Merdiven Art Space, 4 Eylül- 26 Ekim 2024 tarihleri arasında Osman Bozkurt’un Hatırla isimli kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Bozkurt ile pratiğini şekillendiren meraklarını ve şehrin hafızasını okuma biçimlerini konuştuk
Röportaj: Berfin Küçükaçar
Osman Bozkurt, Mōlēs I, Yapım aşamasından görüntü, 2024
Sizi şehrin hafızası üzerine düşünmeye ve çalışmalarınızı bu konu etrafında şekillendirmeye iten nedir? Sergide ele aldığınız başlıklara merakınız nelere dayanıyor?
Serginin düşünsel temellerinin pandemi döneminde atıldığını söylemek mümkün. Evlerimize kapandığımız dönemde Salt’ın davetiyle Domestic Archeology isimli bir iş ürettim. Salt’ın sanatçıların pandemi sürecine tepkisine odaklanan bir iş üretmek üzere davetini aldığımda Pangaltı’daki atölyemde çalışıyordum. Bahsettiğim dönemin kısa bir süre öncesinde öncesinde atölyemin yanındaki bina yıkılmaya başlamıştı ve pandemiyle birlikte bu yıkım yarıda bırakıldı, tamamlanamadı. Yarısı yıkılabilmiş o binada gözlem yaparken kiremitler, molozlar ve yapıya dair çeşitli elemanlar gördüm. Gördüklerim beni; uzak geçmişi, yakın tarihi ve içinde bulunduğumuz zaman dilimini daha derinden düşünmeye itti. İstanbul’un farklı bölgelerinden topladığım moloz kalıntıları ile bu fikir daha da genişledi, varoluşsal sorular sormama sebep oldu.
Çalışma sürecimde bir arkeolog merakıyla adımlar attım. Toplamak ve dokümante etmek serginin ortaya çıkmasında etkisi olan iki temel eylem. Araştırma da pratiğimin önemli bir parçası. Sergideki işler için çalışırken yerel tarihle ilgili araştırmalar yapmayı sürdürdüm.
Hatırla’da bazı tuğla parçaları üzerinden şehrin hafızasını okuyor ve geçmişe dair ipuçları yakalıyorsunuz. Bu deneyiminizden bahseder misiniz?
Yapı kalıntıları üzerinden şehrin hafızasını okumak ilginç bir deneyim. Bahsettiğimiz yapı parçaları, binaların içinde gizli birer parça. Gözümüzün önündeler aslında fakat yapı yıkılana kadar ortaya çıkmıyorlar, gizlenmiş gibiler. Bu yönüyle tuğlaları zaman kapsülleri olarak görüyorum. Yıllar öncesinin izlerini, kodlarını üzerlerinde taşıyorlar. Bir şehrin hafızasına bakmak için onların önemli elemanlar olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda çok çeşitliler. Marsilya’da kullanılan ilginç bir sistemle üretilen tuğlalara rastladım, 1901 tarihinde Büyükdere’de bir fabrikada üretilen tuğlalara rastladım… Tuğlalar bir yana molozların da medeniyetimizin gerçek anlamda yapı taşı olduğunu söylemek mümkün. İster bir höyük olsun ister bir moloz yığını. İkisi de potansiyel olarak insanlık mirasımızın kalıntıları.
Hafızayı okumanın sosyolojisine de ilgi duyuyorum. Hafıza, kuma yazı yazmak gibi. Bazen istemsiz olarak gerçekleri zihnimizde yeniden yazıyoruz. Öyle olduğunu umduğumuz veya olduğundan korktuğumuz şekliyle. Kısa yaşam sürelerimizde algılayamasak da görünen o ki yaşam bir döngüden ibaret. Sergi hem medeniyet dediğimiz insanlık mirasımızı hem de kişisel olarak varoluşumuzu, dönüşümü, iyiye doğru ilerleme potansiyelimizi ve dengeyi bize hatırlatıyor.
Osman Bozkurt, Post-its for the future, Hahnemühle matt fibre kâğıt üzerine fine art baskı,
Her biri 30x40 cm, 18 adet (Çerçeveli)
Sizin de bahsettiğiniz gibi bir arkeolog merakıyla çalışmanız çeşitli belgeleme yöntemlerini ve medyumları beraberinde getiriyor. Sergideki işlerin ortaya çıkması için ne gibi yöntemlerden yararlandınız?
Evet, çeşitli yöntemler kullanıyorum pratiğimde. Bu sergide de fotoğraf, ses yerleştirmesi, heykel, pirinç döküm objeler var. Topladığım malzemelerin belgeleme süreci de bu çeşitliliği gerektiriyor. Topladıklarıma bir değer atfediyorum. Örneğin sergideki fotoğraflar, topladığım nesnelerin siyah bir boşluk içindeki görselleri. Bu fotoğrafların kenarına o fotoğraftaki nesneyi bulduğum yerin koordinatlarını yazıyorum.
Şehrin hafızasının peşinden gittiğiniz çalışmanıza yaşadığınız şehrin de etkisi yadsınamaz. İstanbul ile ilişkinizden ve bu şehrin çalışmalarınıza etkisinden bahseder misiniz?
İstanbul sürekli değişen ve yenilenen bir şehir. Devamlı olarak başka bir yere dönüşüyor. Bir anlamda kaos kent. Batı Avrupa şehirlerinde yaşadığınızda karşılaştığınız her şey olasıdır ve ortada şaşırtıcı bir durum yoktur. Bu duruma İstanbul’da tanık olamazsınız. O nedenle bu şehir sanatçılar için yorucu, yapıcı ve besleyicidir.
Sıklıkla uğradığım yerlerden biri Küçüpazar. Süleymaniye Külliyesi’nin altında, Tahtakale’nin üstünde kalıyor bu alan. 10 yıldır belli aralıkla oraya gidiyorum. Burası sergi için toplama sürecime o da dahil oldu.
Solda: Osman Bozkurt, Mōlēs I, Buluntu yapı kalıntıları, çelik bağlantı aparatları ve kum, 106x69x86 cm
Sağda: Osman Bozkurt, Mōlēs II, Buluntu yapı kalıntıları, çelik bağlantı aparatları ve kum, 82x50x122 cm
Sergide, topladığınız molozlardan ve kiremitlerden ürettiğiniz iki heykel yer alıyor. Yıkıntıların parçalarından meydana gelen bu yapıtlar için neler söylersiniz?
Heykellerimden bahsetmeden önce Uzak Doğu kültürlerinde rastlayabileceğiniz, rock balancing adı verilen bir deneyimden bahsetmek istiyorum. Rock balancing, sahilde bulduğunuz çakıl taşlarını üst üste dizerek dengede duran bir kule yapma etkinliği. Üst üste stabil halde durması kolay olmayan bu çakıl taşlarını bir yükseklik sınırı olmadan, yavaşça dizersiniz. Bir noktada bu kule yıkılır ve siz tekrar başlarsınız. Bu döngünün meditatif bir yanı vardır.
Yapı kalıntılarını, yani molozları üst üste dizerek oluşturduğum heykellerde kaos içinden bir düzen kurmaya çalışıyorum. Tıpkı taş denge sanatında olduğu gibi dengeyi, farkındalığı ve doğayla bir aradalığı yakalamaya çalışıyorum. Bu heykelleri üretme deneyimim yaşadığım çevreyle bağlantı kurma ve içsel dengeyi bulma çabası olarak da görülebilir. Heykellerimde herhangi bir birleştirici ya da yapıştırıcı kullanmıyorum. Yapı kalıntısı elemanlarını üst üste dengeli biçimde dizdiğinizde o elemanları bir arada tutan güç yerçekimi oluyor. Beton parçalarını ve molozları dengelemeye çalışmak, bu yapı elemanlarının hem ayırıcı hem de birleştirici fonksiyonlarını, yıkım ve yeniden inşa süreçlerini de keşfetmeye olanak sağlıyor.
コメント