top of page

Ayşe Erkmen


Fatih Özgüven ve Ayşe Erkmen bir araya gelerek Erkmen'in son dönem yapıtlarından, sergilerin nasıl olmak zorunda olmadığından, geçmişten ve ilişkilerden konuştular


Ayşe Erkmen

İşte bir odadayız. Senin işlerinde odalar çok önemli. Tüm çağrışımları ve dört duvarıyla, nedir bir oda?

Oda yalnız kalabildiğimiz yerdir. Benim için bir oda kendi kendime olabildiğim yerdir. Duvarlarının beni çerçevelemesine izin verebilirim. Kendimi güvenlikte hissedebilir, korunabilirim. Beni iyi karşılayan veya dışına iten bir yer. Bu odanın kendisine bağlı, veya boyutlarına, nerede olduğuna, nasıl inşa edilmiş olduğuna. Pencereleri, eğer pencereleri varsa; pencerelerinin nereye baktığı önemli. O kadar çok oda türü var ki, insan odanın ne olduğunu tarif edemiyor. O özel oda çıkmadıysa karşına.

O özel oda... Tamam, peki Türkçe’de kullandığımız bir ifade var, “dört duvar arasında”, bu sana neler çağrıştırıyor?

Evet, “dört duvar arasında” iyi bir ifade. Çünkü sadece dört duvar arasında olduğun anlamına gelmiyor. O dört duvar arasında başkalarının bilmemesi gereken bir şey oluyor. Veya orada gizli veya çok özel, o dört duvar arasında kalması gereken bir şey yapıldığı anlamında.

Bu aynı zamanda senin işlerine pek de denk düşmeyen bir uyumluluk ima ediyor. Bu dört duvarla bir anlaşmaya varmak gibi. Onlara başka şeyler yapmak. Böyle diyebilir miyiz?

Evet. Ama bir şeyi saklamak ille de uyumluluk anlamına gelmiyor, çünkü biliyorsun, dört duvar arasında çok kıymetli bir şey de olabilir. Orada kalması gerektiği için. Dolayısıyla orada kalması için bir sebep olmalı, başkaları çok özel olduğunu bilmesin diye. Bu aynı zamanda benim için çok ilginç bir başlangıç noktası da olabilir. O odalarda pek de uyumlu olmayan bir şey yapmak, genellikle uyumlu görünse de... Başta davetkâr olsa da sonra insanı dışarı iten.

Tamam, peki sen, nereden başlıyorsun... ilk gördüğünde odanın bileşenlerinden memnun oluyor musun? Odanın özellikleriyle bir şekilde oynayarak başlıyorsun. Yerleştirmeyi yaptığın daad galerisinde böyle yapmıştın. Lambaları alçalttın. Bu bir odaya müdahale etmenin yumuşak ve hoş bir yolu mu? Çok incelikli, ama çağrıştırdıkları hatta sonuçları açısından çok da şiddet dolu. Girişi bir engelle kapattın. Aynı şeyi başka sergi mekânlarında da tekrar ettin. Kapıların girişini o dev imgelerle kapattığın sergide olduğu gibi. İzleyiciler odaya giremesin diye. Tamam, belki de şununla başlamalıyız: Odada zaten olan bir şeye veya odanın kendisine müdahale ederek girişi kapatmak veya odayı kullanılmaz hale getirmek.

E, aslında nezaketle başlıyor, çünkü odaya nazik davranmak istiyorum. Aydınlatmaları alçalttığım daad Galerisi’nde örneğin; bu yaptığım odaya nazik davranmaktı çünkü aydınlatma düzeni zaten vardı ve bana kendilerini alçaltabileceğimi söyler gibiydiler, çünkü uzatıp aşağıya çekilebilecek şekilde toplanmış kabloları bile vardı.

Kablolar aşağıya çekilmeyi bekliyorlardı.

Evet ve odaya nazik davranırken belki ziyaretçilere o kadar yumuşak davranmamış oluyordum, aydınlatmaları alçaltınca ziyaretçi odaya giremez hale geldi çünkü. Arada bir ziyaretçiye çok da iyi davranılmayabilinir. Çünkü ziyaretçilere genellikle iyi davranılır. Sergiler sanki insanlara mutlu olacakları bir şeyler göstermek için onlara iyi davranılan yerlermiş gibi....

Evet, izleyiciyi memnun etmeye çalışıyorlar. Sen ise hep, evet, burası sergi mekânı ama bu beklediğiniz şey değil, bu size sunulacağını zannettiğiniz şey değil diyorsun, bunu derken de, önce odaya iyi davranıyorsun veya izleyicinin değil de odanın önemini vurguluyorsun.

Çünkü odaların... odalar bana genellikle onlara ne yapmam gerektiğini söylüyorlar. Örneğin burada (Galerist) etrafa çepeçevre perdeler yerleştirdim çünkü bu pencerelerin, bu odaların kendi özel alanlarına ihtiyaçları var gibiydi, bu benim için de çok önemli; dört duvar arasında olmak.

Yani odalara müdahale ederken onları hep konuksever veya davetkar kılmaya çalışmıyorsun. Diğer yandan işlerinin çoğunluğu konukseverlikle, veya başka türlü söylemek gerekirse, karşılıklılıkla ilgili.

Evet, belki, insanları karşılamakla da…

Fatih Özgüven ve Ayşe Erkmen

İnsanları karşılamak, insanları uğurlamak gibi açık mekânlarda iş yaptığında veya bu değişim projelerini yaptığında veya binaların içindense cephesine iş yaptığında, fikre daha uyumlu yaklaşmaya çalışıyorsun veya karşılamanın önemini vurguluyorsun, sergi mekânına getirdiğin kaplanlarda veya Taşınan Gemiler'de olduğu gibi…

Taşınan Gemiler aynı zamanda bir odayı başka bir yere taşımak üzerineydi, bir odayı bilmediği bir yere götürmek. Gemi, kendi mekânı olan bir oda ve başka bir ülkeye, başka bir coğrafyaya taşınıyor...

Başka bir çevreye...

Başka bir çevreye, ve bunun da taşınmak gibi olması hakkında. İçindekilerle birlikte hareket eden bir mekân. Kendi insanlarıyla.

Odanın hareketli öğeleriyle devam edelim istersen. 4. İstanbul Bienali’nde yerleştirdiğin asansör mesela. Belki gördüğüm en çarpıcı yerleştirmelerden biri, çünkü odanın hareketli bir bileşeni var ve bu birdenbire yeni bir boyut sağlamayı başarıyor. Odanın kendisine çarpıcı bir bileşen katmak gibi. Örneğin zeminin hareket ettiği başka işlerin de var.

Zeminin odanın içine doğru hareket ettiği?

Odanın içine doğru hareket ettiği veya hatta çeşitli doldurulmuş hayvanların raylar üzerinde hareket ederek odaya girip çıktığı. Odayla birden hareket etmeye başlayan bileşenleri arasındaki etkileşim nasıl?

4. İstanbul Bienalinde yaptığım asansörlü işte (Wertheim ACUU) örneğin , asansörün kendisi kadar önemli olan, iki kata yayılmış olan sergi odalarının tümü.. Bu bir grup sergisi, bir bienal, büyük bir sergi. Sergi odalarının bulunduğu iki kat arasında durmadan inip çıkan bu asansörün kendisi bir sanat yapıtı. Hevesli bir iş. Bir sanat yapıtının ve dolayısıyla sanatçının hevesini, iddiasını gösteriyor. Bu iş, temelde, sanatın kendisi ve iki odada birden, her yerde birden, bulunmak isteyen sanat yapıtı üzerine. Yani bir odadan diğerine koşan birisi gibi. Bu kişi hiçbir şeyi kaçırmak istemez çünkü. Başkaları da onu görmezlikten gelmemeli. Bana göre bu iş sergi mekanının tüm alanlarında aynı anda bulunmak isteyen hevesli bir “sanat yapıtı.”

Ama aynı zamanda belli bir melankoli de var. Aynı anda iki mekanda birden bulunmanın imkânsızlığı.

Evet, kolay değil...

Bu da bana aynı anda hem burada hem de orada bulunmanın kültürel tarafını düşündürüyor. Bu da şüphesiz zor bir şey. Kreuzberg’deki binanın cephesine yerleştirdiğin son ekler bana hep kültürel olarak iki yerde birden bulunmanın bir yolu olarak görünmüştür. O kelimelerden koparılmış son ekler, Berlin’deki binanın dış yüzeyindeki -miş’ler. İki yerde birden bulunmaya çalışınca kazalar olabilir. Ben o son ekleri hep böyle düşündüm. Bir yerden bir yere aktarılırken kopmuşlar. Bir kültürden bir kültüre aktarılırken.

Ne diyeceklerini bilmedikleri için kopmuşlar. Ben o geçmiş zaman kipinin kendine has özelliğiyle ilgileniyorum. Bu geçmiş zaman da biraz dört duvar arasında kalmakla ilgili. Dört duvar arasında kalması gerekirken açığa çıkmış bir olay hakkında konuşuyor olmak, konuşulduğunda açığa çıkan bir şey. Ama dört duvar arasından geldiğini anlıyorsun sözün. Yabancı dil konuşulduğunda bu kipin eksikliği hissediliyor. İkincisi görsel özelliği, bunca hikâyeyi saklaması. Ve doğrudan görselliği, harflerin altındaki bir sürü kuyruk, üzerlerinde bir sürü nokta. Türkçe anlamayanlar için de görsel bir iş olacağını düşündüm. Türkçe bilenler için de diyecek bir şeyi var, ama ne olduğu belli değil, çünkü ekler koparılıp alınmış...

Yani bir odadan bir şey alıp onu başka bir bağlama yerleştirince kazalar meydana gelebiliyor. Anlamlar kesilip atılıyor, bazı şeyler öteki tarafta kalıyor. Bu da bizi senin işlerinin bir başka özelliğine, bir yerden diğerine taşıma meselesine getiriyor. Odalar arasında koşuşturmak. Taşıma sürecinin kendisi. Taşınan Gemiler’le başlayalım.

Taşınan Gemiler’de benim için önemli olan gemilerin taşınma süreci. Bu yüzden işin ismi Taşınan Gemiler, gemilerin daha büyük gemilerde başka bir ülkeye taşındığına işaret etmek için. Bu onlar için bir yolculuk gibi. Ben bunu görsel açıdan çok çekici buluyorum: Küçük vapurların öteki büyük gemilerin içinde nasıl göründükleri, diğer kolilerin arasında nasıl uyurmuş/otururmuş gibi seyahat ettikleri.

Fatih Özgüven ve Ayşe Erkmen

Bir de Havadan Taşınan Heykeller’in var. O projenin en etkileyici tarafı heykellerin helikopterle taşınması, helikopterlerin çıkardıkları ses. Havada kayar gibi hareket etmeleri, helikopterden sarkışları. Düşecekler mi düşmeyecekler mi... Bu yolculuklarda, bu taşımalarda hep her an gerçekleşebilecek bir tehlike iması gizli bence. Ve bazen son derece ilginç biçimler alabiliyorlar.

Bence, Innsbruck’taki Galerie Taxispalais için yaptığım Stoned bu tehlike fikrini çok doğrudan gösteren tipik işlerimden. Sergi mekânının tamamen cam bir tavanı vardı. Odayı boş bıraktım ama dışardan cam tavanın üzerine dev bir kaya sallandırdım. Bu kaya odanın tavanına bir tehdit gibi dışarda asılı durdu. İki kaplan getirdiğim odalardan bile daha tehditkardı belki. Kaplanların ismi Ketty ve Assam’dı, işimin ismi de buydu: Ketty&Assam. Bu iki Kaplan ve bakıcıları, Kokerei Zollverein adlı sergi mekânında üç ay yaşadılar. Bu işte, gemilerden farklı olarak, oraya taşınmaları değil, bu yeni odalarda yaşamaları işin önemli yanıydı. Yaşamları boyunca yaklaşık dört metrekare bir yerde barınmışken, 1000 metrekareden büyük bir alana sahip olmuşlardı. Üstelik her şey onların konforu düşünülerek hazırlanmıştı.

Bu mekânda mutlu olduklarını düşündüren nedir sana?

Odaya girdikleri gibi işediler, bu "burası benim yerim" demek, kendilerini evde hissettiklerinin bir göstergesi. Sonra yüksek kaidenin üzerine çıktılar, iki heykel gibi, ve bakıcıları bana bunun mutlu ve rahat olduklarının göstergesi olduğunu söyledi. Bir tatil gibiydi onlar için. Orayı evleri olarak benimsediklerini ve orada kalmak istedikleri anlaşılıyordu.. Sergi mekânı eski bir elektrik santrali, büyük, güçlü bir mekan, bu güçle yarışabilecek bir sanat yapıtının ancak güzellikleri ve tehlikelerinin gücüyle bu kaplanlar olduğunu düşündüm.

Bu bana en sevdiğin masalı, 3 Ayılar Masalı’nı hatırlatıyor, tam da şimdi dediğin şey hakkında, odalarla olan karmaşık ilişkin, odaları anlayışın, içindeki konuklar, çağrıştırdıkları hakkında: Konfor, terör, odaların barındırdığı tuhaf imkanlar, sen masalın kendisiyle ilgili bir iş bile yaptın.

Bu masal ve 3 ayı ve evlerine giren küçük kız ile ilgili birkaç iş yaptım. Ayıların evine Goldilocks adında altın saçlı bir kız girer . Bu ev ayı ailesinin evidir. Ayılar ormanda yürüyüş yapmak üzere biraz önce evden çıkmışlardır, anne, baba ve çocuk ayı... Küçük kız eve bakar ve der ki, “Ne güzel bir ev, içeri girip bakmalıyım”. Bu benim Rotterdam’da düzenlenen 1. Manifesta sergisi için yaptığım işte kullandığım cümle. Rotterdam’da, de Stijl döneminden kalma, dönemin sembolü bir evin cephesinde. “Wow, what a nice house, I must go in and see” cümlesini yazdım cephenin üstüne. İzleyicinin düşüncesi, sanatçının düşüncesi veya her ikisinin de düşüncesi olabilecek bir cümle. Böylece hangisinin bunu düşündüğünü bilemiyoruz. Bu masaldaki kızın rolünün, sanatçının rolüne çok yakın olduğunu düşünüyorum. Eve girince kızın yaptıkları, ayıların yemeklerini yemek, sandalyelerine oturup kırmak, yukarı odalarına çıkmak ve gidip yataklarında yatmak. Ayılar bir süre sonra eve geldiklerinde ve onu gördüklerinde, kız pencereden bahçeye atlayıp gidiyor ve hikayenin sonunda ayılar ancak pencereden kızın arkasından bakakalıyorlar. Onu göremiyorlar çünkü kız ormanda gözden kayboluyor. Bu pencereden atlayıp kaybolma fikri, bu ormanda kayboluş, bunu sanatçının rolüne çok yakın buluyorum.

Bu durumda ziyaretçiler de ayılar oluyor...

Ziyaretçiler de ayılar, evet... Aynı zamanda hikâyenin bir parçası...

Bu masalda bana hep büyüleyici gelen şey, bebek ayının söylediği cümledir, “birisi yatağımda yatmış/ biri çorbamı içmiş”. Anneyle baba o kadar şaşırmazlar, ama bebek ayı hayret içindedir. “Birisi yatağımda yatmış,” konuşan o. Bence ziyaretçinin rolü de bu: Hayret etmek.

Hayret etmek.

Neşeli bir şaşkınlık geçirmek.

Veya üzücü bir sürprizle karşılaşmak. Neşeli bir şok veya neşeli bir üzüntü.

Bütün bunlar olurken oda kendini nasıl hissediyor?

Odanın kendini nasıl hissettiği konusunda hiçbir fikrim yok.

Umurunda oluyor mu?

Bazen umurumda oluyor, bazen olmuyor. O, odadaki deneyimime bağlı.

Peki, odanın sana nasıl davrandığına bağlı mı?

Odanın bana nasıl davrandığına, ve...

Güzel olmayan odalarda da iş yapmaya kalkışıyor musun?

Hayır, benim için güzel olmayan oda diye bir şey yok. Her odada yapacak bir şey bulunabilir. Ben orada geçiciyim, orada yaşamıyorum. Şimdi buradayım, içinden geçiyorum, sonra gideceğim, böyle bir şey.

Böyle, dostane olmayan bir odayla karşılaştın mı?

Evet, dostane olmayan odalar var, ama benim için bu dostane olmayışları da bir kalite. Dost olmamaları beni fazla etkilemez.

Onlarla uzlaşıyorsun.

Onlarla uzlaşmıyorum, sadece onlara oldukları gibi davranmaya çalışıyorum. Onları kabul ediyorum. Ben aslında mekanlarla uzlaşmam. İçlerinden geçerim, birisiyle bir süreliğine arkadaş olmak gibidir bu, birisini tanımak gibi, ve bu her zaman ilginçtir. Mesela, hayvanlardan gerçekten çok korkarım ama iki kaplanı sergi mekanına getirdim. “Burası öyle güçlü bir mekân ki, acaba ne yapmalı?” diye düşünüyordum. Gerçekten de çok güçlü bir yerdi, kaplanlar kadar güçlü...

Yani oda daha güçlüydü, daha korkutucu.

Daha güçlü, evet, korkutucu. Bu korkutuculuk durumu güzelliği de beraber getiriyor.

Ama dışarı çıktığında, konukseverliğin daha yumuşak, daha sıcak, ısıtılmış banklar örneğinde olduğu gibi mesela.

Evet.

Sıcak banklar.

Evet, çok da uyumlular aynı zamanda..

Esirgeyiciler. Dışarısı, kültürel, fiziksel, duygusal olarak o kadar da dostane olmayan bir mekan değil. Sıcak Banklar belki de senin, nasıl demeliyim, en duygusal işin. Dışarı ile ilişkin ne? Kültürel biçimlere büründüğünü söylemeliyim, bu son eklerle ve hatta o video işinle, Emre’nin şarkı söylediği...

Dario Moreno’nun söylediği şarkıyla dans ettiği.

Evet, İstanbul hakkındaki o tuhaf şarkı.

Belki dışarısı bana gözdağı verdiğinde daha dostane oluyorumdur. Sıcak banklara gelince, aslında içeriye iş yapmak üzere davet edilmiştim ama ben dışarı çıkmaya karar verdim.

Neden?

İçeride, dışarıya hizmet eden bu fabrika vardı, bulunduğu bölgeyi ısıtan. Dışarısı ilginçti, bir gezinti yolu, nehrin tam yanında. Ben burada fabrikanın yaptığını yaptım, dışarı çıktım. Bu nehri, bu gezinti yolunu ve bu fabrikayı gördüğümde, bu fabrika bu gezinti yoluna da hizmet etmeli diye düşündüm. Ve öyle de oldu, fabrika, bu ılık banklara hizmet ediyor. Ilık banklar da dışarıda dolayısıyla içerinin bir uzantısı gibi. Bremen'de birkaç yıl önce yaptığım Bis August isimli iş gibi. Burada bu uzantı çok açık. Nehirden sergi mekanına bir uzantı var. Nehrin üzerinde, nehrin her hareketiyle kımıldayan şamandıralar var, bir gemi geçtiğinde, veya gel git, veya dalgalar... Şamandıralar sergi mekanındaki toplara bağlılar. Su her hareketlendiğinde sergi mekanındaki toplar da hareket etmeye başlıyor, onlara bağlı olan şamandıraların hareketlerinin yardımıyla.. Emre ve Dario’da ise, çocuk Dario Moreno’nun söylediği şarkıya eşlik ederek tarafsız bir mekânda dans ediyor. Mekân beyaz bir küp. Dolayısıyla nerede olduğunu bilmiyoruz, dans edenin nereli olduğu belli değil. Şarkı da Fransızca, ama İstanbul hakkında. Şarkıcı da Fransa’da yaşamış ama İzmir doğumlu Dario Moreno.

Şarkı da açıkça "İstanbul Konstantinopolis’ti" diyor, bu da metafor düzeyinde bir tür taşıma, isimlerin, kavramların, kültürlerin taşınması. Böylece bu ara durum ortaya çıkıyor.

Arada, evet. Şarkıcı, Dario Moreno Türkiye doğumlu, Fransızca söylüyor, aynı şarkıyı Türkçe de söylemiş ama onu kullanmadım. Şarkıyı ilk söyleyen ise Eartha Kitt, bir Amerikalı, İstanbul’la hiç ilgisi yok, dolayısıyla gerçekten karmaşık bir ilişkiler ağı söz konusu, ABD’den İzmir’e, İstanbul’a, Fransa’ya, Almanya’ya kadar gidip gelen...

Fatih Özgüven ve Ayşe Erkmen

Sonuçta bazı kanılara varsan da, işlerin kanılardan yola çıkmıyor. Kanılar oluşuyor. Dolayısıyla bize, bir odaya yaklaşmanın açık, 1-2-3 adımda ilerleyen yolunu göster, bir iş fikri ve nasıl sonlanabileceğine dair.


Odayı kullanmam veya kötüye kullanmam, veya kapatmam, veya ziyaretçiye iyi mi yoksa kötü mü davranacağıma, iyi karşılayacağıma mı yoksa bazen odayı kapatacağıma mı karar vermem gerekiyor, ama bu her zaman odanın etrafında olup bitenle de ilgili. Bir galerici veya küratör de bana ilham verebilir. Mesela Bis August ismi işin kendisinden değil, küratörden çıktı. Bis August’un işle hiç bir ilgisi yok, isim küratörün Ağustos’a kadar orada çalışıyor olmasıyla ve serginin de onun son sergisi olmasıyla ilgili. Berlin’de Galerie Barbara Weiss’ta yaptığım ise hep sergi adı olarak çok iyi bir Almanca kelime bulmaya çalışmak, Habseligkeiten mesela...

Akılda kalıcı bir kelime.

Bazen seçmeden önce kelimenin anlamıyla ilgili hiçbir fikrim olmamasına rağmen. Güzel sesli bir kelime bulmaya çalışıyorum; görsel bir özelliği olan, anlamı önekli değil.

Tamam, ve bazen de kelimeleri veya deyimleri ürkütücü veya doğaüstü çağrışımları yüzünden seviyorsun, kein gutes Zeichen (iyiye işaret değil) gibi. İyiye işaret değil odada hiç de yolunda gitmeyen bir şeylerin olup bittiğini ima etmenin bir yolu belki de.

O cümleyi, sergi başlığını, politik olarak çok iyi bir dönemden geçilmediği için seçtim, Irak savaşının başladığı dönemdi. Sergi Viyana’da olduğu için, girişe Türk kahvesiyle ilgili bir dia gösterisi yerleştirdim, insanları bol köpüklü kahve yüzeyleriyle karşılar gibi, köpük üzerinde de gözler var ki bu aslında iyiye işaret değil. Bu iş sergi mekânının giriş bölümünde idi, hatıra eşyalarının ve kitapların, katalogların, baskıların satıldığı yerde. Ana sergi salonunu ise boş bıraktım ve tavan bölümüne çok az şey ekleyerek harekete geçirdim. Cam tavanın üzerindeki temizlik platformları rasgele hareket eder hale getirildi, fazladan ışık eklendi, ileri geri gidip yüksek frekanslı bir ses çıkarıyorlardı, oda kendi kendisiyle kavga edermişçesine.

Bu belki de aynı zamanda belli bir açıdan batı sanatındaki en önemli odalardan birinin yapıçözümünü gerçekleştirdiğin anlamına gelebilir. Bu Secession binasının. Güzel de bir oda, fazla güzel hatta.

Bu yüzden odaya mücadeleci bir özellik kattım. Mekân, oda fazla mükemmel olduğunda o odada yapılacak başka bir şeyiniz kalmadığını hissediyorsunuz . En zor durumlardan biri bu.

Peki, ilk bakışta, içinde bulunduğumuz bu odaya ne yapmak istersin, bu odayla ne yapmak istersin?

Bu odayla (Galerist) bir şey yaptım zaten, pencerelerin önüne perdeler yerleştirdim, renkli perdeler. Belki fazla beyaz olduğu için, fazla temiz, fazla mükemmelleştirilmiş.

Kişiliksiz.

Evet, mükemmel sergi mekânı olmak için tasarlanmış odalar. Evcil özelliğini yeniden devreye sokmak istedim. Perdeler yerleştirerek, son derece renkli perdeler, o ev özelliğini yeniden yaratmak. Çünkü burası aslında iki cephesi de güzel manzaralı çok evcil bir yer.

Burası bir zamanlar bir evmiş.

Evet, çok güzel bir ev.

Galerist dergisi 5. sayıda yayımlanmıştır. Temmuz-Ağustos 2010

bottom of page