top of page

Avignon tiyatro günlüğü


Bu yıl 72. kez düzenlenen Avignon Tiyatro Festivali, her temmuz ayında dünya tiyatro sahnesinin majör yönetmenlerinin yeni oyunlarını tiyatro profesyonelleri ve seyircileri ile buluşturuyor. Aylin Alıveren, bu Ortaçağ kasabasının tiyatroya adanmış günlerini ve festivalin başat oyunlarını değerlendirdi

Kreatur, Fotoğraf: Christophe Raynaud de Lage

Festivalin bu seneki açılış oyunu Fransızların son yıllardaki ‘harika’ çocuğu Thomas Jolly’nin rejisiyle Seneca’nın Thyestes’i oldu. Daha önce sahnelediği iki Shakespeare oyunuyla ilgi odağı olmuş olan yönetmen bu kez oldukça sert, içinde çocuk katli ve yamyamlık gibi temalar olan, antik mitolojiden gelme en ağır aile tragedyalarından birini tercih etmiş. Klasik tragedyaları günümüz popüler kültürüne referans veren bir görsellik ve anlayışla birleştiren rejiler yapmakla ünlü Jolly, bu sahnelemede de kendi üslubundan vazgeçmiyor. Papalar Sarayı’nın avlusuna kurulan festival ana sahnesi, sağ ve sol taraflarına yerleştirilmiş, adeta trajik yüceliğin yıkımını imleyen bilekten kesik bir el ve devrilmiş bir insan kafası ile karşılıyor seyirciyi. Oyunun açılışında Japon korku geleneğinden ve No tiyatrosundan feyz almış gibi bir kostüm ve makyaj tasarımı ile öç tanrıçalarından Megaira ve yüzlerinde onlara kanlı hayaletler izlenimi veren maskeleri ile bir çocuk korosu sahneye geliyor, ve oyun başlıyor. Sahnenin ortasından, yer altından yeşil parlak bir sürüngen gibi Tantalos’un hayaleti dışarı uğruyor, torunlarının başına gelecekleri dinleyip acıyla cehennemine dönüyor. Jolly ikizinden intikam alan Atreus rolünde civciv sarısı takımı ve başında yeşil pleksiglas tacı ile kardeşinden nasıl intikam alacağını anlatıyor. Korobaşı rap yaparak hikayeye dahil oluyor. Canlı icra edilen elektronik müzik rejinin kurduğu atmosferin modern trajik duygusunu desteklemekte. Bu kadar karanlık bir hikayeyi böylesine stil, ışık ve renk cümbüşü ile anlatmak doğrusu büyük cesaret. Bu üslubun hikayenin trajik duygusunu yok etmediğini görmek şaşırtıcı ve büyüleyici. Yine de Jolly rejisini biraz daha süsten arındırsa bu şaşırtıcı uyum belki daha çok izleyiciye ulaşabilir. Bu haliyle oyun kremalı bir pasta gibi ve trajik boyut ister istemez krema katmanları arasında kendisine zor yol buluyor.

Thyestes, Fotoğraf: Christophe Raynaud de Lage

Festivalin en göz alıcı yönetmenlerinden biri ise Milo Rau idi. Daha önce Hate Radio (Nefret Radyosu) ile Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’ne katılmış olan İsviçreli yönetmen Avignon’da La Reprise - Histoire(s) du théâtre (I) (Yeniden ele alma - Tiyatro tarihi(leri) I) ile yer aldı. Oyun 2012’de Liege’de bir barın önünden arabayla alınıp, götürüldüğü yerde ölümüne dövülen homoseksüel bir genç adamın cinayetini konu alıyor. Milo Rau bir yandan bu toplumsal suç hikayesinin her yönünü, bu hikayeyi yaşamış, parçası olmuş olan tüm insanları bize tanıtıyor. Diğer yandan da bu hikayeyi bize sunduğu araç olan tiyatro sanatını; bir yöntem olarak etkisi, sınırları ve ihtimalleri ile değerlendiriyor. Adeta iç içe geçmiş bir anatomik inceleme izliyoruz. Suçun özneleri ve tiyatronun özneleri gözlerimizin önüne seriliyor. Birbirlerini gözlemliyorlar gibiler. La Reprise - Histoire(s) du théâtre (I), şimdiye dek seyrettiğim en etkili oyunlardan biriydi. Göz boyamayan, etkileyici değil, etkili. Oyundan çıktığınızda homofobi, nefret kültürü, kötülüğün sıradanlığı üzerine düşündüğünüz kadar oyunun tiyatro sanatı nedir, nasıl işe yarar sorularına aradığı / verdiği cevaplar üzerine de bir o kadar kafa yoruyorsunuz. Oyunun kurbanlara duyduğu saygıyı, politik kara mizahı nasıl da dozunda kullandığını, klasik dramatizasyonu kıran kendine özgü bir yabancılaştırma biçimi sayesinde normalde seyircinin izlemekte zorlanacağı fiziksel ve duygusal şiddeti nasıl da belli bir mesafede tuttuğunu hayranlıkla gözlemlememek mümkün değil. Ama bir yandan da yönetmen ve ekibi el birliğiyle seyircinin kurbanla(rla) kuracağı duygusal yakınlığı da engellememeyi başarıyorlar. Milo Rau, asla kuru ve didaktik olmadan, seyircinin bam teline basan ama onu kışkırtmaktan imtina eden, düşünmesini sağlayan oyunları ile günümüzün politik tiyatro üretimi içindeki en heyecan verici işlere imza atıyor.

La Reprise - Histoire(s) du théâtre (I), Fotoğraf: Christophe Raynaud de Lage

Daha önce sahneye uyarladığı Houellebecq’in Les Particules élémentaires (Temel Parçacıklar) ve Bolaño’nun 2666 romanları ile hatırı sayılır bir ün kazanan Julien Gosselin bu sene festivale Amerikalı romancı Don DeLillo’nun Joueurs, Mao II, Les Noms (Oyuncular, Mao II, İsimler) adlarındaki üç ayrı romanını arasız on saatlik bir temsille sunarak katıldı. DeLillo, romanlarında Amerikan toplumunun tüketim merkezli tavrını, kapitalist anlayışı, totaliterliği işleyen bir yazar. Gosselin de eski klasiklerden ziyade günümüz toplumunu, siyaseti, hayatı modern yazarların eserleri ile anlatmayı tercih eden bir yönetmen. Edebiyatın, sahnede ama bir film estetiği ile buluştuğu oldukça zorlu bu maratonda oyuncuların tempolu ve çok başarılı performansları yönetmenin hayalini gerçekleştirmesi için taşıyıcı güç olmuş. Sahneyle seyirciyi ayıran duvarın arkasına kurulan canlı çekim platosu yönetmene romanda adı geçen tüm mekanları ve kalabalık, aksiyonlu sahneleri film mantığıyla gerçekleştirme şansı veriyor. Seyirciler bu duvarın arkasında canlı oynanan oyunun çoğunu duvarın üstündeki ekranlardan izliyor. DeLillo’nun romanlarında, imaj teknolojilerinin kapitalizmin kendini gerçekleştirme ve güçlendirme yöntemlerinden biri olduğunu temalar arasında okumak mümkün. Kapitalizmin görüntü politikalarını eleştiren bir yazarı sahnelerken film estetiğini kullanmak o yazarın bir eserini sinemaya uyarlamaktan daha doğru belki de. Ne de olsa tiyatro yapısı gereği, kapitalizmin yayılmasını sağlayan çoğalma teknolojilerine boyun eğmeyen bir üretim biçimi. Gosselin bu sayede bu temaları parlatan bir ironi yakalamış.

Bu sene kariyerinin 25. yılını kutlayan Alman koreograf Sasha Waltz ise Kreatur adını verdiği eseriyle Avignon’daydı. Elektronik müzik topluluğu Soundwalk Collective’in müziği eşliğinde modern insanın bilinçaltına uzanan, görselliği çok çarpıcı ve oldukça karanlık bir koreografik anlatı izledik. Ekip İris Van Herpen tasarımı beyaz kozaları andıran kostümlerle sahneye girdi. Koreografinin ışık, müzik ve giysi tasarımları ile beraber oluşturduğu atmosfer büyüleyiciydi. Kreatur, insanın temel korkularını, bir topluluğun bir arada yaşama ve uyum çabalarını en ham haliyle ve müthiş zarif bir estetikle biçimlendirmişti. Özellikle simsiyah, üstünde dikenler olan, bir deniz kestanesini andıran kostümüyle sahneye gelen dansçının herkesi taciz edişi gibi benzeri gerilim anlarının oluşturduğu güçlü bir dramatik tansiyonu vardı. Sasha Waltz seyircisine sadece estetize edilmiş anlar sunmuyor, kişinin benliğinin en dip kısmına dokunuyor. Temsil, bu tekno modern dünyada atalarımızdan kalma pagan korkuların, arzularımızın, hayatta kalma içgüdümüzün resmi geçidiydi adeta.

Kreatur, Fotoğraf: Christophe Raynaud de Lage

Tiyatro dünyasının en üretken yönetmenlerinden Ivo Van Hove bu kez festivale genel sanat yönetmeni olduğu Toneelgroep prodüksiyonu bir oyunla katıldı. Hollandalı yazar Louis Couperus’un 1900’lü yılların başında yazmış olduğu De Dingen Die Voorbijgaan (Gelip geçen Şeyler) isimli roman kuşaktan kuşağa geçen, aşkın yıkıcı gücüyle biçimlenen bir aile trajedisi. Heyecan verici bir sadelikte ve seyirci üzerinde çok güçlü duygusal etki kuran bir oyun izledik. Sahne arkasında duvar yerine kocaman bir ayna yerleştirilmiş. Sahnenin iki yanında ise, yüzleri birbirlerine dönük siyah sandalyeler tek sıra halinde dizili. Sandalyelerin arkasından ise önce üstündeki şekilleri çok iyi tarif edemediğimiz, elle çizilmiş çamurdan insan portrelerinin olduğu ayaklı cam paneller var. Simsiyah giyinmiş oyuncuların üstlerindeki kostüm tasarımları hem geçmiş hem bugüne dair çok zamanlı bir duygu uyandırıyor. Bu oyun güçlü kadın karakterlerin böylesine farklı resmedildiği, aşkın sebep olduğu suç ve günahların kadını seyredenin gözünde şeytanlaştırmadığı, aksine acının derinlemesine her kuşağı nasıl sarıp sarmaladığını anlatan hikayesiyle benzerlerinden ayrılıyor. Van Hove bir romanın duygusunu, volümünü yitirmeden bir sahne temsili olarak nasıl bir estetik ve formla sahnelenebileceği üzerine adeta bir tiyatro dersi veriyor.

De Dingen Die Voorbijgaan, Fotoğraf: Christophe Raynaud de Lage

Mısırlı yönetmen Ahmed El Attar da festivalin yabancısı değil. Mama (Anne) isimli oyunda Mısırlı bir burjuva ailesinin ev içi yaşamına tanık oluyoruz. İnce tel blokların arkasından sarkan tüllerle oluşturulmuş bir sahne çerçevesinin içine Mısırlı bir burjuva evinin oturma odası sade ve gerçekçi bir dekor anlayışı ile yerleştirilmiş. Arap toplumunu oluşturan patriyarkal dünya içinde anne figürünün bu patriyarkaya katkısını tartışmayı amaçlayan metin, olanı göstermekten öteye gidemiyor doğrusu. Annenin çok sevilme ve sevme isteği, kocası, çocukları ve gelini ile kurduğu ilişki Ortadoğu’ya dair bilinen klişeleri tekrarlıyor. Hikayenin sonunda özgür davranma eğiliminde olan küçük kız torun nişan yapılarak zapturapt altına alınıyor, babanın ölümü ile anne oğlunun evinin bir köşesine sığınıyor, gelin annenin yerini alıyor ve döngü devam ediyor.

Mama, Fotoğraf: Christophe Raynaud de Lage

Savaşlar ve kimlik politikaları sonucu ülkelerini terk etmek zorunda kalmış göçmenlerin gerçek hikayeleri üzerine kurulu Il pourra toujours dire que c'est pour l'amour du prophète (Her zaman peygamberin aşkına olduğunu söyleyebilir) oyununun yönetmeni ise İran kökenli bir Fransız olan Gurshad Shaheman. Oyun zifiri karanlıkta başlıyor ve sahne çok çok yavaş aydınlanıyor. Üstelik oldukça hareketsiz bir akış var. Performansçılar sahnede oldukları yerde kalıyorlar bütün temsil boyunca. Çoğu yerde oturuyor. Hepsinin elinde mikrofonlar var. Reji muhtemelen mizansenin hikayelerin önüne geçmesine engel olmak istemiş. Öyküleri duymamızı, dinlememizi istiyor. Ama geçişlerde de hikayeleri üst üste bindirmeyi tercih etmiş. Biri hala konuşmaya devam ederken diğeri de hikayesini anlatmaya başlıyor. Bu iç içe geçme hali kimi hikayelerin başını ya da sonunu kaçırmanıza sebep oluyor. Hikayelerin hepsi çok sade, çok doğal bir dille kaleme alınmış. Shaheman’ın hikayenin gerçek anlatıcısına sadık kaldığını, fazladan bir melodrama aşkının peşine düşmediğini söyleyebiliriz. Rejinin dramatik vurgu alanlarında çok oyalanmayan bir anlatım dili var. Her hikaye kendi ağırlığınca sahnede yer alıyor. Hikayelerini dinlediğimiz kişilerin hemen hepsinin yolu Türkiye’den de geçmiş. Türkiye topraklarından geçip Avrupa’ya gelen çok genç bir delikanlının hikayesi adını veriyor oyuna. Burada aşık olduğu ve beraber olduğu evli bir adamı geride bırakmış. Ama hala ara ara haberleştiklerini anlatıyor bize. Onun da kendisini sevdiğini, ama küçük çocukları olduğunu ve bırakamadığını, belki bir gün buluşacaklarını umduğunu söylüyor. Ve sevgilisinin kendi adını dövme yaptırdığını. Gülümsüyor. Çünkü adı Muhammed. Biri dövmeyi görse ve sevgilisi yakalansa bile fark etmez, nasılsa Her zaman peygamberin aşkına olduğunu söyleyebilir.

Il pourra toujours dire que c'est pour l'amour du prophète, Fotoğraf: Christophe Raynaud de Lage

Festivalin son haftasının gözde temsillerden biriyse Molière’in Tartuffe adlı oyunuydu. Oyunun başlamasından hemen önce bir çok seyirci ayağa kalkıp sahne önüne gidip fotoğraf çekti. Gerçekten de sahne tasarımı, insanı buna yönlendirecek denli görkemli. Ön taraftan arkaya doğru kademeli şekilde yükselen, labirentimsi; tıpkı 17. yüzyılda nam salmış simetrik Fransız bahçesi tarzına uygun bir bahçe sahneyi kaplamış vaziyette. Bu bahçenin içine buzdolabı, üstünde laptop olan bir masa gibi ev eşyaları da serpiştirilmiş. Tam ortadan, tepeden sarkan kocaman kristal bir avize de bu bahçe / ev dekorunu tamamlıyor. Görsel olarak göz doyurucu bu dekor metnin talep ettiği, kaçma, kovalama, gizlenme tipi aksiyonlara da nefis bir alan sağlamış. Daha önce Bulgakov romanlarından yaptığı rejilerle tanınan, Mayenburg gibi güncel yazarları da sahneleyen Litvanyalı yönetmen Oskaras Koršunovas, çok hareketli bir rejiye imza atmış. Bu oyunda da yine canlı video çekimini kullanan, böylelikle sahne arkasını rejiye katan bir sahneleme tarzıyla karşı karşıyayız. Festival sayesinde bu canlı video kullanma biçeminin milliyet fark etmeden yönetmenler arasında son zamanlarda ne kadar yayılmış olduğunu fark ediyorsunuz. Moliere’in metnini bugüne taşımayı büyük ölçüde eğlenceli ve bugüne ait bir mizah ile kotaran reji, sona doğru meseleyi Tartuffe karakteri üzerinden Hitler imgesine bağlamaya çalıştığı yerde dramaturjik olarak çok zorlama bir yola sapıyor.

Tartuffe, Fotoğraf: Christophe Raynaud de Lage

Avignon’un en ilgiye değer yapımlarından biri ise Sofokles’in Antigone oyunuydu. Festivalin genel sanat yönetmeni Olivier Py’nin Enzo Verdet ile birlikte yönettiği Antigone’un oyuncuları Avignon’daki Le Pontet hapishanesinin erkek mahkumları. Bir süredir bu hapishanede tiyatro atölye çalışmaları yapan Py daha önce yine mahkumlarla Zincire vurulmuş Prometheus ve Hamlet sahnelemiş ancak bu oyunların hiç biri Antigone gibi ana festivalde yer bulmamış. Bu sonuç, yıllara yayılan bir çalışma ve emek ürünü. Bundan iki bin beş yüz yıl önce Sofokles’in kaleme aldığı metin, adalet kavramını insani değerler ve devlet değerleri üzerinden tartışan yapısıyla en güncel tekstlerden biri olma özelliğini koruyor. Oyun son derece sade bir tasarımla, üç tarafı seyir yeriyle çevrili bir yükselti üstünde, fonda ‘Yakıp yıkılmış bir şehrin binalarına dair kocaman bir görselin önünde dekorsuz oynanıyor. Bu oyunun içindeki bütün etik tartışma, maneviyat ve hukuk çatışması, adaletin manası sahnedeki mahkum / oyuncuların son derece güçlü performanslarıyla daha da bir insanın aklına kazınıyor. Sadece erkeklerden oluşan kast güçlü ve tempolu bir yorum ortaya koymakla yetinmiyor, özellikle Antigone ve İsmene’yi oynayan oyuncuların farklı cinsiyet rollerini yorumlarken müthiş bir doğallıkla rolün inceliklerine yatkın oluşlarıyla da şaşırtıyor.

Antigone, Fotoğraf: Christophe Raynaud de Lage

bottom of page