top of page

Agnès Varda’nın rüzgârları


29 Mart 2019’da yitirdiğimiz Agnès Varda, Fransız Yeni Dalgasının tek kadın yönetmeniydi. Her daim kendini yenileyen Varda, kendine özgü üslubu ve rengarenk kişiliğiyle 90 yıllık yaşamında nice izleyicinin hayatına dokundu; harabe şehirlerden ve yılgın zamanlardan hangi hayallerle nasıl güneşler açtırabileceğimizi gösterdi... Kahraman Çayırlı, Varda’nın vefatının ardından yazdığı metinde, sanatçının üretimine ışık tutuyor

750 kelime

Agnès Varda, Fotoğraf: Pascal Ungerer

Ancak yeni bir dil üretebilirseniz, her zaman kendi şarkılarınızı söyleyebilirsiniz! Varda, sinema tarihinde pek çok camı kırmaya başladığında henüz çok gençti. Mutfağa, kendi bedenine, kendisine eril tahakküm toplumu tarafından verilen çerçevelere kapanmadı. Kentten, iş hayatından, dev binalardan, eril dünyalardan kaçıp bir film sahnesinde oksijen buldu ve sosyo-ekonomik çatışmaların en yoğun yaşandığı zamanlarda kendi dilbilgisini üretebildi.

Bedenin ruha dar geldiği zaman... Mevcut sinema, uçuşan hayalleri gerçekleştirmek için yeterli olmadığında… İyi yönetmenler, mevcut olanı yok eder ve yeni bir dil üretirler. İşte tam da bu aşamada sinema parlamaya başlar. Onun, ısrarlı ve kendine güvenen çok başka bakış açıları vardı. Kendi dili, kendi renk tonları, kendi ısrarı vardı. Agnès Varda’nın kendine ait rüzgârları vardı. İşte bu güzel rüzgârlar saf sinema ile iletişim kurabilen her birimizin üzerine esmeye devam ediyor.

Harabe şehirlerden ve yılgın zamanlardan hangi hayallerle nasıl güneşler açtırabileceğimizi gösterdi. Kendine mahsus bir estetikle güneşlerin, ışıkların karanlık takvimlerden gelebileceğini kanıtladı. Gerçek bahar sadece kendi şarkılarınızı söylediğinizde gelir...

Yavru kediler, eldivenler; fallar ve salıncaklar

Agnès Varda (1928-2019), sinemanın onun evi olduğunu ve her zaman orada yaşadığını sık sık röportajlarında hatırlatsa da nihayet şöyle diyecektir: “Ama dünyayı keşfetmek için evinizden çıkmanız gerekiyor.” Varda, özellikle 60’lı yılların fazla çalkantılı, ekonomik, siyasi, toplumsal bağlamlarda yeni sınırların keşfedilip eski olan ne varsa çöpe atılmaya çalışılan ortamında kendi ütopyasını sinemaya kazımıştır.

Varda’yı kaybettiğimizde, -rengârenk filmografisinin bir nevi döngüsünü tamamlamaya yeltenen- master-class’vari bir otoportre olan son filmi Varda par Agnès’in yayınlanmasının üzerinden daha iki hafta bile geçmemişti. Godard’ın “Hepimizi gömecek olan, Agnès Varda’dır!" diye bahsettiği Varda’nın Yeni Dalga'nın gelişimindeki katkısı ve rolü yadsınamaz derecede önemlidir.

Aynı anda iki kadını seven bir marangozu anlatırken (Mutluluk, 1965), duyguların sadeliğini ve sonuçları karşı karşıya getirirken, tutkuyu ve aşkı mevsimlerin döngüselliğinin peşine takarken, freskler üzerinden şehirlerin peşine düşerken (Mur murs, 1980), avare bir gezginin varoluşunu talihsizlikler, bol bol seyahatlerle ana akım, sıradan öykü gelişimlerinin nasıl darmaduman edilebileceğini gösterirken (Yersiz Yurtsuz, 1985) Varda aslen kendi özgün yolunu yürüyordu.

Doktorundan test sonuçlarını beklerken kansere yakalanabileceğinden giderek daha fazla endişe duyan bir hastalık hastası olan, şarkıcı Cléo ile Paris’i tarumar ederken (Cléo Beşten Yediye, 1962) yavru kediler, eldivenler, puantiyeler, fallar ve salıncaklar eşliğinde Varda ismini sinemaya gerçek harflerle kazıdı. Sinema tarihine açtığı bu sade ama keskin yırtık, zaman geçse de değerinden hiçbir şey kaybetmeyecek.

Bu yıl 13-25 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek olan Cannes Film Festivali’nin afişinden de bize bakıyor Agnès Varda. Orada henüz 26 yaşında. Varda’nın ilk uzun metrajı olan La Pointe Courte’un (Paralel Yaşamlar, 1955) çekimlerinde, teknik ekipten bir görevlinin omuzlarında, vizörden bakıyor. Tam da ona yakışır renk tonlarıyla, ona çok yakışan yüksekliklerden bir bakış atıyor sanki tüm eril sinema tarihine. Yürüyeceği yollardan, kendi güzergâhlarından ziyadesiyle emin. Ulaşacağı irtifanın, kat edeceği mesafelerin farkında, kendi cümlelerini sinema tarihinin orta yerine yazacağını biliyor. Kendi rüzgârlarını estireceği hiçbir noktaya, hiçbir yüksekliğe hiçbir zaman esir olmayacağını da bilerek, naifliğinden de hiçbir şey yitirmiyor. Ancak turuncunun ve sarının bu ara tonları Varda’nın rüzgârlarına eşlik edebilirdi.

Agnès Varda

Çiçeklerle, tuhaf aynalarla…

Belirgin olmayan anların yırtıp aşan gerçeğin bir tür büyücüsü olan Varda, gözlemleriyle görünürde çok sıradan duran noktalardaki tuhaflıkları tespit ediyordu. Bu farklı bakış, bu derin gözlem gücü, Varda’nın bakışını, adeta gözü haline gelen kamerasını bu kadar ayrı bir yere konumlamamızı sağlıyor. Artıkları bile severdi o; kendi filmlerinin düşüşünü nasıl, hangi ölçüde ve nereye kadar kullanacağını ve tıpkı sadık hayaletler gibi onları sinema perdesine, hem de eskisinden çok daha büyük bir güçle geri getireceğini, en başından biliyordu.

Kendini sürekli yenileyen ve diğer birçok sanatçıya da ilham veren bu çok kıymetli yönetmen, zamanı askıya almayı da başardı. Sinema dünyasının eril yüzüne doğru karşılaştığı tüm engelleri bir başına çözebildi ve onu takip eden genç sanatçılara da gerçek olan, en kıymetli yolu böyle gösterdi. Bu savaşı sürdürürken renklerinden hiçbirini, estetiğinin, tarzının hiçbir parçasını kaybetmedi. Diğer kadınlara ekranda nasıl hayatta kalınabileceğini anlattı ve hepimize de başka bir sinemanın her zaman mümkün olduğunu gösterdi. Agnès Varda öncü filmleriyle, sinematografik unsurlarla bilinçli oyunların nasıl oynanabileceğini gösterdi.

Hayatını kendi tonları, kendi seçtiği karelerle sinema perdesi üzerine inşa etti. Çiçeklerle, ayağı yere basan, karton cümlelerle kameraya bakmayan gerçek sinema karakterleriyle ve tuhaf aynalarla, bir sanat evreni inşa etti. Hepimizi rüzgârlarla, hayallerle, ışıklarla aydınlatan tertemiz bir miras. Agnès Varda’nın gittiğine kim inanır? Yeni dalgası, güzel ışığı, sinematografik nefesi bizimle sonsuza dek yaşayacak.

bottom of page