki daha dar ve steril bir anlayışla sınırlıydı. Kuir feminist söylemler üretmek veya kuir feminist bir yerden yazmak, ancak kör göze parmak bir aktivizm yapmakla sanki mümkündü. Fakat 2022 Ekim’de İstanbul’a geri gelmemle birlikte hayata baktığım yerin, baktığım yerden söylemek istediklerimin içkin olarak politik olduğunu anladım ve kabul ettim. Bu konudaki direncimi kırmak bana çok iyi geldi. Kişisel olan tabii ki politikti; ve bunu nasıl yaptığımı anlamaya çalışıyordum. En temelde belki de bir sayıklama halinde olmak, bir itiraf halinde olmak, bir deşme ve soyma halinde olmak, bunlara ihtiyaç duymak, bu eylemlerin içindeki rahatlık ve rahatsızlıklarım, toplumdaki konumum ve kapladığım alan hakkında çok şey söylüyordu.
Yazarlığımla sanatçılığım nerede duruyor, birbirleriyle nasıl ilişkileniyor diye, dışarıdan sorular almaya başlayınca sormaya başladım ben de. Güncel sanatın içinde ürettiklerim de, çoğu zaman yazdıklarımdan geldiği için, yazıyor oluşum bana her şeyi kapsıyor gibi geliyor. Bu anlamda açık çağrılar, kurumlarla kurulan ilişkiler ve yani yaptığımız şeyleri kategorize etmemizi bizden bekleyen bağlamlar dışında, kendimdeki şeyleri ayrı tutmamaya özen gösteriyorum. Bir şeyler oradan öyle akmak istediği için aksın diye isimlendirme veya dışarının parametrelerine göre anlamlandırmaya çalışma halini olabildiğince bırakmak önemli gibi geliyor. Umarım bu konuda elimden hep daha da iyisi gelir.
Buradaki cevaplarımı oluşturacak notları alırken üzerinde oturduğum sandalyeye, kulağımda çalan piyanoya, yan masada konuşulanlara, etraftaki kedilere, köpeklere, çocuklara veya o sabah hangi gündeme uyandığımıza kayıtsız değilim. Ama hangi tarafı / kaydı da tuttuğumu her zaman bilemiyorum. Kayıtsızlığın karşısında taraflılık / yanlılık mı durur, ondan da emin değilim ama etrafımda olan biten çoğu şey hakkında bir hissim var, ve kayda değer olduğunu düşündüğüm hisleri veya kurduğum bağlantıları de yazarak işlemeye çalışıyorum - belki benim için de her daim yeni olan hisleri. Çünkü evet, bu bir attention (odak, ilgi) meselesi. Sanatçı odağını nereye çeviriyorsa orası bir anda genişlemeye başlıyor. Kitabın okuma notları başlangıcında da yazdığı gibi, ben biraz sabırsız olduğumdan odağımı çevirdiğim şeyleri genişletme halini elimin altında olan defterle ve kalemle yapıyorum basitçe. Sonrasında belki başka genişletmelere, performans, yerleştirme, diyalog kurma gibi aracılara gidiyor.
Bazı şeylere kayıtsız kalmayı da keşke daha iyi becerebilsem diye düşündüğüm anlar yaşamaya başlıyorum büyüdükçe. Belki sanatçının özünde hep çocuksu kalması, hayata karşı kayıtsızlaşma korkusundan geliyordur. Büyümenin ve hayatta kalma çabasının ittiği kayıtsızlığı pratik etmeye başladığı an, sanatçıdan eksilecek şeylerin faturasının, eylemlerine mutlaka yansıyacağını düşünüyorum. Sanatçı sanki kayıtsız olmaktan korkan kişi zaten. Belki de.
Yasemin Özcan’ın Arter’deki Islak Zemin sergisinde de yazdığı gibi, “Her şeyi hatırlamak bir tür deliliktir”. Hiçbir şeye kayıtsız kalamama hali de bir tür delilik. Sanatçı da bu delilikten çık(a)madan yine de uyum sağlamaya çalışan kişi.
Zeynep Yılmaz, veya tutkal, 2025. Editöryal tasarım: zaten stüdyo (İrem Yıldırım, rana n. incesoy) Fotoğraf: zaten stüdyo & Beyza Bayrak
Sanatın birçok değerinden biri, karmaşıklığa, çelişkiye, paradoksa ve belirsizliğe yer açmasıdır diye düşünüyorum. Günlük hayatta her şeyi daha basitçe görmeye, pek derine inmeden ilerlemeye, karmaşık olan her şeyi basite indirgemeye, keskin ve güzel cevaplar vermeye motive ediliyoruz. Sanatçı ise cevaplardan çok soruların olduğunu kabul ederek, bir şeyleri zorlamadan var oluyor sanırım, etkilere, ötekine ve ilişikilenmelere daha açık. Hep ilişkilerden ve onları takiben üretmekten bahsettik… Kitabın başlığı nereden geliyor? İmgesel olarak tutkalla ilişkin nedir?
Belirsizlikle kurduğumuz ilişki eylemlerimizi, düşüncelerimizi çok etkiliyor. Yakın zamanda gerçekleştirdiğim bir happening (olay-oluşum) vesilesiyle, pratiğimde belirsizliğe daha çok yer açmanın iyi bir fikir olabileceğini gördüm. Ortaya çıkan ürüne biz mi sürekli bir şeyler dikte ediyoruz, yoksa onun bize hayata geçerken ve geçtikten sonra bir şeyler söylemesine, bizi yönlendirmesine izin verebiliyor muyuz?
2024 Ekim-Kasım gibi kitap üzerine zaten stüdyo ile beraber çalışmaya başlamadan önce, şiirleri toparladığım dosyanın ismi “ayağım kaydı düşmedim / kenara tutunmuştum itilmedim: atlamadım yanmadım ağlamadım / siz bana bakmayın ben de anlatamadım” idi. Eğer bu dosya bir kitaba dönüşecekse, kitabın isminin bu olmasını istiyordum. Daha sonra kitaplaşma yönünde somut adımlar atmaya başladığımızda, kitabın daha kolay bir ismi olması gerektiğini kabul ettim ve bazı imgeler hakkında düşünmeye başladım. Tutkal imgesi nasıl geldi hatırlamıyorum ama daha öncesinde yakınlık kurmadığım bir imgeydi. Kitabın içi birbirine pas atan ve yer yer tekrara giren farklı farklı imgeyle doluyken, kitabın isminin kitabın içinde olan biten her şeyi daha biçimsel bir yerden kapsayan bir imge olması fikri çok hoşuma gitti. Şiirlerde de en keyif aldığım şey isimlendirmeleri oluyor sanırım. Başlı başına bir medium gibi geliyor. İçeridekileri kapsadığı hissi ise, tutkal objesinin çalışma prensibi oldu. Kendimi de bir tutkala benzettiğimi hatırlıyorum, tutkalın yapışkanlığıyla bir süre özdeşleşmenin iyi bir fikir olduğunu düşünmüştüm. Çok eğlenceliydi. Bazı kabul süreçlerime de yardımcı oldu sanırım. Kitabın uzun ismine referans versin diye isimde veya bağlacını da tutmaya karar verdik. Böylece kitabın ismi veya tutkal oldu.
Kitabın uzun isminde de ne yaptığımızın tasviri yerine ne yapmadığımızın tasvirinden gelen tezat bana çok tatlı geliyor. Kocaman bir parantez içi ünlem işareti varmış gibi sanki. Öyle yapmadığımızı, öyle olmadığımızı düşündüğümüz ne kadar da fazla şeyi öyle yapmış, öyle olmuş oluyoruz değil mi? Buradaki iç içeliğe bakmak beni harekete geçiriyor.
Kitaptaki okuma notlarından da yola çıkarak pratiğindeki yazma eylemi ve performans ilişkisini soracağım, senin için nasıl bunlar arasında dinamikler ve ilişkiler?
Yazma eyleminin her yazarda ne kadar farklı tezahür ettiğini görmek, dinlemek, öğrenmek çok ilginç oldu benim adıma. Zaman-mekâna, şimdiki ana dair bir şey olarak deneyimliyorum yazma eylemini. Dolayısıyla da içinde yuvarlandığım ve beni harekete geçiren aynı şeyler aracılığıyla metinlerimi sunma fikri doğalından gelişti. Performans ve spoken-word odağım biraz böyle doğdu sanırım. Bir de işin tonlama, ritim ve ses kısmı var. Kitabın “bazı şiirler için seslendirme notları” bölümü de bu taraflara denk geliyor. Okura bir talimat vermekten ziyade, en temelde “ben yazdıklarımı okuma halinde ne yapıyorum”u anlama ve etüd etme çabasıydı. Okuyan kişiye ilginç gelip gelmediğini bilmiyorum. Çünkü herkesin metinlerle kurduğu ilişki ve okuma pratikleri de bambaşka. Dolayısıyla çoğunlukla kişisel ve otobiyografik alanımdan çıkan, birinci tekil şahısı kullanmaktan sakınmayan şiirlerimin kimde nereye dokunabileceğini bir kestirememe halindeyim. Elbette ki konuştuğumuzda, eğer buluyorsa, ne gibi karşılıklar bulduğunu anlayabiliyorum, fakat yeni bir şeyler yazarken hala “bunun karşı tarafta bir karşılığı olacak mı?” sorusunu sorduğumu biliyorum. Belki de bu, ne kadar onaylanırsam onaylanayım, hiç kaybolmayacak. Kaybolmasını da istemem. Etrafımla ilişkilenmenin, bu ilişkilere çeviriler ve anlamlar geliştirme şekillerinin bir sonunun olmayacağına inanmak istiyorum. Yazı-performans ilişkisinin kendisi benim için böyle bir şey sanırsam. Süregelen.
Son olarak, kitabın oluşum sürecinde bana ve bir ekip olarak bize destek olan herkese; kitap yayınlandıktan sonra da kitaba ev sahipliği yapan bağımsız kitapçılara kocaman teşekkürler. Ve tabii ki Anı, sana da.

















Yorumlar