Aşiyan’dan İstanbul’u izlemek
- Hıdır Eligüzel
- 19 Eyl
- 5 dakikada okunur
Medine İrak'ın Sınırların Ötesinde isimli kişisel sergisi 12 Eylül - 1 Kasım 2025 tarihleri arasında Simbart Projects'te gerçekleşiyor. Kuş figüründen hareketle izleyiciyi mekân, aidiyet ve özgürlük kavramlarını yeniden düşünmeye davet eden sergiyi ele aldık
Yazı: Hıdır Eligüzel

Medine İrak, Sınırların Ötesinde, 2025, Sergiden görünüm. Sanatçının ve Simbart Projects'in izniyle
Medine İrak, Sınırların Ötesinde isimli kişisel sergisinde kuşların yaşamlarını bir belgeselci titizliğiyle ele alıp İstanbul’u farklı açılardan yorumluyor. Önceki sergilerinde olduğu gibi doğayı odağına alan İrak, bu kez gökyüzünün öznelerini öne çıkarmaya çalışıyor: İstanbul’un kuşları. Simbart Project’in ev sahipliği yaptığı sergide kuşların ve onların İstanbul’daki deneyimlerinden kesitlere yer veriliyor. Herhangi bir hayvanla temas kurmak pek çok kez bedensel olduğu kadar ruhsal ve düşünsel bir kırılma yaratma potansiyeli taşıyor. Doğayla insanın birbirini nasıl şekillendirdiğini, birbirinden nasıl ayrıştığını sorgulatıyor. Hayvanlarla temas, ötekiyle yaşamı paylaştığımızı anımsatıyor.
Kuşların doğrudan veya örtük olarak yer aldığı eserlerinde İrak, sanatseverlere zor bir görev veriyor. İrak, kuşların bakış açısını sunmak yerine kuşları ve habitatını resmederek o bakışın bizde olmasını istiyor. Bu tavrını tipik akademisyen tarafsızlığı olarak yorumlamak mümkün ancak sanatçının kendisini bir kuşun gözüne yerleştirdiğinde görebileceklerini de merak ediyorum. Çünkü İstanbul’a gökyüzünden bakmak, şehrin taşlarının, yollarının, kalabalığının yanında zamanın kendisini de görmek demektir. İnsanların telaşla birer adım birer nefes hesap ettiği sokakları, kuşlar yukarıdan seyrediyor. Her şeyin küçüldüğü ancak hiçbir şeyin eşitlenmediği bir manzara söz konusu olan. İhtişamla mütevazılık, zenginle yoksul, gürültüyle sessizlik aynı düzleme oturuyor gibi gözükse de artık, bu ikilikler gökyüzünden de anlaşılabilecek kadar keskinleşti. İşte bu yüzden kuş olmak bir ayrıcalık değil bir onurdur: Dünya’ya yukarıdan, genişlikten, sınırların ötesinden bakabilmenin verdiği bilgelik söz konusudur.

Medine İrak, Sınırların Ötesinde, 2025, Sergiden görünüm. Sanatçının ve Simbart Projects'in izniyle
Sanatçının tuvalinde İstanbul’un kuşlarıyla buluşurken gördüğümüz şey yalnızca doğanın zarif temsilcileri değil bir kentin ruhu, bir şehrin hafızasıdır. Martılar, serçeler, kargalar, güvercinler… Sanatçı hepsiyle şehrin farklı coğrafyalarını özdeşleştirir. Adalardaki martılar gemilerle gelip giden İstanbullulardan çok daha önceliklidir. İstanbul’un siluetinde yer alan Yassıada ve Büyükada’nın önünde resmedilen bu kanatlılar, şehrin hem tarihini hem de geleceğini taşır.
Yassıada’nın Türkiye’nin son otuz yılında yaşanan antidemokratik uygulamaları doğa, kent kırımının ortasında çaresizce izlediğini düşünüyorum. Şimdilerde bir otele ev sahipliği yapan ada, Türkiye tarihindeki ilk cepheleşmelerinin ekildiği coğrafyalardan biri olarak artık sadece simgesel düzeyde kaldı. Oysa kuşların hafızasında ada farklı imaj ve imgelerle yüklü. Günümüzde demokrasinin yok edilmesinin atalarının izleri Ada’da saklı olabilir mi? Ada kıyılarının sessizliğinde konaklayan kuşlar, insanın kurduğu medeniyetin çeperinde kendi düzenlerini sürdürüyorlar. Onlar için gökyüzü bir özgürlük haritası, deniz bir ayna, şehir ise yalnızca fon. Şehir ve insanlar onların dünyasında geçici konumdalar.
Yassıada ve Büyükada’nın önünde resmedilen bu kuşlar, iki coğrafi nokta ile birlikte iki ruh hâlini de işaret eder. Yassıada’nın politik tarihinin ağırlığıyla Büyükada’nın dingin doğası, bir kuşun kanadında aynı anda var olabilir. İnsan için bu iki mekân arasında uçurum vardır; kuş için yalnızca bir kanat çırpışıdır. İşte tam da burada, kuş olmakla insan olmanın farkı beliriyor: İnsan ağırlığı taşır, kuş hafifliği. İnsan geçmişin yükünü sırtında taşır, kuş yalnızca rüzgârı.
Medine İrak, Sükunetin Kanatları serisi 1-39, 2025, Tuval üzerine toz pastel, çini mürekkep, mürekkep kalem, 22x16 cm (her biri)
Kuş gözüyle bakmak insana yabancı bir deneyimdir. Çünkü insan toprağa bağlıdır; evini taşla, betonla, kapıyla kurar. Kuş ise yuvasını bir dalda, bir çıkıntıda, bazen de bir elektrik direğinde, ne bulduysa orada kurar. İnsan, eviyle kendini sabitlerken kuş her an göçün ihtimalini taşır. Heykelleştirilmiş kuş yuvaları bu iki dünyanın arasındaki köprüyü hatırlatır. İşte sergide karşımıza çıkan kuş yuvaları heykelleri, bu iki dünyanın arasındaki köprüdür. Mülkiyetsizlerdir esasında. Göçebe ve yerleşik, geçici ve kalıcı… Heykel, insana ait olan kalıcılığın simgesidir. Ama yuva, gelip geçiciliğin, kırılganlığın, süreksizliğin imgesidir. Ressamın heykelleştirdiği kuş yuvası, bu iki karşıtlığı aynı formda birleştirir: Zamansız bir yuva.
“Yuva, insanın düşlerindeki en eski barınaktır; hem koruyucu hem de kırılgan bir imgedir.” (Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası)
Peki kuş olmak, yalnızca uçmak ile tarif edilebilir mi? Elbette hayır, kuş olmak, bakışın biçimini değiştirmeyi gerektirir. Bir martının gözünden İstanbul, cami kubbelerinin üstünde dalgalanan bir rüzgâr parçasıdır belki de. Bir serçenin gözünden İstanbul, ekmek kırıntılarının düştüğü bir taş yoludur da. Bir karganın İstanbul’un, Galata’nın taşlarında yankılanan kanat sesleri kuş bakışının yansımasıdır. İrak, bu bakışları tuvaline taşıyarak sanatseverlere bir şeyi hatırlatıyor: Şehri yalnızca biz kurmadık. Onu bizimle paylaşan, nefes alan, göç eden, şarkı söyleyen binlerce canımız var.
“Kentler, onları gören gözün biçimine göre vardır.” (Italo Calvino, Görünmez Kentler)
Solda: Medine İrak, Sınırların Ötesinde, 2025, Sergiden görünüm. Sanatçının ve Simbart Projects'in izniyle Sağda: Medine İrak, Kuş Sarayı, 2025, Kağıt üzerine karakalem, 67x51 cm (çerçeveli)
Hayvan olmak, çoğu zaman insanın gözünde eksikliktir. Oysa hayvan olmak, onurdur. Çünkü hayvan kendisiyle barışıktır. Bir kuş, kuş olmaktan utanmaz, kuş olduğunu saklamaz. İnsan ise çoğu zaman kendini inkâr eder; başka birine, başka bir şeye dönüşmek ister. Kuş, varlığının yalın gerçeğini taşır: Uçmak, beslenmek, şarkı söylemek, yaşamak. İrak’ın İstanbul kuşlarını resmetmesi, bize bu yalınlığın değerini hatırlatır. İnsanın yarattığı anlam arayışının sentetik üretimlerini anımsatarak iç bakış sağlar. İstanbul’un kuşları şehrin vicdanıdır. Çünkü onlar, kentin tüm gürültüsüne, betonuna, keşmekeşine rağmen hâlâ burada yaşamayı sürdürür. Bir martı çığlığı, Boğaz’ın üstünde yankılandığında, aslında bize şunu söyler: “Biz de buradayız. Bu şehir yalnız sizin değil.” Sadece güzel bir anı, bir kompozisyonda değil gerçekliği anımsatır. Onlar insanın unuttuğu şeyi bilir: Birlikte yaşamak. Onların gözünde sınırlar, mülkiyetler, pasaportlar yoktur. Göç ederler, dönerler, yuva kurarlar, bırakırlar. İnsan için taşınmak zahmettir; kuş için göç şölendir.
“Hayvanlar, kendi varlıklarıyla tamdır. Onların yaşamı, oldukları şeyin bütünlüğünden ibarettir.” (John Berger, Hayvanlara Niçin Bakarız?)
Sergi mekânında karşımıza çıkan yağlı boyalı eserler, heykeller ve kuşların siluetiyle birleşen İstanbul, bize yeni bir soru bırakıyor: İstanbullu olmak ne demektir? Eğer yalnızca insan gözüyle bakarsak, bu sorunun cevabı pasaportla, kimlikle, adresle verilir. Ama kuş gözüyle baktığımızda, İstanbullu olmak bir özgürlük hâlidir diyebilir miyiz? Gökyüzünü paylaşmak, dalgaların üzerinde süzülmek, şehrin gürültüsünü bir şarkıya dönüşmek çok da gerçekçi bir izlenim olmasa gerek. Ama İstanbul ne yazık ki pek çok insan, doğa ve canlı için zorunlu kabullenilen bir getto imajı çizer. Çünkü İstanbulluyum demek o kadar zor ve ayrıcalıklı insanlara ait ki, bir tür kültür ve benlik öğütücüsü gibidir.
“Ne Kağıthane deresi ne de Göksu… İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.” (Orhan Veli, İstanbul’u Dinliyorum)
Kuş gözüyle İstanbul ne sahip olunan bir toprak ne fethedilen bir kale ne de kaybedilen bir memlekettir. Kuş gözüyle İstanbul, yalnızca bir duraktır. Gelip geçici, ama aynı zamanda ebedî. Kanatların gölgesinde birleşen bir mekân. Bu sergi, bize şunu fısıldar: İnsan olmayı kuş gibi düşünmeden anlamak mümkün değil. Ve belki de asıl mesele, insan olmak değil hayvan olmayı onurla taşımaktır. Çünkü ancak o zaman, gerçekten birlikte yaşamanın, gökyüzünü paylaşmanın, özgürlüğü hissetmenin ne demek olduğunu anlayabiliriz.

Medine İrak, Çizgiler Arasında, 2025, Tuval üzerine mürekkep kalem, çini mürekkep, toz pastel, 140x190 cm
“Doğada her yaratığın varlığı, kendi hakkını savunur; hiçbir tür diğerinin fazlalığı değildir.” (Aldo Leopold, A Sand County Almanac)
Evcil hayvanı olan insanların hayvanlardaki özel tepkileri, mizaç dediğimiz tutumları yakalamaya ne kadar yakın olduklarını görüyoruz. Şehrin evcil hayvanlarına yönelik tutumları ne yazık ki insan-merkezci bir politikaya dönüşüyor. Bu dönüşüm, birlikte yaşamaktan çok, sadece kendisi için yaşamak isteyen insan soyunun saf kötülüğü olsa gerek. Burada empatiyi insandan insana değil insandan hayvana, insandan doğaya dönüşmesi gerekir. Çünkü ne zaman bir kuş görsem, esasında her kuşun birlikte yaşadığını, kendi özel kardeşliği içinde olduğunu düşlerim. Gökyüzünün en yakın yurttaşları olarak farklı hayvanlara, kentlerin yıkıcılığına rağmen, hayatta kalmak için tıpkı kentin yoksulları ve mağdurları gibi çetin mücadeleler verirler. Bu nedenle biraz dikkatli baktığımızda her birinin kendine özgü yarasını da görebiliriz.













Yorumlar