top of page

68. Berlinale: Perşembenin gelişi, Kosslick'in gidişi


68. Uluslararası Berlin Film Festivali, 15 - 25 Şubat 2018 tarihlerinde gerçekleşti. Gerek 17 yıldır festivalin direktörlüğünü yürüten ve 2019’da görevine veda edecek olan Dieter Kosslick’in, gerekse jürinin kararlarının yoğun eleştiri aldığı festivali, sinemacı ve kültür tarihçisi Fürüzan Andaç yorumladı

68. Berlinale’nin gürültülü olacağı aslına bakılırsa daha festivale üç ay kala belli olmuştu. Önce 2017 Ekimi'nde patlayan Weinstein skandalı ve akabinde çorap söküğü gibi gelen sinema endüstrisinin kanalizasyonlarını temizleme süreci; ardından da 24 Kasım 2017 günü -aralarında Fatih Akın’ın ve festivalden ödüllü başka yönetmenlerin de bulunduğu- 79 Alman yönetmenin ‘muhtıra’ gibi açık mektubu Berlinale için bir dönemin sonuna yaklaşıldığının işaretleriydi.

Muhtıra, kısa ve alabildiğine politikti: “Berlinale dünyadaki en önemli üç film festivalinden biri. Festivalin yönetiminin yenilenecek olması festival programının ve festivalin niteliğinin yenileştirilmesi için büyük bir fırsat sunmaktadır. Yeni yönetimin oluşturulması sürecinde cinsiyet eşitliği temeline bağlı uluslararası bir seçici komisyonunun kurulmasını öneriyoruz. Amaç, sinema konusunda alabildiğine tutkulu, tüm dünyayla ilişki içerisinde olan, şeffaf bir süreç içerisinde beyaz bir sayfa açarak festivali gelecekte Cannes ve Venedik seviyesine taşıyabilecek bir küratörlük vasfına sahip birini bulmak olmalıdır.’’

Tom Tykwer, Dieter Kosslick

2019’da en nihayetinde görevi bırakacak olan, festivalin çok eleştirilen direktörü Dieter Kosslick’in beceriksiz ve yetersiz olduğunu ve festivali yönetemediğini söylemenin endüstri içi münasip; Berlin usûlü söylemenin dik âlâsı olan bu muhtıra-mektup şüphesiz ki sadece Berlinale’nin Kosslick yönetimi altındaki Yıldırım Demirören dönemi Beşiktaşıvarî ezelî üçüncülük havasından bunalmış Alman sinema ortamının değil, genel olarak uluslararası sinema camiasının ortak bir şikâyetini dile getiriyor. En son böylesine bir bıkkınlık birikimi Venedik’in eski direktörü Marco Müller’in başına gelmiş ve Müller’in önlenemez düşüşünü tetiklemişti. Sonuç olarak 68. Berlinale, özellikle yarışması ve jürisiyle Kosslick döneminin bütün defolarını içinde barındırıyordu. Kosslick’in en eleştirilen yönlerinden olan şapkadan her yıl ayrı bir kuş çıkararak yaptığı abes jüri tercihlerinden biri -imzacı 79 yönetmen arasında yer almayan ve kariyerinde, dönülüp bakıldığında alabildiğine eskimiş Koş Lola Koş dahil, herhangi bir birinci sınıf filme imza atmamış olan- Tom Tykwer’in jüri başkanı yapılmasıydı.

Tom Tykwer

Wenders, Herzog ve Alman Yeni Dalgası’nı oluşturan kuşak dışındaki hemen her süklüm püklüm Batı Alman yönetmeni gibi birincil derdi yeni bir Roland Emmerich olup Hollywood’da milyon dolarlık bütçeler ve en son oyuncaklarla blockbuster filmler yapmak olan (International faciasını hatırlamak bile yeter buna şahadet etmek için); Kieslowski’nin senaryosunu çekme cüretini kendinde görüp her şeyi elini yüzüne bulaştıran ve son yıllarını da abartıla abartıla bir haller olmuş, oyuncaklı televizyon dizileri çekmeye ayıran Tom Tykwer’in jüri başkanı yapılması bu son derece politik muhtıraya Kosslick’in yine Berlin adabıyla orta parmak göstermesiydi aslında. İşin tüy dikici yanı diğer jüri üyelerinin de, belki Japon besteci Ryūichi Sakamoto istisnasıyla, gayet sorgulanabilir üyelerden oluşmasıydı. Cannes’ın geçtiğimiz yılki Almodóvarlı, Sorrentinolu, Chastainli jürisi ya da Venedik’in Beningli, ldikó Enyedili, Francolu jürisiyle kıyaslanınca jürinin her yerden elde kaldığı açık. Yarışmanın line up’ı da Kosslickli Berlinale yıllarının bütün sıkıntılarını yine barındırıyordu: Fransa kontenjanından Cannes umudu hiç olmayan, star’lı bir filme, İtalyan kontenjanından yine Cannes boyu olmayan bir filmi eklemek; Alman sinemasından çoğunlukla ikisi sıradan üç film koymak… Berlinale son birkaç senedir Alman sermayesi konmuş büyük Amerikan filmlerini yarışmasına biraz emrivakiyle koyarak kırmızı halısının gece kıyafetleri ve Şubat ayazında donacak yıldız açlığını dolduruyordu. Bu sene kontenjan The Grand Budapest Hotel’de olduğu gibi yine Wes Anderson’a ayrılmıştı. Ancak film bir animasyondu ve Budapeşte Oteli’nin yıldızlar yağmuru tadındaki cast’ının görkemli kırmızı halısını sunamıyordu. Ama ne gâm! Kosslick’in bir başka tartışmaya açık ve pek de alışılmadık uygulamasıysa Anderson’un ‘hit’ olacağı belli filmini aynen 2014’te yaptığı gibi açılış filmi yapmışken yarışmaya da almasıydı. Bu kabaca jüriye de, festival izleyicilerine de açık bir işaret vermek, eşit şartlarda yarıştırma taahhüdünde bulunduğun filmler arasında birini çeşitli nedenlerden kayırmak demek. Cannes’da ve Venedik’te genel teamülün açılış filminin yarışma protokolü uygulanıp ödül değerlendirilmesi dışında tutulan filmler olması olduğunu not etmeli. Ve tabii tüm bunca ‘kontenjan’ filminin arasına (Kosslick’in Cannes direktörü Fremaux’nun Safdie kardeşlerin filmi yarışmaya almasına nazire yaparcasına) Amerikan bağımsız sinemasından başka bir kardeşler olan Zellner kardeşlerin herhangi bir iz bırakmayan western’lerini yarışmaya alması da tüm bunlara adeta tüy dikiyordu.

Berlinale yarışmasının her zaman en ilginç yanı olmuş, tüm bu kayrılmış, kırmızı halı için, dostlar alışverişte görsün kontenjanlarından arta kalan ufacık yere sığışan Doğu Avrupa, İran ve üçüncü dünya ülkeleri filmleri arasında ilk defa girdiği bir büyük festival yarışmasından ödülsüz dönen Filipinli Lav Diaz, bir önceki filmi Elektrikli Bulutlar Altında’yla ismini devraldığı babasını aratmayacak bir kariyeri olacağını muştulayan Rus Aleksei German Jr. gibi isimlerin yanısıra, Romanya’dan ilk filmiyle yarışmaya alınmış Adina Pintilie ve bir önceki filmi Vücut ile gümüş ayı almış ve epey gürültü koparmış Leh Małgorzata Szumowska gibi isimler vardı. Nitekim Romanya ve Polonya’dan bu iki kadın yönetmen günümüz (auteur) ‘istismar’ sinemasının veciz iki örneğiyle en büyük ödülleri aldılar.

Adina Pintilie,Tom Tykwer, Dieter Kosslick

Ödül töreni sonrası basın toplantısında konuşan jüri başkanı Tom Tykwer, başkanlığındaki jüri kararlarının epey gürültü kopartacağını sezmişçesine “sinemanın neler yapabilmekte olduğunu değil, neler yapabileceğini gösteren filmleri ödüllendirdik” diyerek Berlinale’yi aradan sıyrılan Bir Ayrılık ve Bal gibi birkaç film dışında içine saplandığı kısır döngüye daha da hapsedecek kararlarını savunuyordu. Başta filmi Transit’in prömiyeri sonrasındaki basın toplantısında kendisinin de imzaladığı ‘muhtıra’yla ilgili olarak ‘’tabii Berlin’de Akdeniz iklimi yok havalar çok soğuk hele bu mevsimde, bize bir Cannes, Venedik olmamızın imkânı yok’’ diyerek evlere şenlik bir topu taca atma reaksiyonu gösteren Christian Petzold olmak üzere Alman filmlerinin eleştirmenlerce ortalamanın üstünde eleştiriler almalarına rağmen sıfır çekmesi de festivalin eğlencelik sonuçlarından biriydi. Sonuç olarak Amerika’ya hicret edip, hayal ettiği Hollywood kariyerine kavuşmuş Tykwer içinden çıkmış olduğu sinemanın (son) ürünlerini beğenmemiş, gözardı etmiş oldu. Bu da Alman sinema ortamındaki karpuz gibi ortadan ikiye ayrılma hâlini en güzelinden resmediyor aslında. (Sanki bu resim bir yerlerden başka bir sinemanın hâlini de anımsatıyor ya… Bu başka bir yazının konusu.) Özetle Berlinale Batı kapitalizminin vitrin şehri olan Batı Berlin’in misyonuna bağlı olarak 68 yıllık tarihi içerisinde geliştirmiş olduğu ve Forum bölümüyle de pekiştirdiği -başta Doğu Avrupa olmak üzere, üçüncü dünyadan- politik (niteliği de olan) filmlere kucak açan ve onları kollayan kimliğinde ne zaman ve nasıl De Sica’nın Finzi-Continis’in Bahçesi (1971) Şeptiko’nun Yükseliş’i (1977), Panfilov’un Tema’sı (1987) seviyesine geri dönecek, herkes merak ediyor. Apaçık olan Berlinale’nin artık bembeyaz bir sayfaya ve yepyeni bir yönetime şiddet ve ivedilikle ihtiyaç duyduğu.

bottom of page