top of page

Alla Beni Pulla Beni Sabah Ateşi

Temsillere sığmayan kontrol altında kalmayan, sanatı imkân olarak kullanan, yerinde durmayan, kahkahayı seven, kendinden korkmayan, sınırlara takılmayan, dans eden, özellikle kıvıran, tüy gibi hafiflikle sevişen, kimseye benzemeyen, biraz canavar, bazen melez, bir-olmayan bedenlerin çelik gibi güçlü tutumlarına” mekân olan XXY yeni bölümünde tüm hayatını porno sektörüne adamış bir insanın hikâyesine odaklanıyor


Hazırlayanlar: Çınar Eslek ve Yekhan Pınarlıgil


Sizi tebrik ederim, Venüs Porno Film Festivali’nde En İyi Underground Film dalında En İyi Emektar Aktris ödülü aldınız. Sizi farklı tarz filmlerde izliyoruz. Bize ödül aldığınız Alla Beni Pulla Beni Sabah Ateşi filmdeki performansınızdan bahseder misiniz? Bu film daha önceden nasıl şartlarda ve hangi sinemada gösterildi? Porno aktrisliğine nasıl başladınız?


Çok teşekkür ediyorum nezaketiniz için ancak düzeltmek istediğim bir hatanız var. En İyi Emektar Aktris ödülü değildi bana verilen. Festival her yıl mesleğe yıllarını vermiş, sosyal ve politik anlamda porno camiasının kabulüne bir katkısı olmuş kişilere Onur Ödülü veriyor. Bir filme, role ya da performansa değil şahsın kendine, tüm kariyeri düşünülerek verilen bir ödül bu. Sağ olsunlar bu yıl beni layık gördüler. Pek tantanalı bir tören oldu. İnsan gurur duyuyor tabii, elinde olmadan. Dile kolay, bir ömür geçti. Yıllarca çok farklı pozisyonlarda, çok çok farklı insanlarla çalıştım. (Kahkaha atıyor.) Kelimenin her anlamıyla… Ben şahsen büyük bir zarar görmedim ancak tabi ki hakir görülen bir meslek icra ediyoruz, hele ki bizim ülkede. Marjda kalıyoruz, görülmez durumdayız. Ne sendikamız var ne sosyal haklarımız ne bir meslek odamız ne de doğru düzgün bir temsilcimiz. Oysa fokur fokur kaynıyor ortalık. Geçmişi çok eskilere dayanan, imge üretiminin en başına uzanan ve de git gide büyüyen bir sektör. Biz bu paradoksun içine yerleştiriyoruz hayatlarımızı. Genele baktığımızda, sektördeki varlığımız çok uzun sürmüyor zaten, oyuncular biraz yaş ya da kilo aldıklarında ayrılmak durumunda kalıyorlar, prodüktörler ellerine üç kuruş geçer geçmez daha saygın alanlara kayıyorlar, teknik elemanlar zaten televizyon ya da sinemadan gelen, ek iş olarak, “gizli” bir şekilde porno çeken insanlar. İşte bu şartlarda varlığınızı uzun süre sürdürebildiğinizde dikkat çekiyorsunuz. Benim ödülümün temel sebebi bu, başka bir deyişle Onur Ödülü denmesinin altında yatan sebep sadece yaşayabilmiş olmak. Yoksa onur, ataerkil söylemin tepelere çıkardığı, arkasına koskoca bir çöplük saklanmış bir sik sadece.


Geçmişi çok eskilere dayanan bu sektörün her dönem imge üretimi de değişiyor elbette. Bu değişimler sizin varlığınızı ve oyunculuğunuzu nasıl etkiledi?


İmge üretim teknikleri gerçekten çok ciddi bir hızla gelişti. Sinema kameralarının taşınabilir hale gelmesi başlı başına bir olaydı. Sonra video çıktı ve inanılmaz bir hızla hafifledi. Şimdilerde cep telefonuyla çekiyorlar pornoları. Dünyamız değişti diyebilirim. Ancak şunu söylemek şart: Her teknik farklı bir estetik getiriyor ve her farklı estetiğin farklı bir fetişisti çıkıyor. Sinemada porno izlemeyi sevenler muhtemelen imgenin kadifemsi hallerinde mutluluklarını buluyorlardı. Videonun ilk yıllarındaki kontrastta mahzun gri sahneler gizli kameradan izleniyor hissi veriyordu, ne mutlu dikizcilere. Süper 8 vardı mesela, renkleri kısıtlı ama aşırı doygun. Sanki evde çekilmiş izlenimi veriyor ve nostaljiyle samimiyeti birbirine karıştırıyordu. Çekingen erkeklerin ve gurbetçilerin en sevdikleri filmlerdi onlar. Bir de Hi8 çıktığında çok heyecanlanmıştık. Kolay çoğaltıp kolay satıyorduk, el altından el üstünden. Onlar hızlı tüketiciler içindi daha çok; bir sahneyle yetinmeyen, devamlı yenisini arayan, vahşi liberalizmin altın çocukları için!


Sorunuza dolambaçlı bir giriş oldu galiba. Ama benim oyunculuğumu tekniklerin değişiminden ziyade, değişen tekniklerin farklı müşterileri ve onların beklentileri şekillendirdi. “Kim hangi tekniği alıp izleyebiliyor? İzlerken onu ne bekliyor?” gibi soruları düşündüm daha çok ve ona göre giyindim ve ona göre davrandım.


Bu hakir koşullarda gizlilik kaçınılmaz. El altından çekilen filmler nasıl gösterime giriyordu? Ya da gösterime giremiyorsa nasıl izlenebiliyordu?


Sanırım bir küçük karışıklık var Betty’cim. Gösterime giren filmler gizli olarak çekilmiyordu. Bildiğin prodüksiyon yöntemleriyle çekiliyor ancak bazen senaryoda bazı değişiklikler yapılarak olması gerektiğinden daha erotik hale getiriliyorlardı. Ancak el altından çekilen filmler de vardı tabii. Özellikle Süper 8 kullanıyorduk bunlar için. Kamera içinde montaj dediğimiz yöntemle hızlıca çekiyorduk. 3 dakikalık kartuşları belirli sayıda çoğaltıp el altından özel kişilere satıyorlardı. Bu filmlerin gösterime girmesi gibi bir durum söz konusu değildi.


Kamera içinde montaj yöntemiyle çekmek performansa daha uygun gibi. Günümüzde kurgu programlarında yapılan montaj tekniği yok. Siz bu iki dönemi ve arasını görmüş ve dahil olmuş biri olarak bu süreci değerlendiriyorsunuz?


Teknoloji ilerliyor, dil de ona bağlı olarak evriliyor, bu normal bir durum. Kamera içinde kurgu bir aciliyetti bizim için, bir kolaylıktı. Şimdi gerek yok, zira montaj teknikleri çok kolaylaştı, herkes telefonunda bile iyi kötü bir kurgu yapabiliyor. Ama bunu benden çok bu işe kafa yoranlara sorman lazım Betty’cim. Bu konuşlarla ilgilenen tarihçiler ve araştırmacılar var artık.



Çok farklı insanlarla ve çok farklı pozisyonlarda çalıştım dediniz. Nasıl pozisyonlardı bunlar?


Küçüklükten sinemalara ilgim vardı. Sadece görülen filme değil, bütün sinema merasimine. Aydınlıktan karanlığa geçiş heyecanlandırıyordu beni. Bilinçten bilinçaltına inmek gibi, insanın derinlerine, düşlerine, itiraf edemediklerine. O derin karanlıkta tanımadığım insanlarla paslaştığım hisler vardı: aşk, hayranlık, bazen korku ama her şeyden önce heyecan. Sonra antrakt girdiğinde, ortalık aydınlanınca yaşdığım garip utanç, en gizlimi açtığım ama hiç tanımadığım insanların Alaska Frigolar’ını yerken ya da bir köşede çaylarını yudumlarken attıkları kaçamak bakışları… Ve beni en çok etkileyen unsurlardan bir tanesi yer göstericinin el feneriyle yaptığı danstı. Neredeyse kör olarak girdiğim salonda tek çıkar yol o küçük ışığın bana ve kaderime eşlik etmesiydi. Sonra birkaç saatlik yol arkadaşlarımın yanında yerimi alırdım.


Muhtemelen bu yüzden, daha çok gençken Anadolu’da küçük bir sinemanın müdürüne yalvardım beni işe alsın diye. Daha tecrübeli birini aradıklarını söyledi bana defalarca ama bıkmadan ısrar ettim ve sonunda başardım. Uzunca bir müddet o sinemada yer gösterici olarak çalıştım. Pilini idareli kullandığım bir el fenerim vardı. Hiç yorulmadan, bir aşağı bir yukarı, neredeyse uçarak çalıştım. Uzun zaman sonra farklı şehirlerden teklifler aldım ve oradan oraya sürüklendim bir dönem. Ta ki İstanbul’un güzide sinemalarından birinin patronu beni keşfedene kadar. Uzun süre Aksaray’da icra ettim el fenerli koreografimi. Küçük işletmelerdi sinemalar, biri hastalanınca ekipten diğeri bakardı yerine. Ben de yeri geldi çay ocağında çalıştım, yeri geldi yerleri sildim, yeri geldi projeksiyona geçtim.


Bir kış sabahıydı, çok iyi hatırlıyorum. Kar kaplamıştı Aksaray’ı. Sinemanın girişinde ıslak ayak izleri, fuayede yanan sobanın yanında çayla ısınan birkaç seyirci. İki film arasında kapıları açmıştım, sakince çıkanları izliyordum: hayallerinden daha kurtulmadan soğuk İstanbul sokaklarında kendilerini buluşlarını… Fuayenin kapısı açık kalmış, kapamaya çalışıyordum. Bir anda bir çığlık, bağırış çağırış, şaşırdık hepimiz. Müdürün karısı cinnet geçirmiş ve müdürü bıçaklamış. Adamı apar topar hastaneye kaldırdılar. Ben de önce bürosundaki kanları temizledim sonra da işlerini düzenlemeye koyuldum.


 

"Porno derken bir sektörü, para kazanmak ve hayatta kalmak için yapılan bir mesleği kastediyorum. Her striptiz ya da her mastürbasyon porno değildir. Herkes yapıyor bunları, herkes evinde porno çekmiyor. Beden görüntülerini diğerlerinin, yüzünü bile görmediklerinin zevkine ithaf etmiyor."

 

Pavyon gibi… Ben on yıl önce Beyoğlu’nun arka sokaklarında yaşıyordum. Evimin karşısında bir pavyon, yanında da bir rock bar vardı. Gece iki mekândan çıkan müşteriler birbirlerine karışırdı. Bir gün bir bağırış, bir haykırış. Baktım, bir müşteri bıçaklanmış. Mekânın önü kan lekeleriyle dolu. Polis gelene kadar kaşla göz arasında kan lekeleri silindi ve müşteri sırra kadem bastı. Çok garipti. Sizde Taksim Parkı’nın ışıksız, arka sokaklarında yaşamıştınız. Bazı sokakları karanlıktı diyorlar. İnsanların siluetlerini görünür fakat yüzleri zor seçilirmiş. Öyle mi sahiden?


Ah Betty’cim neler geçti o sokaklarda, kimler kayboldu oralarda, kimler aydınlıktan karanlığa geçti, etten kemikten hayaletlere dönüştü... Cemaatin en tanınmış yüzleri oralarda sırra kadem bastılar. Beyoğlu gecelerinin böyle bir gücü vardır. Anonimleştirir seni, fark etmeden içine alır. Ters bir doğum vakası gibi. Karanlık sokaklar rahimlerine çekerler seni. Bir bakarsın yoksun. Yüzün yok, kimliğin yok, gözlerinin rengi yok. Bedenin ruh haline, ruhun duman haline dönüşüvermiş, şehrin karanlıklarından biri oluvermişsin.


İşte böyle şekerim, ben geçici müdürlük yaparken geldi Fahri Bey. Kapıyı çalmadan açtı girdi içeri, müdürün olayını duymamış, onu beklerken beni görünce bir durakladı. Çabuk toparlayıp sohbete başladı. Zamanın kalantorlarından, biraz deli dolu, hareketli, kabına sığmayan cinsten bir adam. Prodüktörlük yapıyorum dedi, sana uygun bir pozisyon mutlaka buluruz. Böyle oldu. Porno sektörünün perdesi aralandı ve ben böyle hızlıca arkasına geçiverdim.


Perde arkası demişken opera binası ile bir temasınız var mıydı? Perde arkasına hızlıca geçmek sizin için bir zorluk yarattı mı?


Her yeni başlangıç bir zorluktur bence. Yeni bir şehre gittiğinde o şehir zordur senin için, yeni bir ev, yeni bir sevgili, yeni bir iş… Bundan fazlası değildi benim için de. Opera binası benim bir dönem beni barındırmış bir sığınaktı. Bir sığınaktı. Aileydi, yuvaydı, evdi. Hayatımın bir döneminde ben operaydım, o bina da benim sahnemdi. Herkes şehri terk etmişti. Hayaletler, zombiler, televizyon yıldızları, roman kahramanları, bir de ben vardım… Şehrin kartelini indirdikleri bir dönem.


Toplumsal ve siyasal olarak iktidar ilişkisi eril bir hakimiyet ile varlığını süreklileştirmek istiyor. Özellikle cinselliği ve cinsellikle ilgili meseleleri normatif kurallar halinde yaşam alanlarımıza yayılmış durumda. Ahlak neredeyse cinsellikle ilgili meselelere indirgendi.



Bu ahlakçılık farklı boyutlarda kendini gösteriyor. Porno izlemek yadırganır diye konusu bile açılmıyor. Oysaki en çok pornonun izlendiği ülkeyiz. Pornonun bir tabu haline gelmesi durumu keskinleştiriyor. Hiç pornodan ve seksten konuşamamayı sizin ifadenizle bunun hakir görülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?


Öncelikle şunu söylemeliyim bir oyuncu için porno ve seks birbirlerinden çok farklı şeyler ifade ediyor. Seyirci tarafından baktığınızda, porno seks tüketiminin çeşitlerinden bir tanesi, bir tahrik unsuru ya da en saf haliyle bir gösteri. Halbuki bizler için porno bir performans, dans ya da tiyatro gibi. Bedeninizi bakışlarına sunarak izleyenlerde bir şeyler uyandırmaya çalışıyoruz. Arzu, orgazm, bazen de ihtiras. Şanslı olanlarımız için porno bir meslek. Karşılığında hayatınızı kazandığınız bir sektör. Ancak unutmamak gereken bir husus var, biz kendimizi gösterdiğimiz için tüketilmiyor porno, kimseye zorla kendimizi izletmiyoruz, izleyici görmek istediği için bizler bu performansları yapıyoruz. Arz talep meselesi yani. Seksten konuşamayan bir toplumdan bahsettiniz. Müthiş bir istek var ama sözde ahlak kurbanı, müthiş bir ilgi var ama ikiyüzlülüğün soytarısı. Dilsizmiş gibi davranan bir güruh. Susturulan bedenler, yaşamıyormuş gibi yapıyorlar. Gazete kâğıdına sarılmış bira kutuları hikâyesi ya da televizyon ekranındaki flulaştırılmış şarap kadehleri. Oysa biz seks konuşmuyoruz, başkaları mis gibi seks yapabilsinler diye biz de seks yaparmış gibi kendimizi sahneliyoruz.


 

"Her teknik farklı bir estetik getiriyor ve her farklı estetiğin farklı bir fetişisti çıkıyor. Sinemada porno izlemeyi sevenler muhtemelen imgenin kadifemsi hallerinde mutluluklarını buluyorlardı. Videonun ilk yıllarındaki kontrastta mahzun gri sahneler gizli kameradan izleniyor hissi veriyordu, ne mutlu dikizcilere. Süper 8 vardı mesela, renkleri kısıtlı ama aşırı doygun, sanki evde çekilmiş izlenimi veren. Nostalji ile samimiyet birbirine karışırdı."

 

Jeff Koons, İtalya’nın porno kraliçesi Cicciolina (Ilona Staller) ile pornonun her cinsini denediği sahnelerden bir dizi resim, fotoğraf ve heykel yarattı. Örneğin, bir eserin adı Ilona’s Asshole. Ve bu seri 1990 yılında Venedik Bienal Uluslararası Sanat Sergisi’nde sergilendi. Sanatı pornolaştıran bir diğer şöhret ise Nobuyoshi Araki. Araki’nin fotoğrafları porno dergilerde yayınlanırken bir anda galeri ve sanat müzelerinde sergileniyor. Zamanla pornografiyi taklit eden performanslar yayılıyor. Bu performans sanatçılarının önde gelenlerinden Cosey Fanni Tutti zamanında porno yıldızı, Annie Sprinkle ise fahişe. Amsterdam’ın ünlü mahallesi Red Light District’te vitrinlere çıkıyor. Jemima Stehli, Hannah Wilke striptiz yapıyorlar, kimileri de mastürbasyon. Siz de pornodan bir performans olarak bahsettiniz. Bu örneklerden yola çıkarak sizin süreciniz nasıl gerçekleşti ve performansınız hiç sanat disiplini içinde yer aldı mı?


Öncelikle şunu söylemek isterim, Jeff Koons’un adını diğer sanatçılarla aynı paragrafta geçirmeniz bana oldukça tuhaf geldi. Onun yaptığı şeyi ne sanat ne de porno olarak isimlendirmemiz bence mümkün değil. En iyi ihtimalle reklamcı diyebiliriz ama bana daha çok kurnazlık gibi geliyor. Toplumun, daha doğrusu pazarın, zaaflarını iyi biliyor ve bunu kullanarak ilgi çekiyor. Yaptığı şey porno değil, seks. İnsanlar bedenleriyle istediklerini yapmakta özgürler ama her zaman dürüst olmak gerekiyor diye düşünüyorum: hem kendine hem de izleyenlere karşı! Jeff Koons ticari endişeyle hareket ediyor, dürüst ya da net değil, bilerek izleri siliyor, flulaştırıyor. Yapılan şey ne porno ne de sanat bence. Bedenlerini araç olarak kullanarak sanat yaptıkları için Hannah Wilke gibi sanatçıların adını onunla aynı kefeye koymak diğerlerine hakaret gibi geliyor. Daha yaşanılabilir olması için toplumu değiştirmiş, en azından değişimi tetiklemiş insanlardan bahsediyoruz, şahsi bir zafer için toplumun sınırlarıyla oynayarak insanları uyutan bir pazarlamacıdan değil. Bir de şunu hatırlatmak isterim, porno derken bir sektörü, para kazanmak ve hayatta kalmak için yapılan bir mesleği kastediyorum. Her striptiz ya da her mastürbasyon porno değildir. Herkes yapıyor bunları, herkes evinde porno çekmiyor. Beden görüntülerini diğerlerinin, yüzünü bile görmediklerinin zevkine ithaf etmiyor. Aynı şekilde sanatın da belli bir çizgisi olduğunu, kendi içinde bir ahlaki olduğunu düşünüyorum, yoksa evinde sanat yapan çok…


“Her striptiz ya da her mastürbasyon porno değildir,” dediniz. Porno nedir?


Seks ile porno arasındaki fark nedir? Bir porno profesyoneli olarak düşündüğümde şöyle cevaplayabilirim: Seks benim özelim, benim özel hayatım, partnerimle ya da partnerlerimle zevkle geçirdiğim zamanlar, seks tensel ve ruhsal bir zevk. Pornoysa mesleğim. Var olmak, hayatımı idame ettirmek için yaptığım, karşılığında para aldığım bir meslek. Hepimiz bedenimizi, ruhumuzu, zekâmızı birilerine kiralıyoruz. Büro çalışanından çok farklı olduğumu düşünmüyorum. Bir memur düşünün, şirkette ya da kurumda çalışan. Günün belli saatlerinde bedenini ve zihnini çalıştığı kurumun hizmetine veriyor. İşte benim kurumum da porno sektörü. Başkalarının zevki için kendi bedenimi kiraladığım birkaç saat.


Sizi çok farklı alanlarda çok farklı roller içinde görüyoruz. Sizi tanımlamak zor. Siz sadece bedeninizi kiraladığınızı düşünseniz de izleyiciler öyle düşünmüyor. Ya da sanat çevreleri. Size bu ödülü layık görmelerinden de anlaşılıyor.


Bana gelince, ben sanat yaptığımı asla düşünmedim, ancak son yıllarda sanatın sınırları genişledi ve sanat camiasında yaptıklarıma karşı bir ilgi oluştu. İşime gelmedi diyemem, zira zamanında el altından sattığımız filmlere şu an meraklılar oldukça iyi meblağlar harcıyorlar. Yani bu alana kendime rağmen, koleksiyonerler ve araştırmacılar aracılığıyla geldim. Özellikle Süper 8 filmlere çok ciddi bir ilgi oluştu. Aşağı yukarı üç dakikalık kartuşları vardı. Biz sahneyi oynarken, oynar demeyelim, yasarken, kameraman kamera içi montaj dediğimiz yöntemle bizi filme alırdı. Yani tüm sahneyi üç dakikada özetleyecek şekilde. Bazen tutturamazdı mesela, orgazmdan önce bitmiş kartuşu, (gülüyor) kızardık ona, halbuki adam ne yapsın, insanlık hali, olur böyle şeyler. Neyse… Sonra bu filmleri banyoya yollar, geri gelince de seyrederdik. Prodüktör satılabilecek olanlarını çoğaltır el altından oldukça da iyi fiyatlara satardı, olmamış dediklerimizi bir kenara atardık. Bugün onlar bile ilgi görüyorlar. Geçenlerde yurt dışında bir müzede çalışan bir araştırmacı geldi, Yekhan Pınarlıgil, arşivlerimle ilgileniyormuş. Şaşırıyorum bazen bu kadar ilgiye!


Yekhan Pınarlıgil ismini duydum. Hatta geçenlerde küratörü olduğu bir sergiyi gezmiştim.


Çınar Eslek diye bir sanatçıyla çalışıyormuş, birlikte benim arşivlerim üzerine bir sergi hazırlıyorlar. Nereden nereye… Ama hoşuna gidiyor tabi insanın, birileri yıllar önce yaptığınız filmlerin afişlerini bulmuş, eski filmlerinizi, fotoğraflarınızı el üstünde tutuyorlar. Üstelik insanlar gelip görecekler. Kim ilgi görmek istemez, hele ki yıllarca karanlıkta bırakılan bir meslek yapınca… Bak sen de benimle röportaj yapıyorsun. (Birlikte gülüyorlar.)


Ne zaman açılacak sergi? Nerede olacak?


İstanbul’da, March Art Project diye bir sanat galerisinde olacakmış. Ocak’ın başında açılacak yanlış hatırlamıyorsam..

bottom of page