Topraktan zamana: Vuslat ile Emanet’in izinde
- Merve Akar Akgün
- 2 gün önce
- 6 dakikada okunur
Vuslat’ın, Paolo Colombo küratörlüğünde hazırlanan Emanet/Troya adlı sergisi, sanatçının yeni eserleri aracılığıyla bizi İlyada’nın izinden geçmişe bakmaya ve bugünün savaşlarını, kaosunu, kolektif belleğimizde bıraktığı izlerle birlikte sorgulamaya davet ediyor. Ölüm korkusu, nefsin sınavı ve sevgi gibi evrensel temalar etrafında şekillenen bu sergi, 5000 yıllık kültürel mirasla çağdaş duyarlılık arasında bir köprü kuruyor. Troya Kazısı Başkanı Prof. Rüstem Aslan ve Troya Müzesi Müdürü Rıdvan Gölcük’ün davetiyle gerçekleşen sergi 25 Mayıs – 25 Temmuz 2025 tarihleri arasında, Çanakkale’de yer alan Troya Müzesi’nde ziyarete açık olacak
Röportaj: Merve Akar Akgün

Vuslat, Fotoğraf: Deniz Tapkan
Emanet sizin için nasıl bir sorumluluk? Bu sergi, geçmişin bilgeliğini bugünün karmaşasına karşı nasıl konumlandırıyor?
“Emanet” kelimesi bende zamana karşı bir duyarlılık hissini uyandırıyor. Bu sergide, İlyada’dan bugüne uzanan 5000 yıllık bir anlatının gölgesinde durmak, yalnızca mitolojik bir mirasa değil, aynı zamanda insanlığın yüzyıllardır tekrar eden çöküş ve yeniden doğuş döngüsüne tanıklık etmek anlamına geliyor. Troya Savaşı bir bahaneyle başlıyor. Bugünkü pek çok savaş da bir bahaneyle başlıyor. Özünde hepsi gücü daha fazla akümüle etme arzusuyla başlıyor. Homeros, bize insanların; insanlığın ölüm korkusu sebebiyle ya da ölümsüz olma arzusuyla ortaya çıkan öfke ve bütün yıkıcı duygularının aynasını tutuyor. Bütün insanlık tarihi boyunca bunu hep görüyor ve daima geriye dönüyoruz. Bugün yine dünya böyle bir süreçten geçiyor.
Emanet, insanın sorumlulukla taşıması gereken bir bilinç hâline geliyor. Bugün bir sanatçı olarak bu kadim hikâyelere dönmek, yalnızca nostaljik bir yönelme değil; aksine, geçmişin bilgeliğini bugünün karmaşasına tanıklık eden bir farkındalıkla yeniden dokumak demek.
İlyada’daki öfke, onur, ihanet ve kayıp temaları; günümüz savaşlarının, mülteci akınlarının, afetlerle gelen kolektif travmaların yankısıyla örtüşüyor. Dolayısıyla bu sergi aslında geçmişin içinde bugünün haritasını çiziyor. Bir tür “zamansal empati” yaratıyor yani geçmişin bilgeliğiyle bugünü okumaya davet ediyor.
Emanet bir koruma çağrısı mı? Bu çağrı sanat eserleriyle mi sınırlı, yoksa daha kapsayıcı bir nöbet pratiğine mi işaret ediyor?
Koruma fikrini sadece nesne merkezli bir eylem olarak okumak çok eksik olur. Emanet kavramını Paolo Colombo da bir armağan olarak tanımlıyor ve bana göre bu armağanın yalnızca fiziksel bir şey değil, aynı zamanda korunması gerekenler bütününe karşı bir yükümlülük olduğunu da anlamak gerekiyor. Bu bağlamda koruma, çok katmanlı bir nöbete dönüşüyor: kişisel hafızayı, doğayı, insanı, toplumsal bilinci korumak gibi. Benim için kendi sanat pratiğim, bu çok katmanlı nöbeti ve bunun bilincini ifade etmenin bir biçimi. Bu, yalnızca sanat eserinin kendisini değil; o eserin çağrıştırdığı ilişkiler ağını, duygusal rezonansları ve taşıdığı sessiz tanıklıkları da korumak demek.
Sergideki formlar bir tür ekolojik şiir mi? Malzeme seçiminiz doğayla kurduğunuz ilişkinin bir ifadesi mi?
Doğanın biçimleriyle çalışırken, aslında onunla sessiz bir diyalog kuruyorum. Bu formlar -topraktan yani kilden formlar, gümüş kaplı bitkiler, taşlardan/kumlardan çıkarılan pigmentler- bir doğa temsili değil, doğanın hafızasıyla kurulan bir birliktelik. Onlara dokunduğumda, yalnızca bir malzeme değil, zamanın bir parçasıyla temas ediyorum. Özellikle organik formların içine gömülü kırılganlık ve direniş duygusu, ekolojik bir şiir yazmanın hem görsel hem sezgisel bir yolu oluyor benim için.
Gümüş kaplama, bitkinin ömrünü dondururken ona yeni bir sonsuzluk sunuyor. Toprak, ısı ile temas ederek yani pişerek form kazanıyor; tıpkı insanın travmalarla biçimlenmesi gibi. Malzeme burada sadece fiziksel bir medyum değil, aynı zamanda felsefi bir dil. Doğayla kurduğum bu ilişki, onunla konuşmaya değil, onu dinlemeye dayalı bir pratik. Sanat, bu bağlamda, yeryüzünün titreşimlerini kaydeden bir tür sismograf haline geliyor.

Bayburt’tan getirdiğiniz toprak, anneannenizden gelen zincir, kuş mitolojileri… Bütün bu öğeler kişisel olanla kültürel olanı iç içe geçiriyor. Bu katmanlı hafıza yaklaşımı sizin için bir arşivleme biçimi mi?
Benim için arşiv, sabitlenmiş bir hafıza değil; yaşayan, sızan, değişen bir organizma. Bayburt’tan getirdiğim toprak, köklerimden bir parça olduğu kadar o coğrafyanın zamana direnen suskunluğunu da barındırıyor. Anneannemden kalan zincir, yalnızca ailevi bir armağan değil; kadınlar arasındaki sessiz bir mirasın, görünmeyen bir tarihsel sürekliliğin simgesi. Bu öğeler, kişisel olanla kültürel olan arasında geçirgen bir zar oluşturuyor. Bence bireysel hafıza nerede başlar, kolektif hafıza nerede devreye girer, bunu birbirinden ayırmak güç.
Bu yaklaşım bir tür “duygusal arkeoloji” gibi. Nesnelerin yüzeyinde değil, dokusunda ve çağrışımında bir anlam arayışım var. Hafızayı düz bir çizgi olarak değil; spiral bir hareket olarak algılıyorum. Aslında her dönüş, hem geçmişe hem şimdiye dokunuyor.
İlk kişisel serginiz Sessizlik ile başladığınız yolculukta, bugün generous listening/cömert dinleme kavramını hayatınızın merkezine yerleştirdiniz. Sanat ve dinleme arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz?
Generous listening/cömert dinleme yalnızca bir dinleme biçimi değil; sessizliğin içinde yankılanan anlamları, söylenmeyenlerin ağırlığını, görünmeyenlerin varlığını duymaya yönelik bir açık kalplilik.
Sanatla kurduğum ilişki, zamanla bu derin dinleme pratiğine evrildi. İlk sergim Sessizlik’teki soyutluk bile, aslında bu ihtiyacın erken bir ifadesiydi. Sanatı bir ifade aracı olarak görmek uzun süre çok cezbediciydi. Ama zamanla fark ettim ki, sanatın en dönüştürücü gücü bazen hiçbir şey söylememesinde yatıyor. Bir başkasının acısını, sevincini, boşluğunu sadece görmek değil, ona yer açmak, ona bir alan sunmak. Sanat bu yüzden bir karşılaşma pratiği: bir ses değil, daha çok bir yankı.
Benim için arşiv, sabitlenmiş bir hafıza değil; yaşayan, sızan, değişen bir organizma. Bayburt’tan getirdiğim toprak, köklerimden bir parça olduğu kadar o coğrafyanın zamana direnen suskunluğunu da barındırıyor. Anneannemden kalan zincir, yalnızca ailevi bir armağan değil; kadınlar arasındaki sessiz bir mirasın, görünmeyen bir tarihsel sürekliliğin simgesi.
Sanat yoluyla başka türlerin, nesnelerin, hatıraların seslerini duyulur kılmak bir etik meseleye dönüşmüş durumda. Sanatçının sınırı nerede başlıyor, nerede bitiyor?
Sanatçının sınırı, temsilin sınırıyla örtüşmüyor; onu çoğu zaman aşıyor. Çünkü bir şeyi duyulur kılmakla, onun adına konuşmak arasında ince bir çizgi var. Benim için bu çizgi, öznellikle değil, dikkatle örülüyor. İnsan dışı varlıkları ya da sesini yitirmiş hafızaları sanat yoluyla görünür kılmak, onlara alan açmak demek olabilir; ama bu alanı sahiplenmek değil, onu korumak gerekir.
Sanatçının sorumluluğu, kendisini merkeze almadan tanıklık edebilmek. Bazen bir sesin biçimini almak değil, onun boşluğunda beklemek gerekir. Bu nedenle sanatçı, hem yapıcı hem de geri çekilen, hem müdahil hem de sessiz bir figürdür. Sınır, kendini geri çekme cesaretinde başlar; temsilden çok, eşlik etmede derinleşir.

Vuslat, İsimsiz III & IV, Tuval üzerine yumuşak pastel ile toprağın taşlardan elde edilen doğal pigmentlerle karıştırılmış karakalem, 210 x 285 cm (Her biri), 2023, Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
Hayatınızın bir döneminde her şeyi bırakıp dünyayı gezdiniz, sonra Generous Listening ile geri döndünüz. Bu kopuş ve dönüş sizin için ne anlam taşıyor? Sanat pratiğiniz bu yolculuktan nasıl beslendi?
Benim için bu yolculuk, alışkanlıklarımın, değer yargılarımın, sabit kimlik tanımlarımın dışına çıkmaktı. Bir tür kendimi dinleme ve kendime dönüştü diyebilirim. Sessiz kalmayı, bilmemeyi, yolun takip etmeyi deneyimlediğim bir yolculukta aslımda en çok dinlemeyi öğrendim. Başka dillerin melodisini, başka kalplerin ritmini, başka yaşam formlarının varlığını duyumsadım.
Bu kopuş, sanatla olan ilişkimi kökten dönüştürdü. Sanat artık bir anlatı kurma değil, bir alan açma pratiği hâline geldi. Generous Listening bu yüzden bir dönüş değil, bir yeniden doğuştu aslında. Artık işlerimde merkezde değilim; merkez çoktan dağıldı. Yerini kurulan bağların oluşturduğu bir varoluş aldı.
Atölyenizi açmanız ve üretim olanaklarınızı paylaşmanız, “yaratıcı bencillik” mitine karşı duruyor. Sizce sanat paylaşılmadan korunabilir mi?
Fonetik olarak emn kökünden gelen oman kelimesi İbranicede “sanatçı” anlamına geliyor. Emanet aynı fonetik kökten gelen bir kavram ve maddi bir karşılık beklemeden vermeyi — yani bir armağanı — ifade ediyor. Bu anlam, bugün kapitalist sistemin dayattığı her şeyin bir maddi karşılığı olması fikrinin tam tersine işaret ediyor. Sanat da sanatçının emaneti ve armağanı.
Amerikalı düşünür ve yazar Lewis Hyde’ın da belirttiği gibi, birçok yerli kültürde hediye elden ele geçtikçe çoğalır ve yaşamaya devam eder. Sanat da böyle bir şey: Karşılık beklenmedikçe çoğalan, paylaştıkça yaşayan bir şey. Ben buna inanıyorum ve bundan besleniyorum. Sanatı yalnızca bireysel bir üretim alanı olarak görmek, onun olanaklarını sınırlar. Oysa benim için sanat, aynı zamanda bir misafirperverlik biçimi. Atölyemi açmak da yalnızca bir mekân sunmak değil; sanatı paylaşmanın, yani emaneti aktarmanın ihtimalini büyütme arzusuydu.
Bir hafızayı yalnızca korumak, onu dondurmak riskini taşır. Ben bu nöbeti, hem geçmişi bugünün sorularıyla yeniden kurmak hem de geçmişin gözüyle bugüne bakmak olarak görüyorum.

Troya Müzesi, Çanakkale, Fotoğraf: Osman Çapalov
Bayburt, İstanbul ve Troya… “Emanet” kavramı üç farklı mekânda üç ayrı sergiyle katmanlandı. Sizce bu üç coğrafya arasında nasıl bir anlam örgüsü oluştu? Ve bu yolculuk “emanet” kavramını nasıl evrenselleştirdi?
Bu üç coğrafya, üç farklı hafıza katmanını temsil ediyor: Bayburt kendime döndüğüm, köklerimin salındığı kişisel bir bellek; İstanbul çok katmanlı ve sürekli değişen bir kimlik; Troya ise zamanın ötesine uzanan (zamansız), evrensel bir anlatı. Bu yolculuk, “emanet” fikrini bir tekil deneyimden çıkarıp kolektif bir hafızanın edinimlerine dönüştürdü. Emanet, bu topraklarda artık bir kişiye değil; insanlığa sunulan bir davet, bir armağan…
Her mekânda, emanetin anlamı derinleşti: Bayburt’ta toprakla buluştu, İstanbul’da tanıklık etti, Troya’da mitlere daldı. Bu üçlü örgü, hem mekânsal hem zamansal bir rezonans yarattı. Emanet sergisi artık yalnızca bana ait değil; benim ortaya koyduğum ve coğrafyadan coğrafyaya giden gittikçe büyüyen kendi yolunda ilerleyen bir armağan.

Vuslat, Emanet, Fotoğraf: Zeynel Abidin
Serginiz bir “kültürel miras nöbeti” olarak tanımlanıyor. Siz bu nöbeti bir hafızayı koruma çabası mı olarak görüyorsunuz, yoksa geçmişi bugünün ışığında yeniden kurma cesareti mi?
Bir hafızayı yalnızca korumak, onu dondurmak riskini taşır. Ben bu nöbeti, hem geçmişi bugünün sorularıyla yeniden kurmak hem de geçmişin gözüyle bugüne bakmak olarak görüyorum.
Bu cesur bir iş; çünkü geçmişle aramızdaki kutsal mesafeyi kırmayı, ona dokunmayı ve bazen yeniden yazmayı gerektiriyor. Örneğin, anneannemden öğrendiğim Anadolu Halk masalı olan Küçük Serçe masalını bu motivasyonla yeniden yorumladım.
Bu nöbet, bir uyanık kalma hâli. Hem geçmişin yankılarına hem bugünün karmaşasına karşı bir bilinç duruşu. Bu sergi, hafızayla çatışıyor, onu sorguluyor ve yeni anlamlar için yer açıyor. Nöbet burada bir koruma değil, bir dönüşüm pratiği. Hafıza ancak hareket hâlindeyken yaşayabilir.
コメント