Kahve Dünyası’nın güncel sanat projesi Yanköşe, dokuzuncu edisyonunda, Cansu Cürgen ve Avşar Gürpınar’ın Balık Kavağa Çıkınca isimli çalışmasını ağırlıyor. Sanatçılarla proje sürecini ve kurdukları oyunun dinamiklerini konuştuk
Röportaj: Tuna Ortaylı Kazıcı
Cansu Cürgen ve Avşar Gürpınar’ın Balık Kavağa Çıkınca isimli projesi
Cansu Cürgen ve Avşar Gürpınar’ın, Yanköşe için tasarladıkları Balık Kavağa Çıkınca adlı projede gündelik yaşamdan aşina olduğumuz LED tabelalarda Zamanın Muğlak Standartları beliriyor.
Zaman, kronometre ve çalar saat gibi nesnelerle hassas olarak; kum saati, yumurta zamanlayıcısı gibi nesnelerle de kabaca ölçülebilir, ifade edilebilir, parçalara ayrılabilir. Bu muğlaklık kendini sadece maddi kültürde değil dilde de gösterir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü eserinde kaleme almış olduğu üzere, “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!” (Tanpınar, A.H., 2023, [1961], Saatleri Ayarlama Enstitüsü, p.32)
İstanbul’un en işlek yerlerinden birinde, tramvay, vapur ve otobüsün kesiştiği, insanların ve araçların zamanla yarıştığı Kabataş’ta, zamanın matematiksel tercümesi neredeyse imkansız gündelik fragmanları ve muğlak ifadeleri yanıp sönüyor, kayıyor, akıyor, kesişiyor, görünüp, kayboluyor. Cansu Cürgen ve Avşar Gürpınar’a Balık Kavağa Çıkınca isimli projeleriyle ilgili merak ettiklerimizi sorduk.
Sevgili Cansu ve Avşar, Kahve Dünyası’nın güncel sanat projesi Yanköşe’de sergilenen dokuzuncu eser size ait. Balık Kavağa Çıkınca isimli bu işiniz aslında uzun soluklu projeniz olan Muğlak Standartlar Enstitüsü’nün bir parçası olduğu için, öncelikle Enstitü hakkında konuşmak isterim. Muğlak Standartlar Enstitüsü (MSE) nedir, nasıl kuruldu ve neler yaptı anlatabilir misiniz?
Avşar Gürpınar: MSE, 2014 yılında, gündelik yaşamda ölçü belirten fakat tanımı ve niceliksel karşılığı belirsiz ifadelerin araştırılması için kuruldu. Enstitü, gündelik hayattan endüstriye, hayatın ve dünyanın çeşitli yerlerinde, bazen apaçık bazen gizli biçimlerde var olan, beslenmeden müziğe, sağlıktan ulaşıma, zaman algımızdan iletişim biçimlerimize kadar hemen her şeyimizi belirleyen standartları araştıran yarı-kurgusal bir kurumdur.
Cansu Cürgen: Gündelik hayatın tuhaf, akışkan ve parçalı yapısı bazı muğlak tanım, tarif ve standartları gerektirir. Deyişler, tarifler, zaman ve mekânsal bilgiler, bazen de anatomik referanslar muğlak standartların tanımlarını ve kategorilerini oluşturur. Muğlak Standartlar Enstitüsü farklı bağlamdaki muğlak standartların ve konumlu bilgilerin izini sürer. Enstitü, bilginin birikmesini, arşivlenmesini ve bu külliyatın yerel, ulusal, küresel ölçeklerde yayılmasını amaçlar. Enstitü, çeşitli standart dışı ölçümlerin metinsel ve görsel temsillerinin yanı sıra elle tutulur hale geldiği durumların hassas bir incelemesini yapar ve bunları kayıt altına alır. Araştırma süreci ve yöntemlerimiz her bir meselenin ele alınışında farklılıklar gösterse de tartışma konuları için artık iyice belirginleşen iki yaklaşımımız olduğunu söyleyebiliriz: Nesnelerden bir tartışmaya varmak ya da tartışmanın nesnelerini arayıp bulmak. İlkinde aslında daha örtük ve zamana yayılmış bir çalışma süreci var. Araştırma, birmilyoncularda, Eminönü Tahtakale’de, kitle iletişime sızan, marketlere giren ve böylece görsel, işitsel hafızamızda yer eden, banal ve gündelik bulduğumuz nesneleri ciddiye almakla başlıyor. Bir anlamda nesnelere bakarak önce bir arşiv kuruyoruz, bu arşivin içinden söylenebilir ve görülebilir olanları bulmaya çalışıyoruz. İkincisinde ise belli bir tartışma alanını yahut bir söylemi sorunsallaştırıp onu kuran nesneleri bulmaya girişiyoruz. Ancak hangisinden başlarsak başlayalım, eş zamanlı olarak söylem-dışının alanıyla da ilgileniyoruz; yani tüm bu nesneleri kuran, dolaşıma sokan kurumlar, standartlar, yasal düzenlemeler, üretim ortamları, teknolojiler… Bazen standardın yokluğu, bazen de çokluğu bir muğlaklık getiriyor. Sanırım bu ikili yaklaşım, tam da banal ve gündelik olanın, aslında son derece politik de olduğunu bize hatırlatıyor. Her şeyin ilişkili olduğu düşüncesi dışında belli bir teoriden yola çıktığımız pek söylenemez. Her iki yaklaşımda da aslında odaklandığımız ve yola çıktığımız nokta, pratiklerden hareket etmek oluyor.
AG: Hem bu projeye hem de Enstitü’nün kuruluşuna, adına, çalışma yöntemlerine ve üretimlerine farklı seviye ve şekillerde ilham olmuş birçok eser ve sanatçı var. Bunlardan belki ilki ve en önemlisi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü. 1954 gibi erken bir tarihte gazetede tefrika halinde yayınlanmaya başlayan kitabın Enstitü üzerindeki etkisi bir kelimeden fazla. Kitapta “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün ilk kurulduğundaki birkaç masa ve bir telefondan ibaret yazıhanesi tasvir edilir. Bu enstitü esas amacını ancak üzerine iş alarak, bazı şeyleri üzerine vazife ederek belirler. Ancak kurulduktan bir süre sonra gerçek kimliğini kazanır. MSE de benzer bir şekilde iki kişinin gündelik dilde yer etmiş “alabildiğine, yoğun akıcı, üç vakte kadar” gibi birtakım muğlak standartları listelemeye başlamasıyla ortaya çıktı.
Bugüne dek farklı mecralarda ve içeriklerde çalışmalar ürettik. Muğlak standartların tarif ve temsillerine odaklanan bir dizi çalışmanın ardından Gündelik Hayat Çalışmaları Yayın No.1 kitabını çıkardık (Gürpınar, Cürgen ve Öztunç, 2017, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları). Enstitümüz farklı konuların muğlak standartlarını ele alan sandıklardan oluşan ilk kapsamlı sergisini, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlediği ve Jan Boelen’in küratörlüğünü yaptığı, 4. İstanbul Tasarım Bienali’nde gerçekleştirdi. Ardından bu bienal içerisinden seçilen bir grup işle birlikte, Okullar Okulu temasıyla 2019’da önce Luma Days kapsamında Fransa, Arles’da, ardından Belçika Genk’te C-Mine kültür kompleksinde sergilendi. Aynı yaz, bu kez bireysel olarak, Elektriğin Muğlak Standartları sandığı ile Kudüs Tasarım Haftası’na katıldık.
Bu yolculuğun bizi getirdiği önemli bir kırılma noktası, Art Institute of Chicago Mimarlık ve Tasarım Koleksiyonu Direktörü ve aynı zamanda 3. İstanbul Tasarım Bienali küratörü Zoë Ryan’ın MSE’yi Franke/Herro Design Series’in üçüncü sergisi olarak Art Institute of Chicago’ya davet etmesi oldu. İlkinde Max Lamb’ın, ikincisinde Christien Meindertsma’nın davet edildiği bu serinin üçüncü sergisini gerçekleştirmek bizim için epey gurur verici oldu. Üretim ve hazırlık sürecimiz, pandemi uzatmasını da sayarsak, yaklaşık iki yıllık bir zaman dilimine yayıldı. Bu sergi için hem daha önce ürettiğimiz işleri yeniden ele aldık ve geliştirdik, hem de yeni sandıklar, grafik ve video işleri ekledik. “Enstitü içinde Enstitü” adlı bu sergide Art Institute of Chicago’nun arşivlerini de tarayarak dünyanın bu en büyük müzelerinden birinin koleksiyonu ile paralellikler kurduk. Serginin ardından Besinin Muğlak Standartları sandığı, sandıklara eşlik eden yirmi dört adet poster ve bir video çalışması Art Institute of Chicago kalıcı koleksiyonuna dahil edildi.
CC: 2021 yazında MSE’nin kurucuları olarak İngiltere'ye taşınmamızla birlikte enstitünün merkezi de Türkiye’den İngiltere’ye taşınmış oldu. Enstitünün taşınabilirlik, esneklik ve hafiflik gibi prensiplerinin yardımıyla hemen 2022 yılının başında, şu anda çalışmakta olduğumuz Loughborough Üniversitesi'nin sanat galerisinde de bir sergi gerçekleştirdik. Aynı yılın yazında, bu kez zaman temasını öne çıkararak, tasarımın geçiciliği ve uçuculuğu konusunu ele alan Şimdilik başlıklı Kudüs Tasarım Haftası’na yeniden katıldık. Zaman ve onun muğlak standartları konusundaki çalışmalarımız, bizi farklı bir ölçek ve formatta olan kamusal sanat projesi Yanköşe’ye getirdi.
Peki Balık Kavağa Çıkınca nasıl ortaya çıktı, bu büyük duvar için bu projeyi tasarlamaya nereden başladınız?
AG: Zaman konusu belki de muğlaklıklar içinde en muğlak kavramlardan biri olarak her zaman MSE’nin üzerinde çalıştığı konulardan biri oldu. İnsanın ve insanlığın zaman ile tuhaf ve kendine has bir ilişkisi var. Özellikle son iki yüzyıldır zamanın tam ölçümü, dakik fragmantasyonu ve kusursuz senkronizasyonu için ciddi zaman ve enerji harcandı. Zamanın izafiyeti sadece bilimsel bir mefhum değil, sosyal ve kültürel bağlamla da son derece yakından ilişkili. Zaman, kronometre ve çalar saat gibi nesnelerle hassas olarak; kum saati, yumurta zamanlayıcısı gibi nesnelerle kabaca ölçülebilir, ifade edilebilir, parçalara ayrılabilir. Bu muğlaklık kendini sadece maddi kültürde değil dilde de gösterir.
Bu muğlaklığın fark edilmesi bir mesele; ancak daha önemlisi onun ifade edilebilmesi, maddeleştirilebilmesi, anlatılabilmesi. Bunun için hem kitleler tarafından anlaşılabilir, ortak hafızaya ve kültürel kodlara temas edebilir, hem de belli bir derinliğe ve karmaşıklığa sahip bir proje geliştirmemiz gerekiyordu.
Buradan hareketle, şimdi İstanbul’un en işlek yerlerinden birinde, tramvay, vapur ve otobüsün kesiştiği, insanların ve araçların zamanla yarıştığı bu noktada, duvarlarda yer alan LED ekranlarda Zamanın Muğlak Standartları beliriyor. Şehrin her yerinden, görsel olarak aşina olduğumuz bu ekranlarda, zamanın matematiksel tercümesi neredeyse imkânsız gündelik fragmanları ve muğlak ifadeleri yanıp sönüyor, kayıyor, akıyor, kesişiyor, görünüyor ve kayboluyor.
Yanköşe’de sergilediğimiz hareketli LED ekranlardan oluşan bu yerleştirmede, zamanın kesin ve keskin olarak ölçülüp parçalanabilenin dışında, izafi algı ve kültürel çağrışımlar ile de belirtilebileceğini göstermek fikrinden yola çıktık. Zamanın fiziksel olarak temsil edilemeyen, geçici fragmanları LED ekranlarda temsil ediliyor. Bunların arasında, göz açıp kapayıncaya kadar, oynanmamış kabul edilen süre, fi tarihi ya da fal bakarken kullanılan, saatlere, günlere, haftalara ya da aylara işaret ediyor olabilecek üç vakit gibi kavramlar da bulunuyor.
Zaman üzerine odaklanan bu projenin, İstanbulluların ve hatta turistlerin, toplu taşıma ya da şahsi araçlarla, bazen de yaya olarak sıkça geçtikleri, bir yerlere yetişmeye çalışırken sıkışan trafikte zaman kaybettikleri, günlük koşturmacanın merkezinde bir semt olan Kabataş’ta yer alması da hayli manidar. Projenin içeriğine karar verme sürecinde duvarın bulunduğu semtin de etkisi oldu mu?
CC: Kesinlikle! Avşar’ın da bahsettiği gibi, referanslarımızın başında şüphesiz Tanpınar ve onun Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitabı geliyor. Kurmaya çalıştığımız bağlantıları bu kitaptan bir alıntıyla ifade edebiliriz: “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Bu da gösterir ki zaman ve mekân, insanla mevcuttur.” Yani insan zamanın ve mekânın içinde bulunan bir öğe değil, bizzat zamanın ve mekânın kurucusudur.
Projenin Beşiktaş-Karaköy aksının ortasında yer alması hem fikir hem de mecraya dair kurmak istediğimiz bağlantıları da belirliyor. Burası aynı zamanda Dolmabahçe Sarayı’ndaki muvakkithaneye ve saat kulesine çok yakın. Aksın diğer tarafına, Tophane (Nusretiye) Saat Kulesi’ni de görüyoruz. Bu Osmanlı eserlerinin, dönemin modern kentinin habercileri olduğunu da söyleyebiliriz. Yanköşe’nin konumu Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile kurmaya çalıştığımız ilişkiyi tarihsel ve coğrafi bağlamda güçlendiriyor. Aksın diğer ucundaki Karaköy ise LED tabela teknolojisinin İstanbul’da en erişilebilir ve görünür olduğu yerlerden biri. Enstitünün ilk zamanlarından beri Selanik Pasajı’nda, Menevşe Han’da, Ömer Abed Han’da, Perşembe Pazarı’nda epey zaman geçirdik. Sadece alışveriş yapmadık, aynı zamanda bu türden teknolojilerin kullanımının çeşitli imkânlarını ve üretim araçlarını da bu hanlardaki dükkanlardan öğrendik. Aksın bir ucu [Beşiktaş] içerik ve estetiğe dair, diğer ucu [Karaköy] ise, teknik, teknoloji ve biçime dair referanslar barındırıyor diyebiliriz.
Bir alanın kentin ulaşım ağları içinde nereye denk düştüğü, kentin diğer hangi alanları ile doğrudan ilişkisi olduğu veya olmadığı, orayı anlayabilmek için önemli. Zira zaman, süre ve kentsel bağlamın kavranışı da diğer her şey gibi çok boyutlu ve göreceli. Yakın çevredeki kara ve deniz toplu taşıma hatları, bu ağların kesişimi ve kullanım yoğunlukları projenin içerik ve sergileme yöntemlerine dair kararlarımızı doğrudan etkiledi.
Muğlak Standartlar Enstitüsü’nün önceki işlerinde, başka bir formatta olsa da tabela kullanımı olmuştu. Perşembe Pazarı’ndan Kabataş’a uzanan sahil şeridi, hırdavatçılar, zanaatkarlar ve çeşitli küçük esnaf ve ofis için de merkezi bir yer olan, tabelalarla dolu bir bölge. Burada 240 m2’lik bir duvarın metrelerce büyüklükte tabelalarla donatılmasının semte güzel bir selam olduğunu düşünüyorum. Açıkhavada böyle bir iş tasarlarken, çeşitli hava koşullarını göz önünde bulundurup, elektronik detayları da planlarken, bu büyük tabelaları asmakta ne gibi zorluklar yaşandı, prodüksiyon kısmında neler oldu biraz anlatır mısınız?
AG: MSE’nin daha önceki işlerinde tasarım kararlarındaki önceliğimiz ve esas derdimiz bilgi ve onun söylemini kuran nesneleri her zaman kompakt ve taşınabilir olarak sunabilmekti. Böylece her iş, her sergi, her zaman kısa sürede kurulup kaldırılacak, dünyanın diğer yerlerine taşınıp oralarda da sergilenebilecekti. Bu da bizi belli ölçülerde tuttuğumuz, bir örnek ahşap sandıkların hacmi içerisinde bir yerleşim ekonomisi yapmaya zorluyordu. Zor ama keyifli bir dert. Muğlak standartları ele alan sandıkların son derece mutlak standartları olması da oldukça ironik tabi.
Bu proje ise bugüne dek standart haline getirdiğimiz taşınabilirliğin, kompakt tasarım kararlarının ve aşina olduğumuz ölçeklerin adeta ters yüz edilmesi demekti. Çalışmaya başladığımız ilk günden beri Yanköşe’nin 20 metreyi aşan yükseklikte ve 8 metreyi bulan genişlikteki duvarları, kamusallığının yanı sıra ebadıyla bizde hem heyecan hem de kaygı yarattı. Sonunda duvarı [-ları] iki sokağın kesişiminde yer alan bir binanın köşesi gibi düşünmeye karar verdik. İstanbul’da sonsuz sayıda olan bina köşelerinden, iş merkezlerinden birini hayal edin, her katta birkaç farklı dükkan ve şirket var. Her birinin penceresinden envai boyut ve şekilde LED tabela dışarı doğru uzanıyor. Hepsi başka bir ürüne, hizmete, servise referans vererek yoldan geçenlerin ilgisini cezbetmeye çalışıyor. Şimdi bu binanın iki cephesinden tutup kesiştikleri kenardan içeri doğru katlayın. Öyle ki, iki duvar arasında negatif bir hacim oluşsun. İşte hayal ettiğimiz görünüm bu idi.
Bu tür büyük projelerde, hayal edilenle gerçekleştirilen arasında çoğu zaman büyük farklar olur. Bunlar genellikle sanatçı tarafından feragat gerektirdiğinden çok da istenmez. Bu proje ise daha en başta yaptığımız eskizlerin neredeyse tıpatıp aynısı oldu. Bunun böyle olabilmesini sağlayan, Habib Bolat, Erdoğan Morgül ve Dmitriy Arslan’dan oluşan, son derece özenli ve disiplinli iş etikleri ile Fiksatif ekibi başta olmak üzere, Leon LED’den Reyhan Kaya’ya, Kahve Dünyası ekibine, Elif Güven ve Elif Evsen’e, Kahve Dünyası teknik ekibine, destek ve yönlendirmeleri için Seçici Kurul’un değerli üyelerine, ve tabii ki Proje Koordinatörü olarak sana ve süreçte emeği geçmiş tüm enstitüdyenlerimize sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.
Avşar’ın oyuncaklara karşı özel bir ilgisi olduğunu biliyorum; ancak ikinizin de oyuncaklı işlere, kelime oyunlarına, gündelik hayatta küçük detaylar üzerinden yarattığınız hikâyelere aşinayım ve severek takip ediyorum. Tabelalarda yer alan, zamanı betimleyen kelimeleri de tabelada farklı hızlarda ve farklı yönlerden belirecek şekilde tasarlayarak, adeta oyun içinde oyun yarattınız. Bu oyun kavramı sizin için neden bu kadar önemli?
AG: Oyunlar ve oyuncaklar kadar zihnimizi diri tutan çok az şey olduğunu düşünüyoruz. Oyun ve oynama hissi sadece insanların değil hemen tüm varlıkların bir içgüdüsü, aynı zamanda da bir iletişim kurma biçimi. O yüzden hem sürekli oyun oynamak istiyoruz hem de oyun oynadığımızda genellikle kendimizi daha iyi hissediyoruz. Bazen yenilsek de bu bir oyun olduğu için çok üzülmüyor, tekrar deneyip daha iyi yeniliyoruz.
Enstitünün kendisi de neredeyse bir oyun. Bir yaz sabahı kendi aramızda muğlak ifadeler bulmaca oynarken, biz fark etmeden başlayan şey, Muğlak Standartlar Enstitüsü’ne dönüştü. Enstitünün tarihi ve kurgusu yanında ürettiği işler de oyunlu ve oyuncaklı.
Balık Kavağa Çıkınca’da da izleyici için ufak bir oyun mevcut. Tabelalarda görünüp kaybolan 330 ifade bu 17 tabelaya rastgele yerleştirilmedi. Aslında her tabelanın bir bağlamı var. Söz gelimi modern hayatın muğlak zaman ifadeleri iki numaralı tabelada yer alıyor. İçinde zaman kelimesi geçen ifadeler beş, aciliyet ya da çabukluk ifadeleri ise sekiz numaralı tabelalarda. Diğer on dört konu tabela eşleşmesini bulmayı da izleyiciye bırakalım.
Şimdiye kadar kapalı alanlarda sergilemeler yapmış bir ekip olarak kamusal alanda çalışmak nasıl bir deneyim? Kapalı alanda seyircinin göremediği kurulum sürecinin burada kamuya mal olan bir deneyime dönüşmesi nasıldı? Kurulum esnasında gelen geçenlerden bir yorum geldi mi?
AG: Kamusal alanda iş yapmak çok ferahlatıcı, püfür püfür, bir de aylardan Nisan ise hafif nemli bir deneyim. Şaka bir yana, bir yandan çok heyecan verici ancak diğer yandan hafif kaygı ve korkuya da yol açma ihtimali var. Vince izin çıkacak mı? Yağmur yağacak mı? Bu akşam bitecek mi? Sağlam duruyor mu? Ya da: Yoldan geçenler bakıyor mu? Yüzlerinde nasıl bir ifade var? Beğenmiş gibi mi duruyorlar, yoksa yadırgadılar mı?
Sonuç olarak herkesin insanüstü çaba ve çalışmaları sonucu hiçbir aksaklık yaşamadan kurulumu tamamladık. Neredeyse tüm hayatımızı geçirdiğimiz şehre bu sefer misafir olarak gelmek, o şehrin içinde, tabiri caizse tam göbeğinde durmak, tasarlamak, üretmek ve kurmak çok farklı ama harika bir deneyimdi.
Gün içinde yayaların, arabaların, toplu taşıma ile hareket halinde olan insanların çok sık kullandığı bir güzergahta yer alan bir bina için tasarladığınız bu projeye izleyicinin nasıl tepki vereceğini düşünüyorsunuz?
CC: Daha proje asılırken, ilk tabelanın ışıkları yandığı anda yoldan geçenlerin dikkatini cezbetmeyi başardık, telefonlar çıkarılmaya ve ekranlar fotoğraflanmaya başlandı. Işıklanan tabela sayısı artmaya başlayınca bu sefer daha meraklı, işi çözmeye çalışan bakışlar belirdi. Benzer şekilde tramvay yolcularının tabelaları fark ettikleri anda kafalarını çevirip daha dikkatli incelediklerini gördük. Yazıların Galataport’tan, Sarayburnu'ndan geçen vapurlardan dahi kısmen görünüp okunabildiğini duyduk. İş kurulup çalışmaya başladıktan sonra çok sayıda insanın fotoğraf çekip, video paylaşmasından da sevinç duyduk. Sanıyor ve umuyoruz ki bu çalışma ortak hafızamızda çabucak yer edecek ve ebediyen olmasa da uzun zaman hatırlanacak, ya da en azından üç vakte kadar unutulmayacak.
Commentaires