Sanatçıların kişisel tarihlerinde, sanat pratiklerini şekillendirirlerken öne çıktığını, diğerlerinden bir yerde ayrıştığını düşündükleri bir yapıtı kendi kelimeleriyle ifade ettikleri; kendi serüvenleriyle yapıtlarının kesiştiği seri 500K Nazlı Yayla’ya anlatılan, 500 kelimeden oluşan ve her ayın ilk Çarşamba günü unlimitedrag.com üzerinde mekân bulacak metinler aracılığıyla geleceğe dönük bir arşiv oluşturmayı hedefliyor. 500K bu hafta Volkan Aslan'ın Ölüye ağlayamayan insanların huzursuzluğu içindeyim başlıklı videosu ile devam ediyor
Yazı: Nazlı Yayla
Volkan Aslan, Ölüye ağlayamayan insanların huzursuzluğu içindeyim, 2018,
Renkli ve sessiz HD video yerleştirme, sonsuz tekrar
Volkan Aslan’ın Ölüye ağlayamayan insanların huzursuzluğu içindeyim başlıklı videosunda kime ait olduğu tanımlanamayan bir çift el, Lady Macbeth-vari bir biçimde arınmak istercesine, parlak pembe, çok çekici bir gülü tekrar tekrar yıkıyor. Sanatçı, günlük hayatındaki bir karşılaşmadan ödünç aldığı bu imgeyi, bağlamından kopararak, yüklerinden, hikâyesinden sıyırıp tanıdık bir ritüelmişçesine izleyiciyle karşı karşıya getiriyor.
“Çukurcuma’da yürürken mahalleden aşina olduğum bir kadının gül yıkadığını gördüm. Kadın, şadırvanda bir taraftan elindeki gülü yıkarken bir taraftan da gelen geçene saati soruyordu. Ben de izliyor olmanın verdiği yükten rahatsız olarak bir süre oyalandım, oturdum orada. Saati sormak o kadar güçlü bir metafor ki… İlk olarak gül yıkayan bu kadını bir enstantane olarak kullanmak vardı aklımda. Fakat tekrar düşününce o imgenin figüran olarak harcamak için çok kuvvetli olduğuna karar verdim ve tam da bu yıkama edimine odaklanan bir video ürettim. Ölüye ağlayamayan insanların huzursuzluğu içindeyim bu şekilde ortaya çıktı.
Kime ait olduğu belli olmayan bir el çeşmede pembe bir gülü yıkıyor, bu eylem defalarca tekrarlanıyor. O ekran kaç saat açıksa, o süre boyunca yeniden yeniden yıkanıyor o gül. Kadın sanki dalından kesilmiş bir canlıyı, suyla hayata döndürmeye çalışıyor. Ve o belirsizliğin getirdiği bir huzursuzluk hali söz konusu. Son kertede, duvara yaslanmış bir mezar taşını andıran, dikey konumlandırılmış bir monitorde gösterilen bu video yas tutma/tutamamayla ilgili bir yerleştirmeye evrildi. Benim için bu imgenin hem kişisel hayatlarımızda tutamadığımız yaslarla hem de toplumsal yasların yasaklanışıyla bir ilgisi var. İster kişisel ister kolektif, her iki durumda da ne o gülü bir kenara bırakabiliyoruz, ne de o musluğu kapatabiliyoruz. Bir nevi ölünün öldüğünü kabullenip hayata devam edememek gibi. Bu iş ismini, Sait Faik’in İzmir’e adlı öyküsünden alıyor, bahsettiğim durumu tasvir eden daha iyi bir isim olamazdı.
Genel olarak pratiğimde gündelik hayatta karşılaştığım imgelerin yeri çok büyük. Her zaman bu kadar şiirsel olmuyor tabii karşılaştığım imgeler. Bazen çok daha sert oluyor, bazen dikkat çekmeyecek kadar içselleştirdiğimiz şeyler olabiliyor. Çoğu da zihnimde bir araya gelmiyor aslına bakarsan. Böyle bir tutarlılık yaratma çabasındansa, o dağınıklıkla hellaleşmeyi önemsiyorum. Geriye dönüp "Ben ne yapıyorum?" diye baktığımda mütemadiyen bir şeyi başka bir şeye yapıştırdığımı görüyorum. İki kırık porselen figürü birbirine, kırtasiyeden alınmış bir sticker’ı buluntu bir fotoğrafa, bir gecekonduyu bir balıkçı teknesinin üstüne. İlk öğrencilik işim kendimi koli bantlarıyla yere yapıştırdığım, otoportre adını verdiğim bir iş mesela. Aslında o dönemde bile sezgisel olarak böyle bir karar vermişim demek ki. İki ilişkisiz nesneyi ilişkilendirme gibi duruyor yaptığım ama aslında yeni ve tutarlı bir anlam yaratmakta ısrar etmiyorum. Onları yapıştırıp kendi hallerine bırakıyorum. Zira, buluntu nesneler söz konusu olduğunda bir şeyleri ödünç almanın büyük bir sorumluluğu var, o imgelerin her birinin kendi tarihselliği var. O sorumluluk altında ezilmemek adına olacak ki, onları başka bir bağlama sokup kendimi geri çekiyorum.”
Comments