Ağaçtan taşa, taştan tene, tenden duvara…
- Merve Akar Akgün ve Sami Kısaoğlu
- 3 Eki
- 11 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 6 Eki
Bozlu Art Project, 3 Ekim-29 Kasım 2025 tarihleri arasında Nazlı Pektaş’ın küratörlüğünü üstlendiği, Güven Zeyrek’in resim dünyasını yeniden farklı yönleri ile tanımamıza olanak sağlayan Tenduvar başlıklı sergiye ev sahipliği yapıyor. Zeyrek'in manzaradan figüre, beden coğrafyasından iç mekân resimlerine, farklı temalar arasında kurduğu ilişkilerin izlerini süren sergiden hareketle sanatçının pratiğini dört başlık altında ele aldık ve kızı Azra Zeyrek ile konuştuk
Hazırlayanlar: Merve Akar Akgün ve Sami Kısaoğlu

Güven Zeyrek
Bir resmin yüzeyinde önce neyin “konu” olduğuna karar vermeye alışmış bir göz, Güven Zeyrek resmine bakınca bu ayrıcalığını kaybeder çünkü Zeyrek resminde yüz, taş, ağaç, iç mekân, hepsi tek bir nefes düzenine bağlanır. Bu nedenle Zeyrek’in “resim her şeydir” cümlesini okuduğumuz an, bunun bir mottodan ibaret olmadığını, atölye ile sınıfları arasında yıllara yayılan bir çalışma terbiyesinin bir tür özeti olduğunu hemen anladık.
Güven Zeyrek yarım yüzyılı aşan sanat yaşamı boyunca manzaradan figüre, natürmorttan ve portreye uzanan bir yelpazede, resim sanatının tüm temel türlerine dair yüzlerce resim yapmış, kendi renk ve imge dünyasını oluşturmuş, sayısız öğrenci yetiştirmiş bir kişi. Çevresinde sanatçılardan mimarlara, edebiyatçılardan tasarımcılara farklı disiplinlerden sayısız insan biriktirmiş, klasik müzikten tasavvuf felsefesine, sanat tarihinden edebiyata birçok farklı alana derin ilgileri olan bir ressam.
Tenduvar, Sergiden görünüm
Güven Zeyrek’i tanımayanlar için bir yazı kaleme alma niyetiyle başladığımız bu yazıda, öncelikle söylemeliyiz ki, Zeyrek’in hayatındaki ilk büyük dönüm noktası ortaöğrenim yıllarında, Balıkesir Necatibey Öğretmen Okulu’nda Adnan Turanî’yle karşılaşması. Bu karşılaşma ona ziyadesiyle “nasıl bakılacağını” öğreten bir eşik olmuş. 1954–1957 arasında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nde aldığı eğitim ise Zeyrek’in çizgisini yapısal bir disipline bağlamış. Atölye zincirinde adı geçen Refik Epikman, Arif Bedii Kaptan, Mesut Erdem, Hakkı İzzet, Şinasi Barutçu gibi hocaların dersleri, indirgemeci-soyut düzen fikrini ve “yapı sağlamlığı”nı Zeyrek resminin belleğine yerleştirmişler.
Zeyrek’in 1935’te Ayvalık’ta başlayan hayat çizgisi, 1957’de Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş’te olgunlaşarak aynı yıl İzmir’e uzanan hat üzerinde üç on yıl boyunca hem üretim hem öğretmenlik disipliniyle sabitlenmiş. Bu sabit, dışarıdan bakılınca “sakin” görünebilir ama yakından düşününce her gün aynı masaya dönmeyi mümkün kılan bir inat, kati bir iç düzeni anlatıyor.
1967’de İstanbul’da adını kurucu isimlerin soyad hecelerinden türeten bir sanat topluluğu kuruluyor: AKATÜNVEL. Çekirdekte psikiyatrist ve ressam Prof. Dr. Süleyman Velioğlu ile mimar/ressam Tangül–Tamer Akakıncı var. İlerleyen yıllarda Nafi Çil, Ulu Sungu gibi isimlerle büyümüş. Zeyrek, 1983’te bu topluluğa katılıyor, hayatındaki bir diğer dönüm noktası da bu. Topluluğun ayırt edici özelliği, sanatı ontolojik bir mesele olarak ele almaları ve “insan varlığı” kavramını inorganik–organik–psişik–geist (tin) katmanlarıyla birlikte okumaları. Çağdaşlığı “moda akımlarına yetişmek” değil “şimdi ve burada olma bilinci” olarak tanımlıyorlar.
Topluluğun manifestosunda süreklilik vurgusu kadar, “bütünlük–direniş–yaratma” üçlüsünün etik ve estetik hat olduğuna dikkat çekiliyor. Bu çerçeve, Zeyrek’in portre resimini varlık kipleri arası montaj alanı olarak görmesine kuramsal bir istikrar kazandırıyor. AKATÜNVEL sergilerinin en görünür olanı 1990’da AKM İstanbul’da açılıyor.
Zeyrek’in sergi çizelgesi ise 1960’tan itibaren düzenli ve geniş bir coğrafyaya yayılıyor; İzmir, İstanbul, Ankara ekseninde kişisel ve karma sergiler, üretimin dolaşımını sağlıyorr. Bu çizelgenin dönüm noktası da Kibele sergisi. 14 Aralık 2007–9 Şubat 2008 tarihleri arasında İş Bankası Kibele Sanat Galerisi’ndeki 1957–2007 Retrospektif hem kapsamlı bir seçkiyi görünür kılıyor hem de aynı başlıkta bir kitapla belgeliyor. Kayıtlarda tarih aralıkları ve künyeler çok net; serginin “elli yıl” vurgusunu, izleyiciyle birlikte çalışacak bir okuma kılavuzuna dönüştüren yayın ise bugün Zeyrek resmine dair en büyük kaynaklardan biri.
Zeyrek’in resmini hiç bilmeyen bir okur “nereden başlamalıyım?” diye sorarsa, yüzeyden başlamasını öneririz. Çünkü Zeyrek’te yüzey düşünmenin mekânı. Portredeki bakış, manzaradaki ritim, kapı/duvar dizilerindeki dikey yarıklar—her şey bu düşünmenin parçaları. İlk bakışta figüratif görünen ne varsa, birkaç saniye sonra yerini katman, kesinti ve boşluk ekonomisine bırakıyor. Yani, ilk gördüğünüz şeyle kalırsanız, Zeyrek’i kaçırırsınız; onu görmek için bakışın alışkanlığını askıya almanız gerekiyor.
Bu yazıda niyetimiz, Zeyrek’i bir “101” giriş gibi,ama ham bir ansiklopedi maddesine düşmeden, akıl ve duyunun birlikte çalıştığı bir dille anlatmak. Hayat çizgisini, üslubunun temel devrelerini, AKATÜNVEL bağlamını ve bugün yeniden gündeme gelen sergileme önerisini bir araya getiriyoruz.
İzmir
Gazi’de süren eğitiminin ardından 1957’deki mezuniyeti, bir karar anı: İzmir’e yerleşmek. İzmir üretim ile öğretmenliği yan yana tutacak bir düzenin kurulması demek. 1957–1987 arasında İzmir Özel Türk Koleji’nde resim ve sanat tarihi dersleri verirken, bir yandan da atölyesini ayakta tutuyor.
1960’ta İzmir Fransız Kültür Merkezi’nde açılan ilk kişisel sergi, bu ritmin kamuya yansıyan başlangıç noktası. Sonraki yıllarda İzmir–İstanbul–Ankara hattında çoğalan sergiler, onu yalnızca “gösterilen” bir ressam değil, düzenli bir görsel düşünme pratiği kuran bir isim olarak görünür kılıyor. Kurum koleksiyonları ve müzelerde dolaşan eserler, bu sürekliliğin kayıtları. 2007–2008’de İş Bankası Kibele Sanat Galerisi’nin retrospektifi ve kitabı, bu uzun güzergâhı toparlıyor; yıllar sonra Nazlı Pektaş’ın yazdığı bir monografiyle (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2024) güncellenen kavramsal çerçeve bugünü besliyor.
Bu tarihleri yüzeyde gördüğümüz dilin nereden beslendiğini hatırlatmak için yazıyoruz. Çünkü Zeyrek’te dil ile hayat arasına mesafe koymak pek mümkün değil. Onun resmine dair kurulan cümleler hep çalışma terbiyesine, iç düzene ve sürekliliğe adanmış; “usta” dediğimiz kişide aradığımız şeyin, çoğu kez tam da bu olduğunu unutmadan...
Üslup
Zeyrek’in resimlerinde portre, “kime benziyor?” sorusuyla hızlıca tüketilemiyor. Bakış izleyiciye yönelir gibi oluyor ama tam o sırada mesafe açılıyor; boşluk birden aktif hâle geliyor; renk bir bölgeyi tutuyor, diğerinde geri çekiliyor. Bu ileri–geri hareket, resmin nefesini ayarlıyor. Bir portreyi seyrederken alışıldık isim ve kimlik çağrışımlarındaki konforu kaybedebilirsiniz; yüz, bir kişi olmaktan yavaş yavaş ayrılır, “varlık kipleri”nin kesiştiği bir yüzey olur. Bir yüzeyde, katmanların birbirini açtığını, yarıkların yalnızca bir “bozulma” değil, akışı hızlandıran kanallar olduğunu gördüğünüzde, Zeyrek diline girmiş sayılırsınız.
Manzara da onda “neresi?” diye işaretlenmekten hoşlanmayan bir alandır. Bilinen bir yerle karşılaşma beklentisi bir müddet sonra yerini ritim ve ağırlık dağılımını izlemeye bırakır. Ufuk çizgisi, ağaç gövdesi, açık bir gök parçası: her biri bir “şey” olarak görünürken, aslında yüzeyde nefesin dolaşımını ayarlayan, bir yeri açıp başka bir yeri saklayan ögelerdir.
Kapı/duvar dizileri ise mimarinin en açık okunduğu resimler. Dikey yarıklar —ister gerçek bir kapı aralığının izdüşümü, ister taş yüzeyde bir çatlak olarak düşünün— soyut yüzeyde akış kanalları. Renk, o kanallara doğru çekiliyor; boşluk, boyanmamış bir “eksik” olmaktan çıkarak, sahici bir öğeye dönüşüyor. Hatta duvar bir eyleme dönüşüyor diyebiliriz.
Üslubu böylece tarif ederken kavramsal arka plana temas etmemek eksik olur. Zeyrek’i son yıllarda “yüce” (sublime) kavramı etrafında okuyan sanat tarihçiler bize göre yerinde bir öneri getiriyor. Gözün büyüklük ve kudret karşısında hissettiği sarsıntıyı—hayranlıkla ürperti arasında dalgalanan o ince titreşimi—Zeyrek’in resmindeki renk– ritim–boşluk ilişkisi üzerinden düşünmek, bakışı uyanık tutuyor. Bu kavramı kuru bir kurama dönüştürmeden, resmin içinden sezmek mümkün: Çocukluğuna ait bir orman yolunda, uzaktan büyüyerek gelen bir sesin bedende bıraktığı iz gibi…
AKATÜNVEL

Güven Zeyrek Gazi Eğitim Enstitüsü’nde Dönem Arkadaşlarıyla, 1958, Ankara
Zeyrek’in dâhil olduğu AKATÜNVEL Sanat Topluluğu, onun resminde sezgisel olarak işleyen şeyi kavramsal bir zemine bağlıyor. Sanatı biçimsel bir iyi-kötü terazisine indirgemek yerine, yaratmayı ontolojik bir alan olarak tarif eden topluluk; insanı inorganik, organik, psişik ve tin katmanlarıyla birlikte düşüyor. Bu bakış, Zeyrek’in portreyi kişisel bir hikâye alanı olmaktan çıkarıp “varlık kipleri”nin yan yana geldiği bir yüzey olarak kurmasına istikrar kazandırıyor. Taş, ten, gövde, duvar; arkaikle güncelin aynı düzlemde karşılaşması; renk ile boşluğun birbirini açıp kapaması—hepsi o yazıların düşünce iklimine komşu.
AKATÜNVEL Sanat Topluluğı, tarihsel olarak bir “grup” gibi görünse de, bize kalırsa bir yazı disiplini öneriyor: her resmin “öz”e açılan bir emeği olduğunu hatırlatan, biçimin lüksünü değil gerekliliğini önceleyen bir disiplin. Zeyrek’in üretiminde, özellikle de kapı/duvar dizilerinde, bu disiplinin yankısını duymak zor değil. AKATÜNVEL manifestosu, Zeyrek’in zaten bildiği yere işaret eden bir tür iç teyit gibi düşünülebilir.
Tenduvar
Başlık, bir “duvar”a odaklandığını söylüyor gibi görünse de, aslında yüzeyle temas eden her şeyi işaret ediyor: tenin geçirgenliği, taşın ağırlığı, gövdenin toprakla akrabalığı, iç mekânın eşiğe komşu hâli. Pektaş’ın küratoryal seçimlerinin izinden okuduğumuzda, serginin manzara–figür–kapı/duvar dizilerini tek bir akışta göstermek gibi bir hedefi olduğunu hissediyoruz. Eserlerin yanına alınan arşiv kırıntıları (atölye kitapları, kullanılan malzemeler, eski fotoğraflar) ise görsel düşüncenin kaynağına açılan küçük pencereler.
Bu noktada altını çizmek isteriz: Zeyrek’i bugünden okurken, onu az bulunur bir nostalji nesnesine çevirmemek gerek. Geçmişe bakarken aradığımız şey zaten diğer sanatçılarda da olan “eski güzel günler” değil. Zeyrek resminde bugün de işleyen bir düşünme biçimi var. Yüzeyin düşünceye dönüşmesi, çağ değişmeden de güncel kalabilen bir şey. Tenduvar gibi sergiler, bu dönüşümü görünür kılıyor. Resmin kendi içindeki akışına ve görsel dile işaret eden bir başlık olan Tenduvar ismini serginin küratörü Nazlı Pektaş şu sözler ile açıklıyor:
Sergide portreler, bedenler, torsolar, manzaralar, mimari öğeler ve kapı/duvar resimleri yan yana geliyor. Ancak hiçbir imge, alışıldık anlamıyla sabitlenmiyor. Zeyrek’in manzarası bilinen bir manzara değil. Duvar da tanıdık bir duvar değil. Ten zaten klasik bir beden imgesinin dokusu olmayı çoktan unutmuş. Böylece her resim, izleyeni yeniden görmeye, yeniden düşünmeye çağıyor. İnanır mısınız, bu sergi için çalışırken Zeyrek resimleri ile belirli bir süre sonra yeniden karşılaştığımda “Ah! bu resmi ilk kez görüyorum!” diye heyecanlandığımı hatırlıyorum. Bu hâlâ oluyor, sergiyi kurduk ama…
Tenduvar, tam da bu yeniden kurma/düşünme hâlini tarif ediyor. Yüzeyler, birbirleriyle temas ediyor ama hiçbirinde son söz söylenmiyor. Portredeki sessiz bakış, manzaranın ritmine bağlanıyor; kapı/duvar resimlerindeki dikey yarıklar, soyut yüzeylerdeki renk akışını çağırıyor. Başlık, bu sürekliliğin ve karşılaşmaların adı olarak düşünülebilir.
Güven Zeyrek’i yazarken hep şunu düşünüdük: Onun resmi bir dilin sürekliliği olarak anlaşılmak istiyor. Ağaçtan taşa, taştan tene, tenden duvara ilerleyen zincir, tek tek motiflere bölündüğünde anlamını yitiriyor ama bir arada olunca resmin iç devresini açığa çıkarıyor. O devreye girmek için, biz kendi payımıza şu üç alışkanlığı çıkardık:
Birincisi, isim sormayı ertelemek. Bu portre kimin? Bu manzara neresi? Bu iç mekân hangi oda? İsimlerin cazibesine kapılınca, Zeyrek’in resimde yaptığı asıl hamleyi kaçırıyorum. İsimler bir kenarda dursun; önce yüzeydeki hareket yolunu izlemek daha doğru: Renk nerede genişliyor, nerede daralıyor; boşluk nereye doğru çekiyor; hangi katman diğerini görünür kılıyor?
İkincisi, boşluğun değerini artırmak. Boşluk resmin nefesini açıyor. Zeyrek’i okurken, boşluğu işaretlemek, bize göre rengi işaretlemek kadar önemli.
Üçüncüsü, yarığın işini anlamak. Kapı/duvar dizilerinde yarık bir akış taktiği. Yarıktan içeri bakmaya değil, yarığın yüzeyi nasıl devindirdiğine dikkat kesildiğimizde, resim açılmaya başlıyor.
Bu üç alışkanlık, AKATÜNVEL’in metinlerinde okuduğumuz düşünce zeminine de uyuyor. Zira orada sanatın ontolojik bir alan olarak kavrandığını, arkaikle güncelin birbirine mesafe koymadan aynı düzlemde bulunabildiğini, figürün kişisel özelliklerinden arındırılmış bir “varlık gösterimi” olarak ele alındığını görüyoruz. Zeyrek’in resminde bu zeminin karşılığını bulmak zor değil: Taşın ağırlığını, tenin kırılganlığını, yüzün suskunluğunu, duvarın dikey nefesini aynı yüzeyde hissediyoruz. Bu yüzden, onun resmine bakarken “güzel” sözcüğü dar geliyor gerçekten; tam da bu yüzden “yüce” kelimesini kullanıyor sanat tarihçiler.
2007–2008 retrospektifi, bize bir bakış arşivi bıraktı. 2024’teki Pektaş’ın monografik çalışması, bu arşivi kavramsal bir sözlüğe bağladı. Bugün Tenduvar gibi seçkiler, sözlüğü yeniden kitaplığa koyup yeni okuru içeri buyur ediyor. Biz bu yazıyı, okurun eline verilmiş küçük bir kılavuz gibi düşündük: hayat çizgisini hatırlatan, üslubun mimarisini kabaca kuran, AKATÜNVEL’in açtığı kapıyı aralık bırakan, sergilerle güncellenen bir öneri.
2021 yılında 86 yaşında aramızdan ayrılan Güven Zeyrek, Türk sanat tarihinde eski kuşakların önünde saygı ile eğildiği, genç kuşakların ise görece olarak daha az tanıdığı, tıpkı resim dili gibi mütevazı ve zengin bir yaşamı seçmiş bir sanatçıydı. Katmanların nasıl üst üste geçtiğine, kesintiler ile yarıkların yüzeye nasıl yerleştirildiğine ve rengin boşlukla kurduğu gerilime odaklanan Tenduvar başlıklı sergi, sanatçının AKATÜNVEL Sanat Topluluğu ile paylaştığı varoluşçu yaratma ediminin izlerinden Kozak Yaylası’nda çocukluğunda yerleşen doğa deneyime, yaşamından farklı fragmanları okumamıza imkân tanıyacak.
Güven Zeyrek’in ilham kaynaklarına, iç dünyasına, okumalarına ve onu var eden farklı unsulara dair derinlikli bir kurgu sunan sergide sanatçının atölyesindeki kitaplardan hazırlanan bir seçki de Bozlu Art Project kütüphanesinde okurlarla buluşacak. Tenduvar kapsamında, Güven Zeyrek’e ait resim malzemeleri de sanatçının arşivinden seçilen fotoğraflarla da yine Mongeri Binası’ndaki özel alanlarda sergilenecek.
Kaynaklar : ARHM sanatçı sayfası ve yerel arşiv haberleri. arhm.ktb.gov.tr Son Mühür İzmir News
Kibele Retrospektifi (14.12.2007–09.02.2008) ve katalog: İş Kültür kayıtları + kitap künyeleri. 2024 monografi (Güven Zeyrek – Resminde Yüce Doğa): İş Kültür ve kitap satış sayfaları. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Tenduvar (Ekim 2025, Mongeri Binası) basın duyuruları ve Nazlı Pektaş’ın paylaşımları. AKATÜNVEL’in kuruluşu, adı ve manifesto çerçevesi
Akademik makaleler (AKRA / DergiPark) ve dosya içeriğinden manifesto pasajları.

1957’de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nü bitiren, ardından İzmir’e yerleşen ve burada İzmir Özel Türk Koleji’nde 30 yılı aşkın süre resim ve sanat tarihi dersleri verirken bir yandan ressam kimliğinden taviz vermeden çalışmalarına devam eden, 1960 senesinde Fransız Kültür Merkezi’nde ilk kişisel sergisini açan sanatçının resim dünyasını 2024 yılında yayımlanan Güven Zeyrek Resminde Yüce Doğa isimli kitabında Nazlı Pektaş şu sözlerle yorumluyor:
Güven Zeyrek bir köklenmenin içinde bir yandan saf anlamın/imgenin peşine düşer, öte yandan kendi köklerine sürünür. Bu iki eylem sanatçının belirlediği güzergâh boyunca ağaçtan taşa, taştan tene ve tenden duvara pürüzsüzlüğün zarını söküp atarak, dokunun ve rengin sürekli yenilenen dehşetini kâğıt ve tuval üzerinde çoğaltır. Bu bazen antik bir idole öykünen portre resminde beden olur, bazen bir manzaradaki gök, ağaçtaki gövde/yaprak… Büyüdüğü coğrafyadaki kökleri belleğinden koparıp resmine taşırken yahut dahil olduğu AKATÜNVEL Sanat Topluluğu’nun manifestosu eşliğinde varoluşun özüne bakarken, kendinin değil aksine ötekinin oluşuna yönelir.

Azra Zeyrek ile Güven Zeyrek sanatı ve geçmiş zamanlara dair
Babanızın ressam kariyerine dair çocukluk yıllarınızdan unutamadığınız, sizde iz bırakan bir anı var mı?
İzmir’de büyüdüğüm ev, 60’lı yılların ortasında tasarlanıp inşa edilmiş, o dönemin ferah ve aydınlık mimarisini yansıtan bir evdi. Geniş bir salonu vardı; babam titizliği sayesinde salonun bir köşesini atölye olarak düzenleyebilmişti. Özellikle 80’li yıllarda uzun süre evden çalıştı. Çalışırken yağlı boyayı tinerle inceltir, arada puro ya da pipo içerdi. Sabahları usturayla tıraş olduktan sonra mutlaka Rebul lavanta kolonyasını sürerdi. Akşamlarıysa bazen işini bırakır, viskisini hazırlayıp dinlenirdi.
Salonda iyi bir müzik sistemi bulunurdu; babam çoğunlukla klasik müzik ya da caz dinlerdi. Ben okuldan gelip kapıdan içeri girdiğimde, eve sinmiş lavanta kolonyası, tütün, yağlı boya, tiner ve viskinin birbirine karışan o eşsiz kokusunu duyardım. Belki de bu yüzden bugün hâlâ maskülen, deri, amber ve misk notaları taşıyan parfümleri severim; bana çocukluğumun o güvenli, huzurlu dünyasını ve babamı hatırlatıyorlar. Spotify’daki caz listem ise neredeyse babamın yıllar önce plakçılardan özenle doldurttuğu 90’lık kasetlerin bir devamı gibi.
Babanız uzun yıllar resim öğretmenliği yaptı ve sayısız öğrenci yetiştirdi. Sizin hiç ressam olmanızı ya da amatör olarak ilgilenmenizi istedi mi?
Bu konuda bana hiç baskı yapmadı. Çeşitli kitaplarla dolu geniş bir kütüphanesi vardı. O yıllarda bana kocaman ve ağır gelen ciltli sanat ve müze kitaplarının arasında kaybolmayı sever, babamın resimlerine bakmaya doyamazdım. Yetenekli olmama rağmen akademik hayatım da başarıyla ilerledi. Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanınca sanat eğitimi almak pek söz konusu olmadı. Yine de babam her zaman benim, onun deyimiyle, “görmesini bilen gözümü” ve estetik anlayışımı saygıyla karşılardı. Bazen de, “Azra, aslında senden çok iyi bir iç mimar ya da tasarımcı olurdu” derdi.
Çok geniş bir sanat çevresinde büyüdüm. Sayısız mimar, edebiyatçı, heykeltıraş ve ressamın sohbetlerine tanıklık ettim. Evimizde geç saatlere dek süren buluşmalar, davetler, uzun sofralar olurdu. Babam hiçbir zaman bohem bir sanatçı hayatı sürmedi; onun sosyal yaşamı, büyük ölçüde annemin uyum sağlamasıyla birlikte, bizim evimizde düzenlenen bu davetlerle biçimlendi.
Sanatçı, entelektüel ve eğitmen bir babanın evladı olmak beraberinde size bazı ilhamları da getirmiştir belki de… Babanızdan etkilendiğiniz, ilham aldığınız ya da sizde izler bırakan bir öğreti ya da benzeri bir an söz konusu mu?
Güven Zeyrek gerçek bir entelektüeldi. Türkçeyi kusursuz konuşurdu, etkileyici bir hitabete sahipti. Mesafeli görünse de aynı zamanda sıcak bir insandı; derin sohbetlerini dinlemeye doyum olmazdı. Bugün bile pek çok yakın arkadaşım, onunla geçirdikleri saatleri zihninde değerli anılar olarak taşır.
Edebiyat ve sanat tarihine dair geniş bilgisini, tasavvuf felsefesine olan derin ilgisiyle birleştirirdi. Hele karşısındaki insanın kişiliği ilgisini çekmişse, zekâsına ve kavrayışına kanaat getirmişse, bir konuyu saatlerce, asla sıkıcı olmadan, keyifle anlatabilirdi. İnsanlarla mesafesini ise daima ustalıkla korurdu; kendi dünyasına sizi yalnızca istediği ölçüde alır, bu konuda taviz vermezdi.
Aynı tavrı eserlerinde de gözetirdi. Tıpkı sohbetinde olduğu gibi, eserlerini de yalnızca “kendi alanına dâhil etmek istediği” insanlarla paylaşırdı. Beğenmediği, yakınlık duymadığı birine en nazik şekilde, “maalesef eser satıldı,” dediğine defalarca şahit olmuşumdur.
Babanızın sanatçı arkadaşları ve öğrencilerine dair hatırladığınız anılar neler?
Çok geniş bir sanat çevresinde büyüdüm. Sayısız mimar, edebiyatçı, heykeltıraş ve ressamın sohbetlerine tanıklık ettim. Evimizde geç saatlere dek süren buluşmalar, davetler, uzun sofralar olurdu. Babam hiçbir zaman bohem bir sanatçı hayatı sürmedi; onun sosyal yaşamı, büyük ölçüde annemin uyum sağlamasıyla birlikte, bizim evimizde düzenlenen bu davetlerle biçimlendi. Annemin kurduğu sofralar o kadar meşhurdu ki, sabahlara kadar süren bu sohbetlerin doluluğunu ve değerini bugün, yaş aldıkça çok daha iyi kavrıyorum.
Babamın öğrencileri arasında, başta Teoman Südor olmak üzere, onun sayesinde sanatçı, mimar ya da iç mimar olmuş pek çok isim hâlâ onu büyük bir şükranla anar. Bir sanatçının kızı olmak, şüphesiz, “prenses gibi” büyümemeyi de beraberinde getiriyor. Sıra dışı bir babanın tezgâhından geçmek, çocuklukta zor gelse de, yıllar ilerledikçe bunun eşsiz bir ayrıcalık olduğunu hayat tüm açıklığıyla yüzünüze gösteriyor.
Onun ölümünden sonra, diğer arkadaşlarımın babaları için kurdukları o “alışıldık” cümleleri ben kuramıyorum. Çünkü bıraktığı boşluk bende bambaşka bir şekilde hissediliyor. Onu en çok, benimle yaptığı uzun sohbetlerdeki entelektüel ve felsefi yaklaşımıyla, tartışmasız yol göstericiliğiyle ve zamanla mesafeli görünen tavrının dönüştüğü derin bir sevgiyle hatırlıyorum.





























Yorumlar