Aşk ile ölüm arasında
- Sami Kısaoğlu
- 21 saat önce
- 11 dakikada okunur
Rugül Serbest’in Taner Ceylan küratörlüğünde gerçekleşen Gözlerime Gülümserken Öylece Ölsen isimli kişisel sergisi 28 Haziran’a dek Pi Artworks İstanbul’da devam ediyor. Aşkın, arzunun ve toplumsal baskıların sınırlarında dolaşan sergisini Serbest ile konuştuk
Röportaj: Sami Kısaoğlu

Rugül Serbest. Fotoğraf: Emrah Çoban
Serginin ismi Gözlerime Gülümserken Öylece Ölsen. Aslında bir yanıyla tatlı tatlı seyircisini iğneleyen, sitemde bulunan bir başlık. Ve bir de serginin alt başlığı var: Resimli Kalp Anatomisi. Öncelikle serginin hikâyesini ve isminin arkasındaki referans noktalarını konuşabilir miyiz?
Aslında neredeyse iki buçuk yıl önce karar vermiştim "aşk" temalı bir sergi yapmaya. Bazen sevginin ne kadar önemli olduğunu öğrenmemizi sağlayan şey onun yokluğudur. Ben de öyle bir dönemdeydim ve aklıma hep aşk ve acı çekme ile ilgili konular geliyordu. Sonra bunu bir sergiye dönüştürmeye karar verdim, krizi fırsata çevirmek gibi oldu bu. Bir yıl kadar önce Pi Artworks İstanbul ile bu sergiyi açmaya karar verdik, sonra serginin küratörü Taner Ceylan oldu ve birlikte bu konuya derinlemesine daldık. Sanat tarihinden, feminizme birçok okuma ve tartışma gerçekleştirdik. Çok verimli bir süreç oldu benim açımdan. Bir gün sergi üzerine konuşurken "Seni seviyorum ve senden nefret ediyorum" gibi bir şey olmalı dedim Taner'e ve birkaç hafta sonra serginin şimdiki ismiyle geldi bana. Çok heyecanlanmıştım. Arkadaşlarının Echo adlı müzik grubunun bir şarkısının sözlerinden esinlenerek bulduğu Gözlerime Gülümserken Öylece Ölsen tam da hissettiğim duyguları karşılıyordu. Hem aşkı hem nefreti barındıran bir cümle bu, aşığının gözlerinin içine bakarken ölmesini isteyecek kadar da acımasız, sert bir cümle. Bazen hissettiğimiz duygular bize o kadar acı verir ki buna bir son vermek isteriz. Ya da karşı tarafın bir son vermesini isteriz. Ama sevdiğimiz insanın sevdiği son kişi olmayı dileriz bencilce. Alt başlık Resimli Kalp Anatomisi. Bu sergide aşkı, bir cerrah edasıyla ele alıp delik deşik edip, parçaladığımız için bu başlığı koyduk. Cümlede hafif bir çocuksuluk, naiflik var; biraz da esprili bir cümle olduğu için bizim çok hoşumuza gitti.
Rugül Serbest, Gözlerime Gülümserken Öylece Ölsen, 2025, Seramik
Serginin basın bülteninde “Aşkın sınırlarını, arzunun şiddetini ve kadın olmanın sanat üzerindeki dönüşümünü yansıtan bir sergi” ibaresi geçiyor. Bu cümle ister istemez aşk ve onun çevresindeki alt temaları güncel üretimlerinizde merkeze aldığınızı dile getirirken bir yandan da aşkın yangınından ve yaralarından canı yanmış bir birey olduğunuzu fısıldıyor. Bu konuda sayısız soru aklımdaki düşünce balonlarında şekillense de iki tanesini sormak istiyorum şimdilik: Aşk teması sanat tarihi içinde kuşkusuz Tanrı’ya duyulan sevgiden herhangi bir konuya duyulan derin tutkuya, onlarca ayrı kola ayrılan sonsuz bir nehir. Siz bu nehirde kendinizi ne şekilde tanımlıyorsunuz? Aşkın resimlerinizde dönüştürücü gücü nasıl doğdu ve resimlerinizi ne kadar sürede tamamladınız? Ve son olarak aşk uğruna şimdiye kadar en çılgınca, en delice yaptığınız şey neydi?
Aşk sanatın konusu olduğunda, aşkın gerçek yüzünün sanatla ortaya çıkabileceğini görürüz. Aşk bazen Rafaello'nun Sistina Madonna’sındaki gibi ilahi bir aşk olarak çıkar karşımıza bazen tutkulu bir öpücük bazen de kalıpları yıkan, Courbet'nin yaptığı gibi iki çıplak kadının huzurlu ve erotik uykusu. Bazen Vermeer'in Aşk Mektubu'ndaki gibi günlük bir sahne olur bazen kıskançlıktan deli eder ve Munch'a sevgilisiyle birlikte bir çift olarak resmettiği tablosunu testereyle ikiye böldürür bazen de Caravaggio'nun Narcissus'u gibi bizi kendi kibrimizle yüzleştirip "Kendinden başkasını sevemezsin sen!" der.
Sanat aşkla yüzleştirir. Aşkı yeniden keşfederiz. Aşk vurur, aşk kaçar. Gülünç hale düşerken verdiği coşkulu haz, benliğin de toplumsallığın da sınırlarını yıkmaya cesaretlendirir. Bilinçten bağımsız bu savaşta, baştan yenilgiyi kabul etmek şarttır. Aşka karşı her direniş yeni bir yenilginin zaferine dönüşüyorsa, direnmeyi bırakıp teslimiyet gerekli hale gelebilir. Marina Abromoviçin Ritm 0 isimli performansında savunmasız çırılçıplak tam bir teslimiyet, sanata da ancak aşkta da olduğu gibi sınırların sınırsızlığını ve hayal kırıklığını yeniden keşfettirmişti. En kötü yok olunurdu ve sonuna kadar gidildi... Kadınları temsil eden çoğu sanat yapıtının kadınlar tarafından üretilmediği ve sadece kadınları nesneleştirdiği çok açık. Cindy Sherman, Yoko Ono, Louis Bourgeois, Tracey Emin, Nil Yalter, Nur Koçak ve Şükran Moral gibi sanata aşk diliyle bakan birçok hemcinsimin kadının temsiliyetini ve gücünü kendi eline aldığı gibi, aşk kendi dilinde konuşmalıydı.
Yaşadığım deneyimleri ve hissettiğim duyguları kendi bedenim üzerinden anlatmayı seçen bir kadın sanatçı olarak aşkın yıkıcı dönüştürücülüğüne kendimi bırakmaktan oldukça zevk aldığımı itiraf etmeliyim. Bedenimi ve sanatsal ifademi aşkın iktidarına bırakmak ızdırap verici bir özgürlüğü keşfetmemi sağladı. Özne olmaktan da nesneleşmekten de sıyrılıp arzusuna konan bir sinek gibi aciz, özgür ve fani... Aşk için yaptığım en çılgınca şey, bu sergiyi yapmak oldu.

Rugül Serbest, Otoportre, 2025, tuval üzerine yağlı boya, d: 80 cm
Bir önceki kişisel serginiz 2021 yılında gerçekleşen Kendimin Ormanı. Sergide tuval üzerindeki varlığınıza kelebekler de eşlik ediyordu. Yeni serginizde ise resimlerinizin büyük bir kısmında anlatılarınıza sinekler eşlik ediyor. Rönesans’tan günümüze sinekler sanat tarihinin ayrılmaz bir parçası ve farklı ressamlar tarafından kimi zaman kurdukları anlatının destekleyici kimi zamanda ana unsuru olarak kullanıldılar. Bizde de bu alanda Yüksel Arslan bir kilometre taşıdır. Siz ise sineği şimdiye kadar gördüğümüz temsillerinden çok daha farklı bir bağlamda ele alıyorsunuz. Sergide kendinizi sinek olarak gördüğünüz bir otoportre işiniz de var. Biraz resimlerin üzerindeki sinekler ve bu canlıların resminizdeki temsili üzerine konuşabilir miyiz?
Ben resimlerimde kendi yüzümü ve bedenimi kullanıyorum ancak onları otoportre olarak nitelendirmiyorum. Kendimi sadece bir model olarak ele alıyorum. Bazen bilinçli bazen de bilinçsiz bir şekilde resimlerime bir canlı olarak giriyorum. Bu bazen bir hayvan bazen bir böcek bazen de bir bitki olabiliyor. Bu sefer bir sinek oldum ve bir sinek olarak resimlerdeki aşka tanıklık ettim. Gotik dönemin ustası Giotto, resmin üstüne boyadığı sineğin ustası tarafından gerçek sanıldığı ve öldürülmeye çalışıldığı söylenir. Vasari'ye ait anekdotta Giotto'nun sineği gerçekçiliğe doğru yönelen Batı resminin Ortaçağ'dan kopuşunu simgeler. Sineğin sanat terminolojisindeki ismi Musca depicto. Latince "resmedilmiş sinek" anlamına gelir ve sanatçının gerçekliği taklit etme becerisini göstermek için tuvaline sinek figürü yerleştirmesi anlamına gelir. Sanat tarihinde çokça kullanılan sinek farklı anlamlara gelebilir. Kuru kafalarla birlikte kullanıldığında fiziksel bedenin geçiciliğini anlatırken, bir kadının yanında bedensel arzuya gönderme yapar.
Sineğin bendeki anlamı ise şöyle: Sinek çürümeye yüz tutmuş, ölmek üzere olan şeylerin üzerinde gezinir. Aşkla ölüm arasında da sıkı ve derin bir ilişki vardır, gerçek bir aşkı deneyimlediğimizde hayatlarımız tehlikedeymiş gibi hislere kapılabiliriz, ölecekmiş gibi hissederiz bazen aşkta da. Ben de aşktan eşsiz bir diyar, bir vaha, bir mabet gibi bahsetmeyi çok isterdim ama birilerinin b** ettiği şeylerin severek üstünde dolaşan bir sinek olmayı tercih ettim ve en son kendimi altın bir sineğe dönüştürdüm. Çünkü acı çekmek bizi daha değerli kılar ve acı çekmeyen bir insan da asla kendini keşfedemez.
Rugül Serbest, Homage to Marina Abromowich “Rhythm 0”, 2025, Seramik
Sergide sadece resmi değil seramiği de bir ifade biçimi olarak kullanıyorsunuz. Ve sergide Marina Abramović'in en ikonik performanslarından biri olan 1974 tarihli Rhythm 0 isimli performansından ilhamla ürettiğiniz Homage to Marina Abromowich “Rhythm 0” isminde seramik bir işiniz var. Bu işinizin hem teorik alt metinleri hem de uygulama ve üretim süreci üzerine konuşabilir miyiz?
Marina Abromoviç'in Rhythm 0 performansı çok cesur bir performans ve beni hep çok derinden etkilemiştir. Bu yapıtı aşka çok benzetiyorum ve sergimde o performansa atıfta bulunan bir iş yapmak istedik Taner'le birlikte. Yaptığım Marina Abromoviç masası değil aslında, bu benim masam. Amacım sadece oradaki nesneleri alıp birebir yapmak değildi, amacım o nesnelerin çağrıştırdığı duyguya değinmekti. Nesneleri olduğundan işlevsiz hale getirdim ama burada amacım şiddetin önüne geçmek ya da şiddeti nötrlemek de değil. Marina bir noktaya kadar hiç tepki vermiyor, orada insanların kendi vahşetiyle yüzleşmesine izin veriyor. Çünkü bir insan size tamamen teslim olduğunda en kötü ne yapabilirsiniz o insana? Teslimiyet! En savunmasız ve en çıplak halinle kalıyorsun aşkta da. Çünkü aşk birine seni mahvetme yetkisini verip ve bunu kullanmayacağına güvenmektir. Yani amacım oradaki şiddeti ortadan kaldırmak değil, o şiddeti izlerken bende uyandırdığı duyguları yansıtmaktı. Çünkü her türlü duygu gerekli. Şiddet, korku, kaygı… Bunların hepsi doğru kullanıldığında gerekli şeyler. Şiddeti de yadsıyamayız, o da gerekli bazen. Mesela çamuru şekillendirirken de şiddet uyguluyoruz, vura vura şekillendiriyoruz ve 1050 derecelik bir ısıya maruz bırakıyoruz. Bir çamurun seramik haline gelebilmesi için korkunç bir şiddet yaşaması gerekiyor. "İlişki en yoğun çelişkidir" der Oruç Oruoba, aşk kendi içinde çok fazla tezat barındırıyor, seramik de öyle kendi içinde çok tezat barındırıyor. Bu yüzden seramiği seçtim. Çamur ne yaparsan yap yine çamur, şiddet uygulasan da kurutsan da kırsan da yapıp bozsan da çamur yine çamur. İkinci olarak da kendi içinde yarattığı tezat durumu, plastik haldeyken yani yumuşakken istediğin forma dönüşüp, değişip onun kimliğine bürünebiliyorken, birazcık kurumaya başladığında asileşiyor, piştikten sonra ise müdahale kaldırmıyor ve değiştirmek istesen de daha büyük bir şiddet uygulaman gerekiyor. Tekrar ıslatıp çamur haline getirebiliyorsun, asla yok olmuyor. Tıpkı hissettiğimiz duygular gibi. Hayatımıza girip çıkan insanlara karşı hissettiğimiz duygular da öyle hep bir yerlerde kırıntıları kalıyor.

Solda: Rugül, Serbest, Hayatın Dansı I, 2024, tuval üzerine yağlı boya, 180x150 cm Sağda: Rugül Serbest, Hayatın Dansı II, 2024, tuval üzerine yağlı boya, 180x150 cm
Rafaello’dan Courbet’ye, Vermeer’den Caravaggio’ya uzanan sanat tarihsel referanslarıyla serginiz adeta sanat tarihinin son 600 yılına inceden bir selam gönderiyor. Fakat bazı isimler serginizde daha ayrıcalıklı bir yer tutuyor. Norveçli ressam Edvard Munch bu isimlerden biri. Kendisinin The Dance of Life ve eski nişanlısıyla birlikte yaptığı otoportresi ile serginizde yer alan Hayatın Dansı I ve Hayatın Dansı II isimli yapıtlarınız arasında çeşitli bağlantılar söz konusu. Biraz bu bağlantılar ve Munch’un sözünü ettiğimiz resimleri üzerine konuşabilir miyiz?
Hayatın Dansı I ve Hayatın Dansı II mektup yazan ve mektup okuyan olarak birbirini devam eden ikili bir iş. Mektuplaşma sanat tarihinde çok fazla işlenmiştir. Benim de çok sevdiğim bir konu ve kişisel hayatımda da mektup hâlâ kullandığım bir iletişim aracı. Böyle bir resim yapmaya karar verdiğimde, sanat tarihindeki örneklerine baktığımda duvarda yarısı görünen bir tablo asılıydı genelde, ben de bu iki resmi birleştirdiğimde, duvarda asılı birbirini tamamlayan tek bir tablo olsun istedim ve Munch'un Hayatın Dansı resmine karar verdim. Bu resmi kullanmak istedim çünkü Munch da sanat tarihinde aşk ve kıskançlık temalarını çok işleyen bir sanatçı. Bu resminde iki tuval birleşince dans eden bir çift bir araya geliyor. İki resmi yaparken yan yana ve birleşik asılmak üzere yapmamıştım. Bu resmi yaptıktan sonra sanat tarihi araştırırken şöyle bir bilgiye rastladım Munch'ta sevgilisi ile birlikte yaptığı portresini sevgilisiyle kavga edip ayrıldıktan sonra kıskançlık krizine girip testereyle ikiye bölmüş ve şu an o resim British Museum'da iki resim olarak yan yana sergileniyormuş. Aslında ben de bilmeden Munch'un bir resmini ikiye bölmüş oldum ve tekrar bir araya getirdim.
Her ressam, her besteci, her yazar kendinden önceki ressam, besteci ve yazarlarla var olur, onun bıraktığı mirasın üzerine bir söz, bir nota, bir çizgi ekler. Sizin resimlerinize baktığımızda gerek son serginiz gerekse geçmiş dönem üretimlerinizde kimi zaman tuvalin üzerindeki semboller kimi zaman ise renk tonları bağlamında İtalyan Rönesans’ıyla bir yakınlık görmek mümkün. Sanat tarihinde hangi ressamları resminizin öncülü olarak görüyorsunuz ve kendinizi sanat tarihi içinde nerede konumlandırıyorsunuz?
Bir sanat üreticisinin sanat tarihini ve ondan önce neler yapıldığını bilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Evet sizin de söylediğiniz gibi her sanatçı bir önceki dönemin bıraktığı mirasın üzerine bir şey ekler. Her sanatçı kendisinden önceki kuşağı aştığını ve kendisinden önce yapılmış her şeyi geçtiğini hisseder ya da düşünür. Sanattaki sürekli değişimi gelişme zannetmek her zaman doğru olmayabilir. Her ileri gidiş ve gelişme bazı kayıpları da içerir bazen... Ben tuval resmini çok önemsiyorum. Kimilerine göre eskimiş ya da modası geçmiş olarak nitelendirilen tuval üzerine yağlıboya ile çalışıyorum. Resimlerime "gerçekçi", "sürrealist" ya da "sembolist" diyemem ve açıkçası bu tanımları da pek sevmiyorum ve bu akımların içerisinde de kendimi görmüyorum. Benim amacım kendi gerçekliğimi gerçekleştirmek, "gerçekliğe yeni bir gerçeklik eklemek" tam olarak yapmaya çalıştığım bu. İçeriden dışarıya doğru saf bir bakış sadece... Elbette sevdiğim çok ressam var ve Rönesans dönemini, özellikle İtalya Rönesansı’nı ve o dönemin resimlerini çok seviyorum ve bazılarını yakından görme fırsatım da oldu. Yakından incelediğimde çoğu, çok ince boya katmanlarıyla çok güzel yansıtmışlar derinliğini ve duyguyu. Benim tekniğim de öyle, boyayı çok ince kullanıyorum. Aşama aşama ilerliyorum ve her aşama bakan kişi tarafından hissedilsin, bakan kişi o sürece dahil olsun istiyorum. Hiçbir fırça darbesi bir diğerinin üstünü örtmüyor ve çok kalın boya vuruşlarını tercih etmiyorum. Çünkü resim gözden gelip yine göze seslenen bir şey, dokunsal bir şey değil. Dünyanın hacmini elde etmemiz için kas duyusuna ihtiyacımız yok artık, resim zaten bunun için var. Tekniğim de zaman içerisinde gelişti, düşünerek bulduğum bir şey değil. Bir bitkinin büyümesi gibi doğal ve kendiliğinden ortaya çıktı.

Rugül Serbest, Kendin, 2025, Tuval üzerine yağlı boya, 80x55 cm
Resim serüveninizin başlangıç noktasından beri resimlerinizin ana öznesi konumundasınız, anlatınızı kurarken hep kendi kendinizin modeli oldunuz. Varlığınızın merkezde olduğu bir resim dünyasında ayna ve fotoğraf sizin için ne ifade ediyor? Biraz resimlerinizin teknik üretim süreçleri üzerine de konuşabilir miyiz?
Resimlerimin malzemesi "kendi bedenim" olduğu için elbette fotoğrafa ihtiyaç duyuyorum. Yapacağım şeyi önce kendi bedenimde hissedip "o" oluyorum ilk önce ve duyguya girdikten sonra kendi fotoğraflarımı çekiyorum. Fotoğraftan yararlanarak tuvale aktarıyorum ama o fotoğrafa çok da bağlı kalmıyorum açıkçası. O sadece bir yardımcı unsur benim için. Bazen o fotoğraftan yola çıkarak başladığım bir resim bambaşka yerlere de gidebiliyor. Çünkü benim amacım o fotoğrafı birebir olduğu gibi yansıtmak değil. Benim amacım tuvalde kendi kendine yetebilen resimsel bir dünya oluşturmak. Duyguyu vermek için zaman zaman aynayı da kullanıyorum. Duygu değişimlerimde çok sık aynaya bakıyorum. Bunu sadece kendi yüzümü inceleyerek değil başkalarının yüzlerini inceleyerek de yapıyorum. Dışarıda hiç tanımadığım insanları gözlemlemeyi seviyorum. Birilerini konuşurken, bir duyguyu yaşarken çok fazla inceliyorum. Hatta bazen karşımda konuşan kişiyi dinlemeyi unutup sadece onun yüzündeki değişen mimiklere odaklanıyorum.
Çalışmalarınız düşünsel bağlamda sadece resim tarihinden değil fotoğraf tarihinden kimi isimler ile akrabalık gösteriyor zaman zaman. Bu isimlerin en başında 40 yılı aşkın bir zamandır fotoğraflarının içine başka insan unsuru katmaksızın, modelinin kendisi olan Cindy Sherman geliyor. Kendisini kostümler ve makyaj yardımıyla bazen bir film yıldızı bazen de bir palyaço olarak yeniden tanımlayan sanatçı kadına yüklenen klişe rolleri yıkmaya çalıştı sıklıkla. Şüphesiz sizin sanatınızda da kadına dayatılan bu toplumsal klişeler ile bir hesaplaşma söz konusu. Bu hesaplaşma ilk nasıl başladı ve resim serüveniniz içinde form buldu? Ve bu soruya ek olarak kostümler ve nesnelerin resminizdeki temsili ve anlamları üzerine konuşabilir miyiz?
Evet, az önce de bahsettiğim gibi benim en önemli malzemem "kendi bedenim". Formu yakalamanın o şeyin kendisi olmakla olabileceğini düşünüyorum. Hissettiğim duygu durumlarını kendi bedenim üzerinden "o" olarak anlatmaya çalışıyorum. Cezanne "Ressam, gördüklerini içine sindiren kişidir" der. Ben de tüm duyguları kendi içimden geçirerek yansıtmaya çalışıyorum. Bunun başka türlü olabileceğini düşünmüyorum. Hepimiz bir bedene sahip olarak var olduğumuz dünyaya geliyoruz ve bu beden sayesinde de var olduğumuz dünyaya erişebiliyoruz. Bir anlığına da olsa bir başkası olmamız mümkün değil. Ben de resimlerinde bir başkası olarak kendi bedenimin sınırlarını aşmaya çalışıyorum ama bunu yaparken Cindy Sherman gibi kılık değiştirmiyorum. Bunu "o" olarak yapıyorum. Seçtiğim kıyafetlerin zamansız olmasını tercih ediyorum, o yüzden günümüzü yansıtan kıyafetleri çok fazla tercih etmiyorum. Neredeyse yağlı boyayla tuvale geçtiğimden beri, "Bir başkası olmak nasıldır?" sorusunu soruyorum. Bunu yaparken de bir şey kanıtlama peşinde değilim. Benim sanatım kendimi ve yaşadığım dünyayı anlamanın sadece bir yolu. Sanat bana çok şey öğretiyor, sanat yaşam tecrübemi çoğaltıyor. Bir sineğin telaşını, bir salyangozun sakinliğini hissediyorum sanat yoluyla.
Rugül Serbest, Pantone Serisi, 2025, Karışık teknik, 15x10 cm / her biri
Bu soru size olasılıkla hep soruluyordur. Merkezinde kendinizin olduğu yüzlerce resim yapmış olabilirsiniz. Peki bir gün kendinizin merkezinde olmadığı bir resim yapmayı hiç düşündünüz mü? Ya da böyle bir seri belki de. Ve günün birinde böyle bir seri çalışacak olsanız sizce bu seri ne olurdu?
İçinde kendimin ya da bir figürün olmadığı doğayı tasvir ettiğim resimlerim de var. Yaptığım natürmort resimler de var tabii ama kendimin olmadığı bir seri yapmak fikri şu anda henüz düşündüğüm bir şey değil ama ileride tabii yapmayı isterim ki bence yapacağım da. Sanırım böyle bir seri yapmak istesem, yeni bir atmosfer yaratmak isterim. Belki de uzayı resmederim bir gün.
Ressamlığınız kadar önde olmasa da oyuncu tarafınız da var. Hatta bundan birkaç sene önce İstanbul Film Festivali’nin kısalar bölümünde rol aldığınız Göl Kenarı filmi FIPRESCI Ödülü almıştı. Oyunculuk hayatınızda tam olarak nerede duruyor? Bundan sonrası için oyunculuğa dair düşünceleriniz neler?
Ben oyuncu değilim ve kendimi bu şekilde nitelendirmiyorum çünkü bunun eğitimini almadım ve bu işe çok fazla emek vermiş insanlara haksızlık etmek istemiyorum. Tamamen tesadüfi bir şekilde Göl Kenarı’nda oynadım, filmin bu kadar ses getireceğini de düşünmemiştim açıkçası ama birçok ödül aldı. Hatta ben de En İyi Kadın Oyuncu Ödülü aldım oradaki rolümle. Resmin dışında uğraştığım farklı sanat disiplinleri var, Seramikle heykeller yapıyorum, fotoğraf çekiyorum ve bunun yanında bir de oyunculuk tecrübesi kazanmış oldum. Ben resimlerimde kendi bedenimi kullanıyorum ve bir başkası olmak nasıldır sorusunu soruyorum, demiştim ya, bir oyuncu olarak "Bir başkası olmak nasıldır?" sorusunu sorup o kişiye hayat vermek, bir hafta boyunca o karaktere bürünmek çok farklı hissettirdi bana ve resmime çok katkısı olduğunu düşünüyorum. Bence hayat tek bir şeyle uğraşmak için çok uzun. O yüzden farklı şeylerle uğraşmayı seviyorum ve farklı şeylerle uğraşmak bizi geliştiren de bir şey aynı zamanda. Çünkü beyni şaşırtıyorsun, sürekli yaptığın şeyin dışında bir şey yaparak. Filmin çekimleri Antakya'da gerçekleşmişti ve bir hafta sürdü. Sevgilisinden hamile kalan küçük bir kasabada yaşayan bir kızın sevgilisine bunu söyleme hikayesi. Bir gün boyunca sevgisine bunu nasıl söyleyeceğini düşünüyor. Ben de çekim boyunca oradaki karakter Leyla oldum ve onun gibi düşünüp "o" olmaya çalışarak yansıttım karakteri. Aslında resimde ne yapıyorsam, oyunculukta da onu yaptım çünkü başka bir seçeneğim yoktu.
Eserlerin isimlerine baktığımızda tek başına bir öykü, bir şiir olabilecek anlamlara sahip. Genel olarak şiir ve edebiyat ile aranız nasıl? Yazılı sanatlar görsel üretimlerinize ne kadar yön veriyor ya da nerede duruyor sizin için?
Üniversiteye yeni başladığımda, çok sevdiğim ve maalesef geçenlerde yitirdiğimiz hocam Bedri Karayağmurlar bir gün atölyede sohbet ederken "Kim şiir ve felsefe ile ilgileniyor?" diye sormuştu ve utanarak sadece ben diye cevap vermiştim. Bunun üzerine uzun uzun konuşmuştuk, şiir ve felsefe ile ilgilenmeyen bir insanın resim ile de işinin olmadığını ve bu alanda başarılı olamayacağından bahsetmişti. Ben o günü ve o cümleyi hiç unutamıyorum. Çünkü ben şiiri de edebiyatı da felsefeyi de çok seviyorum ve onlardan çok besleniyorum. Özellikle şiirden... Antik Yunan şair Simonides'in dediği gibi "Resim sessiz şiirdir, şiir ise konuşan resim."
留言