Serkan Taycan’ın Kente Doğru sergisi Türkiye’nin önemli endüstriyel kültür miraslarından biri olan Kadıköy’deki tarihi Hasanpaşa Gazhanesi, yeni adıyla Müze Gazhane’de Ocak 2022’ye kadar devam ediyor. Sergiyi bulunduğu mekânla kurduğu ilişki ve tarif ettiği yolculuk üzerinden değerlendirdik
Yazı: Selin Çiftci
“Çamlıca Camii’yi ve üstü başı dökülmüş Nişantaşı Apartmanlarını gördüğüm bir manzaraya bakarken ölmek istemem.” dedi tatlı kız.
“Öyleyse hepsini yıkalım.” diye ekledi Menderes.
Muhafaza etmeyi bir türlü beceremeyip muhafazakâr olmakla bunca övünen günümüz Türkiyesi’nde -ki sevgili Nur Altınyıldız Artun’un derinlikli analizi gösteriyor ki bu ülke her daim böyleydi¹- geçtiğimiz aylarda ilginç bir şey oldu. 19. yüzyılın önemli endüstri miraslarından biri olan Hasanpaşa Gazhanesi, çeyrek asrı aşan direnişin ve bir dizi meşakkatli koruma-restorasyon çalışmasının ardından, “bir şekilde hayata geçebilmiş yeniden işlevlendirme” projelerinden aşina olduğumuz üzere -bu noktada pek de şaşırtmayarak- sosyal ve kültürel bir merkez olarak şehre kazandırıldı. Alışıldık programlara sahip olmasına rağmen, üretim mekânının ayrıksı doğasını koruyup evcilleştirmeyen² şehrin bu kazanılmış yeni mücadelesi, hikâyesinin altını daha kalın çizmek suretiyle sergi mekânının kapılarını da ilk olarak Serkan Taycan’ın 2007’den bu yana sürdürdüğü araştırma projesinin bir çıktısı olan Kente Doğru’ya açtı.
Serkan Taycan, Kabuk #01: Küçükçekmece, 2010-2012
Kente dair söylediği sözü varlığıyla eyleme döken Gazhane’den aldığı cesaretle, davet edildiği mekâna boylu boyunca uzanan, uzandıkça yerleşip demlenen, demlendikçe şehre dair yeni soru işaretleri üreten sergi, Taycan’ın ifadesiyle, ismini “kente doğru” anlamına gelen İstanpoli, yani İstanbul’dan alıyor. İsminin işaret ettiği yönelimle örtüşecek bir formla kurgulanan ve ziyaretçisini taşradan başlayıp, kent merkezinde bir meydana uzanan yolculuğa çıkararak vaat ettiğinin hakkını veren Kente Doğru, tam olarak açık etmese de köyden kente yapılan bir göç yolculuğundan seçilebilecek olası manzaraları da bünyesinde barındırıyor.
Serkan Taycan, Kabuk #08: Beylikdüzü, Ayazağa, Kayabaşı, 2010-2012
Kahramanımızın “Beyler, ağalar, İstanbul ne tarafta?” sorusuyla başlayabilecek bu yolculuk, Fikirtepe’nin güneş gör-e-meyen bir ara sokağına uğradıktan sonra, Taksim’in, yıllardır çatışan ideolojileri bir çırpıda üstüne geçirivermiş son model binalarının gürültüsü eşliğinde meydandaki bir beton yükseltisine dayanıp yorgunluğa eşlik eden bir kaybolmuşluk hissiyle son bulacak gibi.
Serkan Taycan, Kabuk serisinden, 2010-2012
"Sütçüyü anlayışla karşılamış, muhtemelen yoldan geçen hafriyat kamyonlarına 'cık cık'lamış, üstümüz başımız kokmuş ve göz zevkimizden olmuş bir halde, şehrin biricik meydanlarına varıyoruz."
Serkan Taycan, Kabuk serisinden, 2010-2012
Ankara’nın doğusundan başlayarak, kimlik, aidiyet, coğrafya ve kader dörtgeninde, aslında drama hiç de izin vermeden iklimin ve taşra gerçeğinin kemikleşmiş soğuğunu bir çırpıda hissettiren sergi, İstanbul’a doğru yaklaşırken şehrin gitgide silikleşen hafızasına hizmet eden inşaat halini, bitmeyen toplu konut ve mega proje düşkünlüğüyle bir arada sunuyor. Hem kullanıcıya hem kente dair tarif ettiği yüzeysel, noktasal ilişkilerle “yerin bilgisi”ni oluşturmaktan bir haber olan bu projeler, radyoaktif kirliliğe maruz kalmış zehirli mantarlar gibi bomboş bir tepenin hemen üzerinde, şehrin tek tük kalmış ormanlarında ya da bir mandanın çamurlu merasında bitiveriyor. Bu toksik yapılaşmayı, kullandığı fotoğraf diliyle çatışmaya maruz bırakarak anlamayana da anlatan, görmeyene de gösteren Taycan, ilk defa bu sergide sunduğu bir video çalışmasında bu çarpıklığın bir sütçünün hayatına olan etkisini ortaya koyuyor. Taşrasında, hiç olmayacak şekilde biten yapı adası, ne söylersek söyleyelim sütçünün hayatını idame ettirmesinde önemli bir rol oynarken, çok da uzak olmayan gelecekte mandaların ekosistemine kastederek, sütçüyü göç etmesi ya da başka bir iş bulması konusundaki kaçınılmaz sona hazırlıyor.
Serkan Taycan, Kabuk #6: Sultangazi, 2012, Arşivsel pigment baskı, 110x138 cm
Sütçünün yanı başından ayrılıp, şehre doğru ilerledikçe, hafriyat kamyonlarına gizlenip, reklam panolarında makyajlanarak sunulan yapılaşmanın arkasında yatan hastalıklı sistem de ifşa oluyor. Şehrin kuzeyindeki yerleşmeleri birer hafriyat çöplüğüne çeviren bu sistem, bugüne kadar tarih kitaplarından, ressamlardan, Matrakçı Nasuh’un minyatürlerinden aşina olduğumuz incelikli İstanbul panoramasının, metan gazı soluyan “modern” etiketli halinde ete kemiğe bürünüyor. Bu yeni şehir panoraması, şehrin her yerinden gelen çöplerin bir arada tutulduğu Halkalı çöplüğünden başkası değil. Şehrin bugününe dair pek çok veriyi aynı anda sunan bu engin manzaranın hemen karşısında, aynı çöplüğün üzerine kondurulmuş, kent dokusuna protez kalan yapısıyla ikonikleşen Bosphorus City projesinin vaat ettiği “yeni yaşam” anlayışıyla karşılaşıyoruz. Bu anlayış çeperlerde o kadar yaygın ki, şehrin yeni panoraması gibi hemen üstünüze siniveriyor.
Serkan Taycan, Kabuk #5: Halkalı, 2012, Arşivsel pigment baskı, 110x138 cm
Sütçüyü anlayışla karşılamış, muhtemelen yoldan geçen hafriyat kamyonlarına “cık cık”lamış, üstümüz başımız kokmuş ve göz zevkimizden olmuş bir halde, şehrin biricik meydanlarına varıyoruz. Yegâne “klimalı” buluşma noktaları olarak, “kamusal alan” tanımına yeni bir boyut katan alışveriş merkezlerinin de dahil olduğu “meydanlar”, görselleriyle, dolar kurundan, kendi sosyo-politik gündemine kadar pek çok detayı bir arada sunuyor. Erk olanın iradesine göre sürekli dönüşmekten kimlik karmaşasına teslim olan bu alanlarda biz tabii ki yine toplanıp yüksek sesle bir şeyler söyleyemiyoruz; oturuyor, kuş besliyor ya da birileriyle buluşuyoruz işte.
Serkan Taycan, Agora #04: Taksim, 2014, 185x150 cm
Kent merkezine vardığımız noktada, sergi bizi İki Deniz Arası projesiyle tanıştırıyor. 2013 yılında hayata geçen bu proje, aslında tüm bu serginin bedensel eyleme dönüşmüş hali. Yaklaşık dört gün süren bir yürüyüş rotasını tarif eden projede, kent çeperlerinden şehre doğru bir keşif yolculuğuna çıkılıyor. Doğru yolda olduğunuzu, daha önce bu yolu yürümüş olanların mavi-turuncu renklerde bıraktıkları işaretlerden anlarken, güzergaha dair kurumsal anlamda herhangi bir denetim ya da kontrol mekanizması işlemiyor, bu bilinçli yapılmış bir tercih. Kentleşmenin, Pac-Man edasıyla şehrin kuzeyine ilerlediğini gösteren bu rota, yolunun üstüne düşen “yeni”, “mega” projelerle yeniden tanımlanarak, hem nedenini hem de yok edicisini aynı anda açık ediyor. Bu bağlamda, projedeki yürüyüş rotasına dair güvenlik konusunda endişesi bulunan, ancak deneyime ortak olmak isteyenler için de serginin sunduğu ekspres yolculuğun alternatif bir seçenek olduğunu söylemek mümkün.
İki Deniz Arası projesinden yol işaretleri, 2013
Kente dair kendine özgü yaklaşımı ve tarif ettiği yolculukla Serkan Taycan’ın Kente Doğru sergisi Ocak 2022'ye kadar Müze Gazhane'de devam ediyor.
コメント