Berlin sahnelerinden izlenimler III: Theatertreffen ve Schaubühne
- Ayşe Draz
- 12 Ağu
- 15 dakikada okunur
Berlin'in çok kültürlü strüktürünün devingen gündemi ve şehrin sahnelerinde gösterilenler üzerine izlenimlerimizi aktarıyoruz
Yazı: Ayşe Draz

Four Walls and a Roof. Fotoğraf: Christophe Berlet
Bir başka merkez olan Schaubühne’de izlediklerime yani “Batı”ya geçmeden bir önceki yazımın sonunda verdiğim durak Theatertreffen’de izlediğim başka işlerle, kaldığım yerden devam etmek istiyorum.

Kontakthof – Echoes of ’78. Fotoğraf: Uwe Stratmann
Yılın “dikkate değer” on yapımı seçkisinden izlediğim bir diğer eser de Kontakthof – Echoes of ’78 idi. Pina Bausch’un 1978 tarihli başyapıtını, orijinal gösterimlerinde yer almış ve bugün 69-81 yaş arasında olan dansçılarla - bu dansçılardan biri Meryl Tankard tarafından - yeniden yorumlayan ve geçmişle bugünün bedenleri arasında zamanın bıraktığı izleri, hafızayı, yaşlanmayı ve kaybı müthiş bir şiirsellikle ele alan bu yapıta dair izlenimlerimi yakında Kineo Dergi’de çıkacak yazımda okuyabilirsiniz. Ancak bir Pina hayranı (ve hayranlığının neticesinde uzmanı) olan sevgili Mehmet Kerem Özel’in de önceden izlemiş olduğu bu eser üzerine yazdıklarını okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

Made in China 2.0. Fotoğraf: Wang Zixuan
Bu sene Theatertreffen kapsamında “Forum Theatertreffen 1965–2025” başlıklı bir program da yer alıyordu. Theatertreffen’in uluslararası genç sanatçılar platformu Uluslararası Forum’un 60. yılını kutlayan ve 53 mezunun sansür, feminist direniş, savaş travması gibi temaları ele alıp, daralan politik ve ekonomik hareket alanını da tartışmaya açan performans, okuma, yerleştirme ve film gibi üretimlerine yer veren bu seçkide, merak ettiğim iki işi izleme fırsatım oldu. İzlediğim iki performansta da, Alman belgesel tiyatro topluluğu Rimini Protokoll’un ve özellikle benim de daha önce atölyesine katıldığım Stefan Kaegi’nin etkileri çok net gözlemlenebiliyordu. Biri 2013 diğeri 2018 mezunu iki sanatçıya da foruma katıldıkları dönemde Kaegi’nin mentörlük yaptığını gösteri ertesi söyleşilerde öğrenince bu tespit daha da geçerlilik kazandı. Şili’den gelen 2018 mezunu Sebastián Squella’nın Teatro Conjunto ile birlikte gösterdiği Beyond Democracy, adının vaad ettiklerine rağmen, maalesef hem metni hem yapısı üzerinde daha incelikli çalışılması gereken bir denemeden öteye gitmiyordu. Beyond Democracy, klasik bir Rimini Protokoll yapısını takip ederek sahnede “performansçıların” ve hatta “sahne”nin olmadığı, ama bizlere yöneltilen sorulara verdiğimiz cevaplara göre mekana dağılmış küçük topluluklar oluşturduğumuz ve aslında bir çeşit haritalama çıkardığımız, ve böylece bizlerin sürecin katılımcıları kılındığımız, sahnede “temsilciler” yerine bizlerin kendimizi temsil ettiği bir performanstı.(1) Şili ve Almanya'da demokrasinin risk altında oluşunu, 2019 yılında Şili’de demokrasi adına gerçekleşen ayaklanmalar üzerinden ele alan, ancak bunu yeterince katmanlı yapmayan, epey “hareketli” bir işti. İzlediğim diğer iş ise forumun 2018 mezunu Çinli yönetmen Wang Chong’un Made in China 2.0 adlı bir tür sunum performansıydı. (performance-lecture) Kendisini küresel bir göçebe olarak tanımlayan Wang, seyircisinden, yaratıcı risk alma üzerine kurguladığı ve her gösteriminde gerçekten büyük risk aldığı bu gösterinin ne hakkında olduğunu paylaşmamamızı rica etti. Ancak sanırım şu kadarını söylememin bir sakıncası yok; şimdiye kadar 6 kıtada ve 60’tan fazla ülkede sahnelenen bu eseri ile Wang, bir sanatçı ve provokatör olarak, simgelerin anlamı, önemi ve politik değeri üzerinden aile ve popüler kültürün bir çeşit portresini sunuyordu. Ve gerçekten yaratıcılığı, yapısı ve aldığı risk açısından salondaki herkesi heyecanlandırdı.
Festival kapsamında bütün forum işleri ve çoğu “dikkate değer” yapım, Haus der Berliner Festspiele’de (Berliner Festepiele’nin evi) yer aldı. 1963 yılında “Theater der Freien Volksbühne” (Özgür Halk Sahnesi) olarak açılan ve zamanında Batı Berlin’in önemli sahnelerinden biri sayılan bu mekan, 2001 yılından itibaren, Theatertreffen’in yanı sıra Musikfest, Tanz im August gibi başka festivaller de düzenleyen Berliner Festspiele organizasyonunun ana mekânı olarak kullanılmaya başlamış.
Evet, zaten Batı’dayız ancak şimdi Batı’daki dayanak ve bir diğer merkez Schaubühne’ye geçebiliriz. Schaubühne’de izlediğim Kanadalı yönetmen Robert Lepage’ın Glaube, Geld, Krieg und Liebe’si (İnanç, Para, Savaş ve Aşk) ile başlayabiliriz. Lepage, Glaube, Geld, Krieg und Liebe’yi, Schaubühne oyuncularıyla birlikte, henüz ortada metin, hikaye ve karakterler yokken çıkış noktası olarak bir iskambil destesini alarak, ortaklaşa yaratım sürecinde (devising) üretmiş. Lepage bu işinde, kupa, sinek, maça ve karo sembollerinin her birini aşk, inanç, savaş ve para temalarıyla ilişkilendirerek sekiz on yıla yayılan, iç içe geçmiş dört anlatı ekseninde, Almanya’nın yakın tarihine odaklanıyor. Çıkışta, oyunculardan biriyle arkadaş olan ahbabımın yanında, oyunun üretim sürecinde Lepage’in ne kadar disiplinli bir şekilde neredeyse iki yıla yayılan bir süreçte Berlin’e gelip gidip kendileriyle çalıştıktan sonra ülkesine dönerek topladığı malzemeleri ne kadar ustalıkla damıttığını, sonra da tekrar yeni bir çalışma süreci için Berlin’e döndüğünü anlatan oyuncuya kulak kabartıyorum. Epik ölçekteki bu eserin dört bölümünün de hikayeleri savaşlar arasında geçişler yaparak ilerliyor: II. Dünya Savaşıyla başlayan ve içi içe geçen hikayeler, savaş sonrası Paris’ine, oradan Berlin Duvarı’nın yıkılmasının hemen ertesine, derken Afganistan savaşına uğruyor ve günümüzde, devam eden Ukrayna savaşında son buluyor. Bedenleri ve sesleriyle birden fazla karaktere bürünerek anlatının dinamizmini taşıyan 7 oyuncunun sahne üzerindeki teknik ustalığı imrendirici. Dört büyük döner panelden oluşan ve hikayelerin yer aldığı tüm dönem ve mekanları çok etkileyici şekilde ifade etmeye yeten bu yalın sahne tasarımıysa, Lepage’ın sahne sihirbazlığını bir kez daha kanıtlıyor. Mekanlar bir film kurgusu gibi kesilip biçiliyor, zamanlar arasında görünmez geçişler sağlanıyor ve tiyatro neredeyse sinematik bir deneyime dönüşüyor. Oyuncuların ustalığı, anlatıdaki çeşitlilik ve tarihsel derinlik, seyirciyi hem duygusal hem entelektüel düzeyde etkiliyor ve 4,5 saatten fazla süren bu deneyimi merakla, sıkılmadan takip edilir kılıyor. Her açıdan ‘tertemiz’ bir iş ama sanki biraz da fazla mı “hijyenik” diye düşünmeden de edemiyorum...

Bucket List. Fotoğraf: Ivan Kravtsov
Schaubühne’de izlediğim bir diğer iş ise Bucket List (Yapılacaklar listesi). Aslen Gorki’nin kadrolu yönetmeni İsrailli kadın yönetmen Yael Ronen(2) yönetmiş, şarkıları ve müzikleri ise Shalomi Shaban bestelemiş. Theatertreffen’ın 2024 sezonunun dikkate değer on oyun seçkisinde yer almış olan bu yapıtı, müzikal bir halüsinasyon olarak tanıtmışlar. Travmaları silmeyi vaat eden “Zeitgeist” (zamanın ruhu) adlı bir start-up sayesinde hafızasını unutan ana karakterin, vaat edilen geçmişten kurtuluş yerine, özellikle karısı ile ilişkisine dair hayalet anıların kolajı arasında gezinmesini, ve kimlik arayışını izlediğimiz bu eserde, sahnedeki dört oyuncu farklı tarzlarda birçok dansı ve söyledikleri şarkıları ustalıkla icra etse de, artık Berlin sahnelerinin standartlarına da alışmış olduğumdan olsa gerek, Bucket List bana ve işi beraber izlediğimiz canım Kerem Özel’e pek vasat geldi.
Gene Kerem ile Schaubühne’de birlikte izlediğimiz bir başka eser ise, bir dönem Peter Brook’a asistanlık yapmış olan belgesel duyarlılığı yüksek İngiliz yönetmen Alexander Zeldin’in Scahubühne için Almancaya uyarladığı Beyond Caring. (Umursamanın ötesinde /Umursanmayanlar) The Guardian’ın “politik bir yazar değil…(ve)...teması toplum değil, insanlık” olarak tanımladığı ancak özellikle ilk defa izlediğim bu oyunundan sonra hem ele aldığı meselenin, hem de onu alış biçiminin bana İngiliz sinemacı Ken Loach’u anımsattığı Zeldin, bu oyunu çalışırken uzun bir süre temizlik ve et paketleme endüstrileri üzerine araştırmalar yapmış. Temizlikçi olarak kendi deneyimleri ve prova sürecine dahil ettiği gerçek temizlikçilerden de yararlanarak geliştirdiği oyun, görünmeyen, umursanmayan sınıftan insanların gündelik yaşamını sahneye taşıyor. Seyircilerini hemzemin sahnenin üç tarafına oturtan ve kulis dahil arka tarafı da oyun alanına katan, seyircileri karartmak yerine, aksine onları da ışıkla aydınlatarak sahnenin içine dahil eden oyun, et fabrikasının loş bir alanında ve gece vardiyasında çalışan dört temizlik işçisi ile patronlarının sıkışmışlıkları ve aralarındaki ilişkiler merkezinde gelişiyor. Zeldin seyirciyi, karanlıkta kalıp aydınlatılan sahneyi “gözetleyenler” olarak konumlandırmak yerine, adeta ‘tanıklığa’ davet ediyor. Dürüstçe ve romantize edilmeden kurulan hikaye, bir film gerçekçiliğinde, kırılgan bedenlerin birbirine temasıyla, bazen çarpışıp bazen sessizce yan yana geçişleriyle ilerliyor ve oyunda büyük dramatik çatışmalar, çok büyük iniş çıkışlar gerçekleşmiyor. Oyuncuların beden kullanımları, tüm oyun boyunca tuttukları beden duruşları insanda, casting’inin inanılmaz derecede gerçekçi yapıldığı bir film izliyormuş hissini uyandırıyor. Büyük laflardan ve dramatik parıltıdan arındırılmış Beyond Caring’in sonunda oyunculardan bir tanesi sahneyi temizlemeye devam ediyor; belli ki rolünden çıkmakta gerçekten zorlanıyor. Ben bile, ki gerçekçi tiyatrodan sıkılmış olduğunu iddia eden biri olarak, iyi ki bu oyunu izlemişim diyorum.

Glaube, Geld, Krieg und Liebe. Fotoğraf: Gianmarco Bresadola
Burada ufak bir parantez açmak istiyorum. Birkaç ay arayla izlediğim Glaube, Geld, Krieg und Liebe ve Beyond Caring oyuncularından biri(3), her iki oyunda da yer alıyordu. Almanya’da kurum tiyatrolarında repertuara giren işler illa arka arkaya aylar boyunca veya ayda birkaç kere oynamıyor; çıkan oyun birkaç sezon sürekli devam edip sonra rafa kalmıyor; bazen 3-4 ayda bir, 4-5 gösterim sonra bir sonraki sezonlarda yolculuğuna devam ediyor. Oyuncular aynı anda birkaç oyunda, ve gerçekten müthiş bir teknik ustalıkla oyunlarda yer alıyorlar. Bu, aslen oyunculuktan gelen beni korkutmadı ancak yönetmen refleksimle bakınca da imrendirmedi desem yalan olur.

Beyond Caring. Fotoğraf: Andrei Gîndac
Schaubühne’de izlediğim bir başka iş gene Katie Mitchell’in yönettiği ve Virginia Woolf’un Orlando’sunu, gene belli ki Mitchell’in birlikte çalışmayı sevdiği Alice Birch’ün uyarladığı Orlando. Her gösterimin üst yazılı olmadığını unutup Almanca gösterime bilet aldığım için metinsel uyarlamanın detaylarını takip edemedim ancak sahnelemeye dair bazı şeyler söyleyebilirim. Orlando rolüne, boyutlarıyla değil ancak renkleri ve ifadeleriyle de Tilda Swinton’u anımsatan bir oyuncu seçilmiş. Mitchell sahneye tüm sürecini şeffaflaştırdığı bir film seti kuruyor(4). Oyuncular arası diyalog neredeyse hiç yok; sahnenin üzerinde camekan bir kayıt stüdyosunu andıran odacıktaki anlatıcı, Birch’ün metnini okuyor. Hızlı kostüm ve karakter değişimlerinin gözlerimizin önünde canlı gerçekleştiği bu film setinde Mitchell, sadece cinsiyetin toplumsal bir kurgu olması ve kimliğin zaman, beden ve temsil üzerinden nasıl dönüştüğünü ele almıyor, montaj gibi aynı zamanda elinin altındaki farklı araçlarla sinema ve tiyatronun nasıl illüzyon kurdukları ve birer temsiliyet aracı olduklarını, içerik ve biçim arasında paralellikler kurarak katmanlı ve kendine has bir feminist mizahla, eğlenceli bir seyir sürecine dönüştürüyor. Odakta, sahnedeki dev projeksiyon ekranında ustalıkla tamamlanarak oluşan illüzyon değil, seyircide bazı tepkileri ve duyguları tetikleyen unsurların tek tek nasıl kurgulandığı, yani performatif sürecin hakikati var. Oyun boyunca, sekiz oyuncu eşliğinde, Elizabeth döneminden Viktorya çağına, oradan da günümüze savruluyoruz.

Orlando. Fotoğraf: Stephen Cummiskey
FIND, (Festival International New Drama / Uluslararası Yeni Drama Festivali) Schaubühne’de 2000 yılından beri düzenlenen uluslararası bir festival. Her yıl gerçekleşen bu festival, çağdaş tiyatronun en yeni metinlerini, süreç aşamasındaki oyunları, belgesel tiyatro projelerini, özetle dünya çapından yenilikçi tiyatro üretimlerini Schaubühne’de bir araya getiriyor. Berlin seyircisinin hem uluslararası sanatçıları hem de daha önce tanınmamış toplulukların eserlerini keşfetmelerini, tiyatroda yeni biçim ve anlatım yollarına yer vererek kültürel çeşitliliği ve sanatsal diyaloğu teşvik etmeyi amaçlayan bu festivalin bu sene sunduğu politik ve toplumsal eleştirileriyle ön plana çıkan yapımlardan biri de, benim zaten pek hayranı olduğum Milo Rau’nun çok merak ettiğim işi Medea’s Kinderen (Medea’nın Çocukları) idi. Rau’nun ikinci kez sahnede oyuncular olarak çocuklarla çalıştığı bu eser, şiddeti ve kanlı eylemleri, gözden ıraklaştırıp sahne arkasına saklayan Antik Yunan tragedyalarının aksine, seyircinin tahayyül alanından geri çağırarak yeniden sahne üzerine yerleştiriyor, ve de seyirciyi bu dünyayı çocuk bakışının alışılmadık açıklığıyla keşfetmeye davet ediyor. Günümüzde klasik tragedya uyarlamaları sık sık savaş, göç, adalet, iklim krizi veya cinayet davaları ile politik skandallar gibi gerçek olayları dramatik kurguyla birleştirerek sahneye taşıyorlar. Bu çizgide ilerleyerek eserlerinde sık sık tragedyaların evrensel yapılarını çağdaş tanıklıklarla birleştirerek hem kolektif belleği sorgulayan, hem de güncel adalet, suç ve etik meselelerle seyirciyi yüzleştiren Rau, Medea’s Kinderen’da da Belçika’da yaşanmış gerçek bir cinayet vakasından yola çıkıyor. Kocası tarafından terk edilen bir annenin yaşadığı çaresizliğin sonunda çocuklarını öldürmeye karar verişini Rau, bu kez annenin değil, çocukların perspektifinden anlatıyor. Rau’nun sahnelemesinde tragedyanın en sessiz karakterleri, yani çocuk kurbanları, ilk kez kendi sözlerini, kendi sorularını dile getiriyorlar, ya da en azından Rau bunu iddia ediyor. Klasiklere yaklaşımında postdramatik tiyatronun olanaklarını ve risklerini bir araya getiren Rau, Medea figürüne feminist bir okuma getirmektense çocukların kolektif hafızada ikonlaşmış anlatıya nasıl ayna tuttuklarına odaklanıyor. Oyunun açılışında izleyiciyi karşılayan meta düzeydeki after-talk, anlatının kronolojisini tersyüz ederek seyir deneyimini bozuyor ve aslında onu bir deneyim olarak mümkün kılıyor. Hem fikrine sonsuz güvendiğim Özlem Hemiş hem de gözlemlerine ve analizlerine hep kulak kesildiğim Mehmet Kerem Özel(5) bu sahnelemeyi bazı açılardan etik olarak sorguladıklarını benimle paylaşmış olsalar da, sanırım gösteri ertesi Rau ve çocuk oyuncu koçu/sahnelemenin yetişkin oyuncusu Peter Seynaeve ile söyleşiye kalıp konuşulanlardan epey ikna olduğum için, ben yapıtın bütününden hiçbir etik rahatsızlık duymuyorum. Ayrıca, 2018-2023 yılları arasında NTGent’in sanat direktörlüğünü yapan Rau’nun ilk kez çocuklarla çalıştığı iş olan Five Easy Pieces’i, çocuklarla çalışan ve gene Gent’li bir tiyatro topluluğu CAMPO’nun daveti üzerine sahnelediğini; Peter ile o dönemde tanıştıklarını ve çocuklarla çalışma sürecinin Rau için, bir anlamda onların aileleri ile de yakınlaşmayı gerektirdiğinden, Gent’teki ilk arkadaş çevresi ve “seçilmiş ailesini” kurmakta yardımcı olduğunu; Medea’s Kindern’daki çocukların çoğunun, Five Easy Pieces’tekilerin tanıdıkları veya akrabaları olduğunu öğreniyorum. Çocuklarla yapılan bir oyun olmanın ötesinde, trajedinin pedagojik, politik ve estetik olanaklarını sorgulayan bu denemeye dair Rau ile Seynaeve’nin söyleşisinden kenara not aldıklarım şunlar oluyor; “çoğu çocuk, hatta yetişkinler bile, dünya savaşlarından sağ çıkabilir, ama kendi oturma odalarından çıkamayabilirler…özel alan en tehlikeli olanıdır…tragedya bir dava süreci biçiminde ortaya çıkar…çocuklar için sahnede öpüşmek, öldürmekten daha zordu...”
Belgesel tiyatro yapıtlarında malzeme olarak kullandığı davaları en ufak detayına kadar araştıran Rau, söyleşinin sonunda, üzerinde çalışmakta olduğu bir diğer iş The Pelicot Trial’dan (Pelicot Davası) kısacık da olsa söz ediyor. Sanat direktörlüğünü üstlendiği ve önemli bir Avrupa gösteri sanatları festivali olan Wiener Festwochen’da prömiyerini yapan, Avignon festivaliyle yolculuğuna devam eden The Pelicot Trial’ın araştırma sürecinde, dikkatini en çok çeken detaylardan biri, Giselle Pelicot’ya tecavüz eden çoğu sanığın, Pelicot’ya tecavüz ederlerken onun kendinde olmadığı ve dolayısıyla bir şey hissetmediği için bunun tecavüz sayılamayacağı üzerinden savunmasını yapılandırmış olması… The Pelicot Trial da kesinlikle ilk fırsatta izlenmesi gereken bir iş.
Medea’s Kinderen’ın FIND kapsamında gösterildiği günlerde, belki de günümüzün en üretken sanatçılarından biri olan Rau’nun, Berlin’de, gene usta oyuncu, Ursina Lardi ile(6) bir başka işi için Schaubühne’de prova yaptığını da biliyorum. Wiener Festwochen’ı takiben Venedik Tiyatro Bienalinde gösterilecek işi The Seer, (Kahin) savaş bölgelerinde acıyı belgeleyen bir kadın fotoğrafçının, bizzat şiddete maruz kalınca bir tür modern Kassandra’ya dönüşmesini konu alıyor. Oyun, tanıtımına bakarsak, IŞİD’in elinde işkence gören gerçek bir öğretmenin hikayesiyle, Sofokles’in Filoktetes karakterini birleştirerek, şiddetin cazibesi ve toplumun görmezden gelme mekanizmalarını sorgulayan, sanatın acıyı dönüştürme gücünü tartışan ve çağımızın körlüğüne karşı keskin bir yüzleşme sunan bir yapıt. O da ilk fırsatta izlenmesi gerekenler listesinin başında. Rau, Berlin’deki oyun gösterimi ve yeni eseri için prova sürecinin yanı sıra, Berlin sahnelerinin bir diğer merkezi olan (ve ilk Berlin izlenimleri yazımda belirttiğim gibi onun “multikulti” dayanağı sayılabilecek) Gorki’de, Mely Kiyak’ın misafiri olarak bir de söyleşi gerçekleştiriyor. Kürt asıllı Türk göçmen bir ailenin çocuğu olan ve aslen gazeteci/yazarlık yapan Kiyak, meğer Gorki’de, Gorki’nin çok kültürlü ve toplumsal eleştiriyi ön plana çıkaran genel sanat politikası ile örtüşen Mely Kiyak Hat Kunst (Sanat Mely Kiyak’ta) diye harika bir program gerçekleştiriyormuş. Welttheater, Wagemut (Dünya Tiyatrosu, Cesaret) başlıklı bu oturumda misafiri, çok eski arkadaş oldukları anlaşılan Rau. Her birinin bir müzik dinletisi ile başladığını anladığım bu programların bu edisyonunu da, Nevzat Akpınar, Haydar Kutluer ve Ahmet Tirgil programı açıyorlar. Almancası henüz B1 seviyesine bile geçememiş biri olarak benim için bu söyleşiyi takip etmek ne kadar zorlayıcı olsa da, sahnede kompleksiz egolardan mümkün olduğunca arınmış, rahat ve akıcı birer mevcudiyetle var olan Rau ile Kiyak arasında gerçekten entelektüel bir sohbetin gerçekleştiğini takip edebiliyorum. Keşke Almancam yetseydi de, Rau’nun Wiener Festwochen’da sık sık bir araya gelip birlikte çalıştığı ve ahbaplık ettiği Elfriede Jelinek’e dair söylediklerini biraz daha fazla anlayabilseydim diyorum…ve eve dönüş yolunda kendimi sonbahar için yeniden Almanca kurslarını araştırırken buluyorum.
Söz veriyorum yazımı çok da fazla uzatmayacağım, korkmayın, sonlarına yaklaşıyoruz, ancak sondan iki önce, yeniden Berliner Festpiele’ye dönmek ve onların düzenlediği bir diğer festival Performing Exiles’da (Sürgünü İcra Etmek/Sahnede Sürgün) izlediğim bir performanstan söz etmek istiyorum. Performing Exiles(7), Berlin’in uzun yıllardır sürgün sanatçılara sunduğu özgürlük ve ifade alanının günümüzde giderek aşındığını sorgulayan, politik kutuplaşmalar ve dışlanma karşısında sanat üretmenin imkânlarını tartışan ve 2023 yılından beri bu bağlamda sanatçılara hem platform, hem de dayanışma alanı sunan disiplinlerarası bir festival. Bu seneki küratoryal direktörü, yazının başından aşina olduğumuz Matthias Lillienthal’di. Festival kapsamında izlemek istediğim iki işten, yıldızı bu sene epey parlayan Yunanlı genç yönetmen Mario Banushi’nin Goodbye Lindita’sı (Güle güle Lindita) ile daha önce başka bir işi üzerine yazmış olduğum ve gene hayranı olduğum Rabih Mroué(8) ile Lina Majdalanie’in Four Walls and a Roof’undan (Dört Duvar ve bir Çatı) ilkinin tarihleri uymadığı için sadece ikincisini izleyebildim. Four Walls and a Roof Berlin’deki bir başka “merkez”, Kreuzberg’de yer alan Hebbel am Ufer (nam-ı diğer HAU) tiyatrosunda sahnelendi. Özellikle çağdaş gösteri sanatları, deneysel tiyatro ve uluslararası prodüksiyonlara ev sahipliği yapan bu mekan, daha küçük ve esnek yapısıyla genç sanatçılar ve disiplinlerarası işler için “alternatif” bir sahne olarak biliniyor. Mroué ile, ilk defa sahnede izlediğim ve sahne sempatisinin oldukça lezzetli olduğunu düşündüğüm Majdalanie’in performansı Four Walls and a Roof, Brecht’e sadece içeriği ile değil herbirinin başlığı olan episodik yapısıyla da göz kırpan bir iş. Performans, Brecht’in 1947 yılında, Nazi Almanya’sından kaçarak sığındığı Amerika’da sürgündeyken HUAC (House Un-American Activites Committee/Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi) tarafından sorguya çekilme sürecinden ve bunun sonucunda yeniden “sürgüne”, Doğu Almanya’ya dönüşü/gidişinden, birini sahnedeki projeksiyonda gördüğümüz diğerini izin alınamadığı için sahnede hayal ettiğimiz iki benzer fotoğraf üzerinden aktarırken, bir yandan da günümüzün politik ortamı ve sanatçı ikilisinin kendi sürgün yolculuğuyla paralellikler kuruyor. Soğuk Savaş yıllarında HUAC’ın Hollywood’u komünist propaganda yapmakla suçlayarak sinema sektöründe geniş çaplı bir soruşturma başlattığını, pek çok senarist, yönetmen ve oyuncunun Kongre'de ifade vermeye zorlandığını; aslında “onları koruyan Amerikan Anayasasının 1. ve 5. Maddelerine” referansla ifadeyi reddeden ve “Amerikan halkı o maddeleri korumadığı” için hapis cezası alarak kara listeye alınan, böylece mesleklerini kaybederek farklı bir sürgüne mecbur bırakılan 10 kişiden ve aralarından de Nazizmle suçlanan Yahudi yönetmen Herbert Biberman’dan haberdar oluyoruz. Bu öğrendiklerimizden sadece biri. Öyle iyi örülmüş bir dramaturjiye sahip ki performans, tek bir ayrıntı bile diğerlerini hatırlamana yetiyor. Brecht’in kaçtığı Almanya ve önce sığındığı ancak sonra da kaçmak zorunda kaldığı Amerika’yı düşünürken kafamda sürekli Hegel’in ünlü sözü yankılanıyor; “Tarih bize, tarihten hiçbir şey öğrenmediğimizi öğretir.” Barınma, güvence ve mahremiyet gibi kavramlara da işaret eden başlığından da anlaşıldığı gibi Dört Duvar ve Bir Çatı’da, Lübnanlı sanatçı ikilisi Majdalanie ve Mroué, eleştirel mizah ve yaratıcı sapmaları büyük ustalıkla kullanarak, tarihsel belgeleri kişisel unsurlarla birleştirip güncel siyasi ve toplumsal çatışmaların yanı sıra ideolojik sapmalara da ışık tutuyorlar; bizleri Brecht, sanat, yapay zeka, Filistin, sansür ve watan (Lübnan Arapçasında vatan demek olduğunu anlıyorum) üzerinden önyargıları görmeye ve bazılarının ifadesine izin verilmeyen, bazıları ise kolayca ifade edilemeyen gerçekleri fark ederek, yargılarla mücadeleye davet ediyorlar. Elbette sanatsal olarak kendimi onunla kıyaslamam söz konusu bile olamaz; ama Beyrut ile Berlin arasında gidip gelmesinden dolayı kendimde bir tür benzeşlik hissettiğim Rabih, en son buluştuğumuzda eşi, yani Lina ile birlikte artık buralardan gitmeyi düşündüklerini, Berlin’in eski Berlin olmadığını söylemişti; bu bilgi ışığında performansın kişisel katmanı benim için daha da anlamlı oluyor.

Four Walls and a Roof. Fotoğraf: Christophe Berlet
Rabih’in işleri, Dört Duvar ve Bir Çatı’da alıntıladığı Filistinli şairin dizeleri gibi, gerçekleri şiirsel bir dille aktarıyor. Terk edilmiş bir 4 yıldızlı oteli, kısa süreliğine ses ve ışık yerleştirmeleriyle bir zaman kapsülüne dönüştüren ve uzun süredir karşılaştığım en etkili sergilerden biri olan The Dark Rooms Hotel’deki yerleştirmesi de çok etkili ve şiirseldi. Nedense zihnimde, Batı/Doğu ekseninde, ikisinin de işlerini çok sevdiğim Rau ile Rabih’i karşılaştırmaya başlıyorum; Rau’nun işleri, belge ve yeniden canlandırmayı sistematik olarak kullanan, somut veriler üzerinden politik farkındalık yaratan analitik yapılar sunuyor ve kanıtlarla tanık olmayı ön planda tutuyor; Mroué ise performanslarında imgeler ve hafıza kalıntılarını kullanarak, şiirsel olarak dönüştürdüğü kişisel arşivi aracılığıyla gerçekle kurmacayı iç içe geçiren, sezgisel ve parçalı anlatılar inşa ediyor. Sonunda şu kanaate varıyorum; Batı akla daha çok güvenirken, Doğu daha çok, bilgi, deneyim, algı ve duygunun birleşerek, derinlikli bir kavrayışa dönüştüğü sezgiye güveniyor… Rau ve Rabih(9) sayesinde kendime dair yeni bir şey öğreniyorum; demek ki ben akıl ve düzen üzerinden kurulan güçlü bir argümandan keyif aldığım kadar, duygusal yoğunluk ve belirsizlikle beni düşünmeye iten sezgisel performanslardan da büyük keyif alıyorum; hele de her iki durumda da mercek altında olan hafıza ve/veya kolektif belleğimiz ise.
Berlin’in Doğu/Batısından başlayıp dünya ölçeğinde bir Doğu/Batı meselesine savrulduğumun farkındayım; ama bir gözlemimi daha paylaşmadan geçemeyeceğim. 2025 yılında Avrupa Kültür başkenti seçilen Chemnitz’te - eski adıyla Karl Marx Stadt’da – önceden gerçekleştirdiğim bir projenin yeni bir versiyonunu hayata geçirdim. 2018 yılında faşistlerle anti-faşistlerin çatıştığı, “Wir sind mehr” (Biz daha kalabalığız) hareketinin ortaya çıktığı ve belki de bu direnişin çabalarıyla kültür başkenti seçilen Chemnitz’te geçirdiğim sürecim boyunca şunu fark ettim: Almanya’da “entegrasyon” hala çok güncel bir tartışma konusu. Ancak bu mesele, sadece Türklerin ya da diğer göçmenlerin entegrasyonu değil; Almanya’nın kendi Doğu’suyla Batı’sı arasında henüz kapanmaktan uzak, görünenden çok daha derin bir yarığa işaret ediyor; bugünkü sağ politikaların yükselişi Doğu’ya değil, ondan ayrı düşünülmesi mümkün olmayan Batı’ya da ait, daha kapsamlı bir mesele olarak değerlendirilmeli.
Yazımı noktalamadan son olarak da, Berlin’in tarihi opera binası Staatsoper Unter den Linden’de (ünlü Ihlamurlar Altındaki Cadde üzerinde yer alan, 18. yüzyıldan kalma opera binası) 9 yaşındaki kızım ile birlikte izlediğimiz bir çocuk operasından bahsetmek istiyorum. Carl Maria von Weber’in klasik operasının çağdaş ve çocuklar için bir yeniden yorumu olan Der Freischütz für Kinder, hikayesini bir okul bahçesine taşıyarak ve futbol metaforuyla yeniden kurgulayarak çocuklara tanıdık bir evren yaratmıştı. Ergenliğe yeni giren bir oğlanın aşkının, rekabet ve sihirli bir iksirle sınanışı üzerinden (ki bu iksirle, kullanım yaşı bayağı gençlere inmiş olan uyuşturuculara gönderme yapılıyordu) anlatıldığı bu uyarlama, orijinal eserin müziğini korurken, metni çocuklara uygun biçimde dönüştürmekle kalmamış, seyircilerin aktif katılımına olanak tanıyan yapısıyla, sekiz yaş ve üzeri seyircilerini sadece izlemeye değil, oyuna dahil olmaya davet ediyordu. Biz maalesef benim yüzümden duruma tam hakim olamadığımızdan içindeki yönergeleri ve malzemeleri kullanarak yapabileceğimiz kağıttan lambalar ve enstrümanlar olan kitapçığı önceden almamıştık; gene de kızım bazı seslerle sahneye dahil olabildi. Hem yaratıcı hem pedagojik açıdan gayet başarılı bulduğum ve bilet fiyatlarının erişilebilir olduğu bu yapım, çocuklar için opera deneyimini sadece erişilebilir değil aynı zamanda renkli sahne ve kostüm tasarımıyla da çok eğlenceli kılıyordu.
Berlin’de tiyatroya, sanata ve yaşama dair gözlemlerim elbette zamanla şekillenecek, evrilecek ve zaman zaman da değişecek. Alternatif sahneler, kuir kolektifler, post-göçmen hikayeler.. farkındayım hepsi bu haritanın birer parçası, ancak şu an için, ben bu haritayı hala bilindik merkezlerinden okumayı tercih ediyorum çünkü, sanırım, yerleşik olanı anlamadan marjda kendime bir yer edinmem mümkün değil gibi hissediyorum...




Yorumlar