top of page

Ass land ya da tersine dünya

Nilbar Güreş'in 13 Kasım 2020 - 15 Ocak 2021 tarihleri arasında gerçekleşen Galerist’teki ikinci kişisel sergisi The Sea Said Okay kuir bir imge yaratmanın, bu imgelerden örülmüş bir dünyadaki yaşananları paylaşmanın yolunu yordamını araştırıyordu


Yazı: Murat Alat


Nilbar Güreş, Hello, 2020, Karışık teknik, Yerleştirme,

260 x 142 x 45 cm, Fotoğraf: Reha Arcan



Nilbar Güreş’in işlerinde benim için aşikâr olan bir şey var o da Güreş’in kuir bir imgeye giden yolu çok iyi bildiği. Bugüne kadar ürettiği serilerde her ne kadar birbirinden farklı araçlar ve teknikler kullansa da, her seferinde karşımıza kuir imgeler çıkarmanın yolunu buluyor. Peki, imgenin kuir olması ne demek? Böyle bir imge mümkün mü? Bakan/bakılan, özne/nesne, aktif/pasif, eril/dişil gibi ikili zıtlıklar üzerine kurulu temsil düzeneği nasıl olur da bu ikilikleri kabul etmeyen, ikiliklerin ayrıştırıcı yasasının tersine işleyen bir imge üretmeye izin verir? Elbette sadece imgelerin imledikleri şeylerin kuir olması, anlatılan hikâyenin ikili bir sembolizmin dışına çıkması yeterli olmaz. Kullanılan dilin kendisinin de kuirleşmesi gerekir. Kuir bir imge ürettiğini iddia ettiğim Güreş bunu nasıl beceriyor? Formları bozmanın, çizgileri rotalarının dışına çıkarmanın, dilin sentaksını kırmanın etkili ve bilinen yollar olduğu kesin; ama bu oyunların hiçbiri, imgeler temsilin sınırları içinde kaldıkları sürece yeterli değil. Bu yazının odağında olan, Güreş’in The Sea Said Ok başlığı altında bir araya topladığı işleri de bu sorunsalı çıkış noktasına koyup temsil düzeneğinin gardını düşürüyor ve yakaladığı anlık aralıkta etrafa kuir imgeler salıyor.


The Sea Said Ok namevcut bir çağın; doğa ile kültürün ayrılmadığı, özneyle nesnenin arasında hiyerarşinin olmadığı bir diyarın bizim dünyamıza bordalaması. Bu diyar bir cennet bahçesi. Bağrındaki tüm varlıklar özgürce, neşe ile birbirleriyle oynuyor, varoluşlarından haz alıyor. Yine de semavi dinlerin anlattığı cennetin aksine ideal, yaralanmamış bedenlere yer vermiyor. Burada arkaik beden imgelerinin sınırları belirsizleşiyor, mükemmellikleri bozuluyor, yerlerine sınır ihlalleri yapan trans bedenler geçiyor. Güzellik tamlıkta değil; yarılmışlıkta, akışkanlıkta, bir formdan bir başka forma metamorfozda vuku buluyor. Mutluluk sükutta değil hareketin içinde beliriyor. Bundan mütevellit Nilbar Güreş’in cennet bahçesi zamanın ve mekânın ötesinde, aşkın bir konumda değil; şimdi ve burada, biz fanilerin arasında imkân buluyor. Güreş, toprakları olmayan bir diyarı, sergide olan bir işine referansla Ass Land’i bizim dünyamıza katıyor, bu hayali diyar bize dokunarak bedenleniyor.



Nilbar Güreş, Solda: Size Matters, 2020,

Sağda: The Sea Said Okay, 2020



The Sea Said OK’in her ne kadar deneyimlendiği anda ve mekânda açığa çıktığını iddia etsem de bu diyarı oluşturan ayrıksı imgeler, bakanı zorunlu olarak ötelere taşıyan temsilin olasılıkları dahilinde çatılıyor. Elbette bir sanatçı mevcut, varlığı gizlenmiyor, yadsınmıyor. Sanatçının açığa çıkmasında rol oynadığı imgeler her gün gördüğümüz varlıkları çağırıyor: insanlar, ağaçlar, güneş, hava, su... Ayrıca bu imgeler çoğunlukla geleneğe uygun olarak tuval üzerine boyanıyor. Bu noktaya kadar her şey alışılageldik olsa da, ufak tefek değişikliklerle, bellenmiş yollardan saparak belirmeye başlıyor kuir imgeler ve içinde barındıkları kuir evren. Evet, Güreş bir gözlemci ve özne ama etkisi kısıtlı. Resimlerini hızlıca, sanki aklının müdahalesini en aza indirmek ister gibi, boyamak bedeninin bir refleksiymişçesine yapıyor. Açığa çıkan imgelerin kaynağı dış dünya gibi gözükse de bu imgeler ne form olarak ne de içerik olarak gerçekçilik peşinde koşar gibiler. Asıllarına benzeşmeyen bir benzemişle gevşek olarak bağlanan imgeler alışık olmadığımız kafa karıştırıcı eylemlerde bulunuyor. Ayrıca bu imgeler iki boyutlu bir yüzeyde zuhur etseler de Güreş’in boyayı yoğun bir kıvamda ve bolca kullanması, yeri geldiğinde tuvalin dışına taşmaktan kaçınmaması imgelerin hacim kazanmasına, kabartılar olarak üçüncü boyuta taşmasına yol açıyor. Bu taktikler kuirleşme çabalarının en belirgin olanları ama tek başlarına kalmış olsalar yetersiz olurlardı. Başka araçlardan yardım almadan imgelerin seyirlik olmaktan çıkması mümkün değil ve imgeler seyirlik olarak kaldıkları sürece temsil uzamını aşıp şimdi ve burada olana dahil olamazlar, güvenlikli bir konumda duran, gözlemcinin, ki gözlemci ister sanatçının kendisi olsun ister izleyici, hazzına amade olmanın ötesine geçemezler. Üstelik sıklıkla belirtildiği üzere, gözlemci konumu hep erilse ve gözlemlediği, baktığı nesnenin konumu da her zaman dişilse kuirlikten bahsetmek hepten nafile. Kuir bir imge için gözlemcinin bu korunaklı eril pozisyonu alaşağı edilmeli, imgeler ikili bir yapıdan azad edilmeli, bakan ve bakılan, özne ve nesne, eril ve dişil, kültür ve doğa, karşılaşmalı, iç içe geçmelidir. İmgeler yüzeyden dışarı fırlamalı hareket kazanmalı, gözlemciye dokunup onda iz bırakmalı, onu değiştirme yetisini kazanmalıdır. Bunun için de öncelikle temsil ile gerçekliği ayıran perde yıkılmalı imgeler paylaşılan dünyaya katılmalıdır.


Bir uzamın gerçekçi temsili bilindiği üzere Öklid geometrisine dayanarak, perspektif kurallarına uyarak kurulur. Böyle bir uzama aklın yasaları hâkimdir ve bu yasalar aynı zamanda tüm ikili karşıtlıkların kaynağıdır. Bu akli uzamın temelinde nesnesine belirli bir mesafeden bakan modern özne, eril bir gözlemci yatar. Modern ikiliklerin tümü de bu özne nesne ayrımını takip eder. O zaman, imgeleri kuirleştirmenin önemli bir adımı perspektife dayalı uzamdan kurtulmaktır. Kübizm bunu yapmıştır; hatta kübizmden çok önce minyatür sanatı ve Bizans ikonaları perspektifi kasti olarak reddederek farklı öznellik deneyimlerine imkân tanımıştır. Perspektifin tersine çevrilmesi bakan/bakılan, özne/nesne arasındaki ilişkiyi bozarken aklın despot yasalarını askıya alır ve gözlemci modern öznenin ayrıcalıklı pozisyonunu yıkar. Ters perspektifle yapılmış bir resme bakmak için korunaklı dışsal bir nokta bulunamaz. İmgeler temsil uzamından dışarı fırlarlar, bakan göz ile resim yüzeyi arasında bir aralık açılır.


Güreş The Sea Said Ok’de imgeleri seyirlik bir nesne olmaktan çıkarmak, temsil perdesini yıkmak ve modern ikilikleri bozan kuir bir imgeye bir nefes aralığı açmak için perspektif kurallarını ve bu kuralların oluşturdukları akli uzamı tersine çeviriyor. Bu aralıkta resim, artık belirli bir mesafede duran gözlemciye haz verecek şekilde temsil oluşturmuyor; aksine gözlemciyi birliğini bozmaya, hizadan çıkmaya, başka bir deyişle kuirleşmeye çağırıyor. İkili karşıtlıkları birbirine geçiren kuir imge perspektifin tersine çevrilmesiyle tesis edilen, gözlemci ile resim yüzeyi arasında kalan ara mekânda, arafta kuruluyor. Peki tersten perspektif nedir, nasıl mümkün olur? Güreş perspektifi tersine çevirmek için iki basit kuralla oynuyor. İlk olarak geleneksel resim uzamının sonsuza değin uzamasına imkan veren perspektif kısaltmalarını kullanmayı reddediyor. Bu kısaltmaları uyarınca bir cismin gözlemciye yakın olduğu farz edilen kenarı uzun, uzaktaki kenarının da kısa çizilmiş olması gerekir. Ama Güreş bu tarz durumlarda sık sık iki kenarı da aynı boyda çiziyor ve perspektif yanılsamasını kırıyor, böylece nesne resmin derinliklerine doğru uzanmaktansa sathına yapışıyor. Adeta gözlemcinin üzerine üzerine geliyor. Yine aynı kuralın başka bir uyarlaması olarak resim uzamında yer alan şeylerin uzaklık ve yakınlıkları ile orantılı olarak küçük veya büyük olmaları gerektiğini söyleyen hüküm de Güreş’i bağlamıyor. The Sea Said Ok’de şeylerin konumlarını belirleyen gözlemcinin pozisyonu değil; şeylerin kendi aralarındaki ilişki. Gözlemci ise bu şeylerden sadece bir tanesi, kendi ayrıcalıklı pozisyonunu yitirmiş ve mesafe almak, olan biteni anlamak için ne kadar uzağa çekilirse çekilsin resme baktığı sürece imgeler hep ona değecek kadar yakın kalıyor.



Nilbar Güreş, Welcome to Assland, 2020



Güreş’in ikinci hamlesi ise renklerle oynamak. Perspektife göre düzenlenmiş bir uzamda derinlik hissi yaratmak için soluklaşması gereken renkler The Sea Said Ok’de inadına parlaklaşıyor ve arkaplan yeri geldiğinde önde duran figürlerden bile daha fazla yaklaşıyor gözlemciye. Güreş fon olarak kendine sonsuz, boş bir uzam hissi veren beyaz rengini de kullanmıyor. Resimlerin çoğunluğu siyah üzerine yapılmış ve siyah, üzerine çizilen rengarenk figürleri resim uzamının dışına kusuyor. Bu sayede imgeleri oluşturan renkler ışığı yansıtmaktansa sanki birer ışık kaynağıymışçasına parlıyor. Işık adeta nesnelerin içinden fışkırıyor. Güreş bu etkiyi kullandığı, kimi zaman neon tonlara varan boyalarla da pekiştiriyor. Siyah üzerine çizilmiş cart pembe bir ufuk çizgisi bile sonsuzluğu imlemiyor, şimdi ve burada peyda oluyor. En geride en silik olması gereken imgeler canlanıyor, en öne fırlıyor. Bu canlanma imgenin de özne olmasına giden yolu açıyor.


Perspektifin terse çevirilmesiyle imgeler kendilerini resim yüzeyinin dışına fırlatıyor ve gözlemci ile resim arasındaki boşluğa saçılıyor. Fırlama elbette bir doğum refleksi ve dişil. The Sea Said Ok’de imgeler sadece eril yaratıcının aklının üretimi değiller resmin içinden de doğuyorlar. Eril yaratım ve dişil doğum iki zıt yöndeki hareket Güreş’in imkan tanıdığı aralıkta iç içe geçiyor. Bu ara mekânda nesne atıllığını üzerinden atıp öznelliğini buluyor. Nesne kendi kaderi, kendi tezahür biçimi hakkında söz sahibi oluyor. Güreş bunun bilincinde olarak imgeleri gerçekçi bir tarzda çizmiyor. Onun yarattığı imgelerin ucu açık ve bu imgeler ister sanatçının kendisi ister izleyici olsun, gözlemci ile girdikleri ilişki sonucunda sürekli olarak dönüşüyor. Döngü içinde hem imgeler hem de gözlemci devamlı yenileniyor. Resim uzamının derinliklerinde kurulmayan ve bir türlü nihayete ermeyen, yarık imgeler temsil perdesinin yıkılmasıyla bedenleniyor ve gözlemcinin bedenini muhatap alıyor. Gözlemci artık sadece bir göz olmaktan çıkıyor. Gözlemci artık salt göz olmadığı gibi salt akıl da değil. Ters perspektifle somutlaşmaya başlayan imgeler önce gözü sonra da aklı krize sokup bir anlığına işlevsiz hale getiriyor. Bu kısa aralıkta imgeler akla değil bedene hitap ediyor, ona değiyor. Bu kışkırtıcı temasla gözlemcinin bedeni aklın hegemonyasından kurtulup kendine biçilmiş rollerin dışında devinmeye başlıyor. kur imge hasıl oluyor ve kuir imge beraberinde kuir var oluşu getiriyor.

Nilbar Güreş’in diyarı bir tersine çevrilmiş evren ama The Sea Said Ok’in itici gücü yerleşik normatif düzenin, imge geleneğinin olumsuzlanması değil. Bu resimler olumsuz bir hareketten güç almıyor. Her ne kadar ilk bakışta yapıbozumcu bir damarları var gibi gözükse de onları salt eleştirel olarak okumak güçlerini ıskalama tehlikesi içerebilir. Bu imgeler rahatsız edici tekinsiz değiller, aksine cezbediciler. Kaosa değil neşeli ve bereketli bir dünyaya açılıyorlar. Evet, vücut bulmaları için temsil düzeneğinin yıkılması gerekiyor ama Nilbar Güreş dünyayı ve yaşamı olumlayarak üretiyor. İkili karşıtlıkların iç içe geçmesiyle açığa çıkan kuir imge ve evren izleyiciye saldırmıyor aksine onu kendisiyle hemhâl olmaya davet ediyor. Nilbar Güreş kayıp bir altın çağda ya da bir ütopyada aramıyor kurtuluşu, onu şimdi ve burada yaratmanın imkânlarını oluşturuyor.


bottom of page