Yeryüzüne dokunmak: COALITION
- Buse Özsümer
- 20 Nis
- 12 dakikada okunur
Sanat ve ekoloji arasında güçlü bağlar inşa eden COALITION 20 Şubat - 26 Nisan 2025 tarihleri arasında Institut français İzmir’de gerçekleşiyor. Doğaya yönelik yeni bir kültürel oluşumu destekleyen sergi üzerine küratörleri Lauranne Germond ve Sara Dufour ile konuştuk
Röportaj: Buse Özsümer

Ekolojik meseleleri çağdaş sanat aracılığıyla ele alan COAL Derneği’nin (Projet COAL) düzenlediği COALITION, 26 Nisan 2025 tarihine kadar Institut français İzmir’de ziyarete açık. On iki sanatçının eserlerini multidisipliner bir anlayışla deneyimleyebileceğiniz seçki, COAL Derneği’nin 15. yıl dönümünü kutlamak amacı ile 2024 yılında Paris Gaîté Lyrique’de düzenlediği serginin devamı niteliğinde.
Küratörlüğünü COAL’ın kurucu ortak ve müdürü Lauranne Germond ve derneğin programlar müdürü Sara Dufour’un üstlendiği COALITION; çevreye, yaşama ve köklere yönelik bir duruşu yeniden hatırlatıyor. Dünyayı tehdit eden kırılmalara karşın, dikkat alanımızı yeniden değerlendirmeye çağıran serginin yaratım pratiklerini ve küratöryal yaklaşımını Lauranne Germond ve Sara Dufour ile konuştuk.
COALITION güncel bir mesele etrafında şekilleniyor ve gezegenin dili ile ifade edilmiş bir gerçeklikle yüzleştiriyor ziyaretçiyi. Ancak salt karamsar bir gerçeklik değil bu. Sergi bu yönüyle ekolojik bir devrimi de talep ediyor ve mümkün olduğunun altını çiziyor diyebilir miyiz?
Sara Dufour: Evet, bir ekolojik devrim çağrısı yapıyoruz, ancak bu devrime ulaşmanın birçok yolu var. Bu sadece politik veya ekonomik bir kanaldan değil; aynı zamanda duyularımız aracılığıyla, insan olmayan varlıklara, dış dünyaya ve doğaya gösterdiğimiz dikkat yoluyla da gerçekleşebilir. Sanat da önemli bir olgu bu anlamda. Ayrıca bu çalışmalar Dünya’daki yaşamın büyük tarihine farklı bir bakış açısı getirmeyi, insanlar ve insan dışı varlıklar arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeyi de içeriyor. Tüm bunlar da bu devrimin bir parçası.
Lauranne Germond: Örneğin Michael Wang’ın manifestosu (MANIFESTE DU PHOTOSYNTHÉSISME), insanlığın tüm koalisyonu için bir ilham, bir ruh taşıyor. Hepimizi temsilimizi, hayal gücümüzü, düşünme biçimimizi dönüştürmeye çağırıyor. İnsanlar ve insan dışı varlıklar olarak etkileşime girmeli, ekosistemlerle iletişim kurmalıyız. Wang’ın eseri buna iyi bir giriş niteliğinde, çünkü bize şunu hatırlatıyor; makinelere, ilerlemeye, teknolojiye ve son 200 yıldır tüm insanlığı -ya da en azından bir kısmını- etkisi altına alan endüstriyel temsillere hayranlık duyuyorduk. Bu Batı modernizminin tarihiyle ve diğer toplumların bu yolu takip etmek ya da bunu reddetmek zorunda kalmasıyla ilgili. Yani bu evrensel bir bakış açısı değil, daha çok Batı merkezli bir perspektifin, değerlerin ve tekrar eden imgelerin bize dayatılmasıyla oluşan bir tahakküm meselesi. Manifesto bu yüzden ilginç. Neyin önemli ve güzel olduğuna, neyin dikkate değer olduğuna, hangi değerleri ve ölçekleri kullanarak dünyayı değerlendirdiğimize, neye önem verip neyi göz ardı ettiğimize dair ezberlere karşı bir sorgulama niteliğinde.
Tüm bu sanatçıların her biri kendi dünyasında, kendi araçları ve pratikleri ile bu büyük dönüşümü gerçekleştirmek için yollar açmaya çalışıyor. Çünkü yaşadığımız şey sadece bir kriz değil, artık işlemeyen bir sistemin sonu. Bu çağrı biraz da köklere dönmekle ilgili. İnsanlar bu noktada “Mum ışığına mı geri dönmeliyiz?” gibi sorular yöneltebiliyor. Hayır, modernite elbette pek çok iyi şey de getirdi. Burada mesele, geliştirdiğimiz iyi şeyleri tamamen yok etmek değil. Ekolojik dönüşüme yönelik en büyük eleştiriler insanların konforlarını kaybetme korkusundan kaynaklanıyor. Oysa temel değerlere geri dönmek, gerçekten önemli olanı hatırlamak ve modernitenin kötü yönlerini terk ederken, iyi yönlerini daha bilinçli bir şekilde korumak anlamına geliyor. Zaten elbette geçmişe tamamen dönmek imkânsız. Önemli olan, geleceği hayal etmek ve yeniden üretmek. Geleceği şekillendiren ne yalnızca geçmiş ne de yalnızca bugündür; ikisi de mühim. Bu yüzden köprüler kurarak, geçmişten gelen iyi şeyleri hatırlayarak ve farklı kültürlerde hala var olan değerleri göz önünde bulundurarak birlikte yeni bir yol inşa edebiliriz.

COAL Derneği’nden de bahsedelim istiyorum. Nasıl ortaya çıktı ekoloji ve sanatı bir araya getirme fikri? Nasıl ilerledi süreç?
L.G: COAL Derneği’nin başlangıç sürecinde, birkaç arkadaştan oluşan bir grup insandık ve ekolojik meselelere dahil olma arzusunu paylaşıyorduk. Bazılarımız peyzaj tasarımcısıydı, bazılarımız sürdürülebilirlik üzerine çalışıyordu veya benzer alanlarda çalışma yürütüyordu. 2007'de Fransa hükümeti, Grenelle de l'Environnement başlıklı bir çevre politikaları zirvesi düzenledi. Bu sürdürülebilirlikle ilgili politik eylemlerin başlangıcıydı. Biz bu noktada “Tamam ama yetmez!” dedik, bazı önemli şeylerin eksik olduğunu hissettik. Bu konuya sadece teknik açıdan yaklaşamazdık, bu derinlikle ele alınması gereken kültürel bir mesele çünkü. On altı yıl önceydi, o dönem ekoloji ve kültür kavramlarını birlikte ele alan tartışmalar yoktu. Kesinlikle kültürel olarak da yapılması gereken bir şey olduğuna inanıyorduk. Ekolojik dönüşümün aynı zamanda bir yaratıcılık, yaratım meselesi olduğu konusunda hemfikirdik. Dünyayı ya da sistemi değiştirmemiz gerekiyorsa, mutlaka yaratıcılık olmalıydı içinde. Sanatçılar bunun bir parçası olabilirdi. O noktada bir ödül programı (Prix COAL Art et Environnement) başlatmaya karar verdik, bir nevi başvuru çağrısıydı. Sanatçılara; üretiminizi bizimle paylaşın ve sesimizi daha güçlü hale getirelim demiş olduk. On beş yıl boyunca her sene uluslararası bir ödül programı düzenledik ve her yıl yaklaşık 800 başvuru aldık. Yıllar içinde bu sanatçıların eserlerini sergilemeye başladık. Pek çok sergi düzenledik. Birçok farklı formatta ve deneyim ile sanatçıları tanıtmak, eserlerini insanlara ulaştırmak istedik. Ekolojik dönüşüm konusuna hassasiyetle yaklaşmak için harika bir fırsattı bu. Çevresel tartışmalara sadece somut ve pragmatist olgular ile değil, aynı zamanda hayal gücü ve yaratıcılık ile de ulaşılabilecek bir kapı açıldı böylece.
S.D: Bence sanatçılarla çalışmak, kültürel bağlara erişimin anahtarı. Eğer devrimden bahsediyorsak, öncelikle kültürel devrimin ne kadar önemli olduğunu bilmeliyiz. Bir toplumda öne çıkan ya da göz ardı edilen imajların, bir toplumdan diğerine ne kadar fark gösterebileceğini biliyoruz. Bu yüzden sanatçılarla çalışmak harika. Çünkü bize öyle yaratıcı, öyle inanılmaz bir bakış açısı getiriyorlar ki. Bu çok kıymetli, çok zengin bir şey. Paul Klee’nin bir sözünü akla getiriyor; “Sanatçı, görünmeyeni gösterir.” Sanatçılar önümüzde duran maddi dünyayı değil, onun ötesindeki şeyleri görme gücüne sahiptirler. Bu sebeple onlarla çalışmak çok fayda sağlıyor.
Çevre ve iklim meselesine dikkat çekmenin çok fazla yolu var, dünyada örneklerini de görüyoruz… Bir yıkımı sanat ile ifade etmeyi diğer ifade biçimlerinden ayıran ne sizce?
L.G: Sürdürülebilir toplum hedeflenirken, insanları duyarlı hale getirmek için çok şey yapılıyor, ama bu asla duyularla geçmiyor. Belgelerden, talimatlardan, bilgilerden geçiyor. Halbuki kelime ‘duyarlılık’. Tamamen duyularla ilgili. Ama ilginçtir ki duyular, duyarlılığı yaratma şeklimize dahil değil. Ekolojiye dair çokça çalışması olan ünlü Fransız filozof Baptiste Morizot ve daha evvel de çok kez çalıştığı sanatçı Suzanne Husky, nehirlerdeki ekosistemlerin korunmasına dair bir kitap (Rendre l'eau à la terre: Alliances dans les rivières face au chaos climatique) yazdılar. Suzanne Husky’nin sergide yer alan eserlerindeki illüstrasyonlar bu kitaptan geliyor. Morizot, meseleye dair şunu söylüyor: “Bu bir ekolojik kriz değil, bir duyarlılık krizidir.” Batı kültüründe büyük bir duvar örülüyor etkileşim içinde olması gereken kavramlar arasına. Kültürle doğa, duyularla bilgi arasında bir ayrılık var. Yapmamız gereken, duyarlılık krizine odaklanmak ve doğa ile kültürü, beden ile zihni, duyular ile bilgiyi nasıl uzlaştırabiliriz görmek.
S.D: Batı dünyasında, özellikle Fransa’da Aydınlanma Çağı (Siècle des Lumières) ile birlikte, Descartes, Diderot, Voltaire, Almanya'da Kant gibi düşünürlerle; akıl ve mantığın, dünyayı görmenin ve dünyayla etkileşime girmenin ana yolu olarak kabul edildiği bir dönem başladı. Bu geleneği okullarda sürdürüyoruz. Ders çalışırsınız, dinlersiniz, izlersiniz, ezberlersiniz ve sonra “Tamam, öğrendim.” dersiniz. Uzun zamandır üzerine düşünmediğimiz doğa hakkında da bundan başka bir şekilde konuşabilmekten yoksunuz. Tüm bunlar, “Bu bitki bana insan olarak nasıl bir fayda sağlar?” gibi bir bakış açısını sürdürürken; sanat doğadaki her şeyi sadece var olduğu için takdir edebiliyor.
L.G: Aslında bu yüzden burada bulunan tüm sanatçılar bu yıkım ve tahribattan çok fazla bahsetmiyorlar. Hayatın güzelliğinden, tahribatı önleyebilmek için gidilebilecek yeni yolların güzelliğinden bahsediyorlar, bazen de bir uyarı yapıyorlar. Bence son 20 yıl boyunca yıkımı çokça gösterdik, ama bu hiçbir kapı açmıyor. Cehennem temsillerini çokça gördük, çok temsili var sanat dünyasında ve aslında bunu seviyoruz. Ama asıl soru şu: “Pozitif bir gelecek olasılığını nasıl gösterebiliriz?” Sanat bir ifade biçimi olarak bunu yapabilme ve ruha dokunabilme gücüne sahip.
Tahribatın estetik bir dile dönüştüğü bir pratiği deneyimliyoruz burada. Bunun getirdiği zorluklar nelerdi? Bu görsel ifadelere biçim veren sanatçılarla kurduğunuz diyalogda, ekolojik krizin yarattığı kaygıyı nasıl paylaştınız?
S.D: Ekolojik dönüşümleri bir biçime dönüştürme noktasında zorluklar var elbette. Sanatı bir form, bir madde olarak düşünürseniz, bunu ifade etmenin birçok yolu var. Sergide günümüzün en yüksek teknolojilerden biri olan sanal gerçekliğin kullanıldığı iş de var, toprak ya da ahşabın kullanıldığı işler de var. Fakat bu o kadar da zor bir mesele değil aslında, benim için zorluk daha çok ziyaretçilerin burada yalnızca bir biçimden ibaret gibi görünen hikayelere nasıl yaklaşacağında yatıyor. Bence zor olan bu.
L.G: Evet. Bizim ve birlikte çalıştığımız tüm sanatçıların karşılaştığı en büyük zorluk, bunun ne kadar ilham verici olabileceği. Sanatçılar bu noktada her zaman bir meydan okumanın içinde gibiler. İnsanlara dokunmak istiyorlar. Örneğin Suzanne Husky bir sanatçı ama aynı zamanda da bir aktivist. Nehirlerdeki çevresel akışı ve biyoçeşitliliğin sürdürülebilirliğini onarmak istiyor. Bu konuda ilham verecek projeler yaparak bu meseleyi görünür kılmak, bir mesaj vermek istiyor. Ancak bir sanatçı olarak bir şeyleri değiştirme gücünüz elbette yetersiz kalıyor. Ama milyonlarca küçük şey büyük bir değişime sebep olabilir. Fransız bir çevre aktivisti ve yazar var, Pierre Rabhi. Aynı zamanda Mouvement Colibris oluşumunun da öncüsü. Rabhi’nin ekolojik dönüşüme dair bir öğretisi var, umut veren bir hikâye. Şundan söz ediyor; yağmur ormanlarını büyük bir yangın sarıyor ve tüm hayvanlar çaresizce izliyor bu felaketi. Yaşam alanları yok oluyor ve hiçbir canlının elinden bir şey gelmiyor. Ancak oldukça küçük bir kuş olan kolibri (sinek kuşu), tüm cesareti ile nehirden su taşıyarak yangını söndürmeye çalışıyor. Onu şaşkınlık içinde izleyen diğer hayvanlar “Bu kadar küçük bir kuş bu dev yangını söndürebilir mi? Yaptığı hiçbir şeye hizmet etmiyor ki!” diye hayıflanırken kolibri şöyle cevaplıyor bunu; “Evet ama elimden geleni yapıyorum!” Bu Fransa’da çevreyi destekleme noktasında bireysel eylemin önemini vurgulayan sembolik bir anlatıdır. Rabhi’nin ilhamı buradan geliyor, bundan ilhamla Mouvement Colibris projesini başlattı. Tüm bu felaketler kişisel olarak bakınca çok büyük, ama herkes iyileştirmeye dahil olursa büyük bir değişim yaratılabilir. Kaygı olsa da ilham bu küçük eylemlerde saklı.

Sergi, iklim krizinin gelecekteki potansiyel senaryolarını nasıl betimliyor?
L.G: Lucy ve Jorge Orta’nın çalışmasını (Passeport International Antarctique) incelerseniz, bunun çevresel krizin yarattığı değişikliğin bir sembolü olduğunu görürsünüz. Çünkü buzullar eriyor ve bu kıtanın toprakları her geçen gün azalıyor, yok oluyor. Antarktika ile ilgili ilginç olan şu ki, şu anda dünyada, uluslararası anlaşmalar sayesinde, kimseye ait olmayan tek bölge. Sadece bilim insanları için bir alan orası. Ancak bu yaşam hakkına saygı duyarak birlikte hareket edebileceğimizin bir sembolü gibi geliyor bana. Ayrıca Camille Goujon'un göç meselesine değinen bir işi de (Phoque, Meduse et Sirene, une biologie des migrations) var. İklim değişikliği nedeniyle göçler gittikçe artabilir. Daha az su, daha kötü yaşam koşulları daha fazla göçe sebep olacak ve bu aynı zamanda Lucy ve Jorge’nin de değindiği şey. İklim değişikliği elbette üzerinde yaşamak için gittikçe daha az iyi hale gelen topraklarda tüm canlıların yaşam koşullarının bozulması demektir. Tabii bu aynı zamanda bunun olmaması için çalışmak da demek. Yani elimizde bir olası gelecek senaryosu var, buradan iki seçenek doğuyor ya bu yıkıma katkıda bulunacağız ya da birlikte bunların üstesinden gelmeye çabalayacağız.
S.D: Ben de Camille'nin çizimini bu anlamda çok ilginç ve önemli buluyorum. Birleşmiş Milletler, 2050'den sonra insanların bir ülkeden diğerine göç etmelerinin en önemli nedeninin savaş değil, iklim değişikliği olacağını öngörüyor. On yıldır bunu söylüyorlar. Burada korkunç olan şu ki, elimizde bu bilgi var, ama uluslar bu bilgi ile ne yapıyor?
L.G: Politik bir çılgınlıktan bahsetmek istiyorum burada. Ekolojik meseleler hükümetlerin umrunda değil ama göç de istemiyorlar bir taraftan. Bu mümkün değil, çünkü ekolojik kriz ne kadar çok ortaya çıkarsa, o kadar insan göç etmek durumunda kalıyor. Bir grup uluslararası araştırma platformu ile iş birliği yaptığımız 2019 yılı ödül programımızın teması afet ve ekolojik kriz sebebi ile yerinden edilme idi. COP25 için (25. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı) Madrid’e gittik. COAL Ödülü'nün kazananları (Lena Dobrowolska & Teo Ormond-Skeaping), iklim krizi nedeniyle Birleşik Krallık’tan Afrika’ya göç etmek zorunda kalan orta sınıf bir ailenin hikayesini anlattıkları çok ilginç bir film (You Never Know, One Day You Too Might Become a Refugee) yapıyorlardı. Yani bu alışık olunan durumun tam tersi. Bir bilim kurgu senaryosu gibi, ama olası bir bilim kurgu.
S.D: Stéfane Perraud ve Aram Kebabdjian adında bir sanatçı ikilisi var. Aram bir yazar, Stéfane ise görsel bir sanatçı ve birlikte çalışarak gerçek verilere dayalı distopik bir kurgu (Blue Archives) yarattılar. Nükleer atıkların yarattığı tahribat devam ettikçe gelecekte neler olabileceğini hayal etmek için eserlerinde sanal gerçeklik kullandılar. Dört hikâye var bu kurguda, dört farklı karakteri takip ediyorsunuz. İlki 2018 yılında geçiyor ve mücadeleden söz ediyor. Sonuncusu ise uzak geleceğin tasviri. Doğaya ne olacağını, insanlığın hala var olup olmayacağını sorgulatıyor. Bu anlamda bu bir distopya evet, ama bir uyarı da aynı zamanda.
Sanal gerçeklik demişken, dijital eserler yer alıyor sergide. Çevre ve sanat arasındaki ilişkide teknolojinin rolü nedir?
S.D: Japon yönetmen Momoko Seto’nun Planète Σ eseri sanatçının çok yenilikçi teknikler kullanarak yaptığı bir video art çalışması. Süper zamanlı bir stüdyo laboratuvarında, süper mikro teknikler kullanarak, Dünya'da yaşamın ortaya çıkışı gibi mühim doğal olayları yeniden yaratıyor Momoko. Bu bir ekosistem, her şey birbirine bağlı, bilimsel ve aynı zamanda kimyasal bir süreci var.
L.G: Momoko’nun eseri gerçek görüntülerden oluşuyor. Yönetmen, tüm süreci mutfakta ortaya çıkarıyor üstelik! Her gün fotoğraflıyor çalışmalarını ve sonunda inanılmaz bir anlatıya dönüşüyor. Bu bir zamanlayıcı (timelapse) süreci gibi. Aslında eski bir çalışma, 2014'te yapıldı. Bu yıl bir saatlik uzun metraj bir film gösterime girecek. Aynı teknikle yapılmış ama çok daha büyük bir üretim, büyük bir prodüksiyondan doğmuş bir versiyon. Bir yaşam hikayesi. Karahindiba polenlerinin küçük parçacıklarının dünyada uçuşarak, büyüyebileceği bir yer arayışının hikayesi. Bir kurgu elbette. Bu projede teknoloji ve teknik kullanım mikroskobik şeylerin görünür hale gelmesini mümkün kılıyor. Stéfane ve Aram'ın işlerinin aksine tabii. Onlar gerçek ötesi yeni dünyalar hayal ediyorlar ve yaratıyorlar.
S.D: Momoko Seto zamanın başlangıcı üzerinde çalışırken, Stéfane Perraud ve Aram Kebabdjian zamanın sonuyla ilgili çalışıyorlar. Ama ikisini de hayal etmek ve görünür kılmak için teknolojiye ihtiyacınız var. Bu anlamda güçlü bir araç teknoloji.
Coalition ziyaretçiyi sadece gözlemci değil, çözümün bir parçası da yapıyor bir anlamda. Bir tartışma alanı yaratıyor… Bu eserlerin izleyiciyi sadece estetik doyuma değil, bir öz sorgulamaya ulaştırmasını nasıl sağladınız?
L.G: Evet, hepimizin yapmaya çalıştığı şey bu, insanlara ilham vermek, sorgulatmak, farkındalık yaratmak ve harekete geçmelerini sağlamak. Ama bunun kesin olarak gerçekleşeceğinden emin olmak zor.
S.D: Aslında bu ekolojik dönüşüme dair bir nasıl yapılır rehberi değil elbette. Bir eğitim değil, bir öğretici değil. Ama soru sormaya başladığımızda, yüzleştiğimizde; bu sanatçılar, farkındalığımızı ve hassasiyetimizi artıracak çeşitli çözümleri, erişilebilir yolları gösteriyorlar. Sergide yer alan sanatçılardan biri olan Lélia Demoisy, hayatı boyunca tanıdığı bir ağaca çok bağlıydı ama maalesef bu ağacı kestiler. Bu kaybı derinden hissetti ve buna tepki olarak, ağacın her parçasını alıp bir sanat koleksiyonuna dönüştürdü, ayrıca bazı tohumlarını alıp farklı yerlere dikerek farklı yerlerde yeniden doğmasını sağladı. Bize anlattığı şey; ağaçlara, bitkilere ve doğaya karşı sevgi, şefkat ve empati geliştirebileceğimiz. Belki küçük bir adım bu ama sadece bir ağaçla, bir bitkiyle ilgilenmeye karar verirseniz, bir anlamda adım atmış, harekete geçmiş olursunuz. Evet bu büyük bir çözüm değil, çünkü büyük çözümlerin politik eylemlerde ve/veya sanayi kirliliğiyle mücadelede yattığını biliyoruz, bunlar çevresel açıdan en büyük sorunlar. Ama mesela Wang’ın manifestosunun da bize ilettiği şey daha önce de değindiğimiz üzere odağımızı küçük ve güzel eylemlere yöneltmek. Bir orman oluşturacak kadar ağaç dikmek ya da tüm sanayi sisteminin çöküşü için savaşmak gibi büyük işler yapmak değil konu aslında, kendi küçük alanımızda değiştirebileceğimiz şeylere odaklanmak kıymetli. Bunu anlatmaya çalışıyoruz ve anlatının pozitif tarafının daha çok vurgulanması bence öz sorgulamayı kolaylaştırıyor.
L.G: Derinlik ve gerçeklik bunun en iyi yollarından biri. Çok küçük görünen eserlerin çok büyük hikayeleri var. Sanatçı Brandon Ballengée Louisiana’da bir ekolojik sanat merkezi kurdu ve yıllardır çok emek veriyor. İhtiyolog Prosanta Chakrabarty ile beraber çalıştıkları bir proje Crude Life Portable Museum: A Citizen Art and Science Investigation of Gulf of Mexico Biodiversity after the Deepwater Horizon Oil Spill var. 2010’da Meksika Körfezi’nde kurulmuş bir petrol sondaj platformunun patlama sebebi ile batması ve milyonlarca varil petrolün körfeze sızması sonucu orada yaşayan türlerin tahribatı ile ilgili çalışmalar yürütüyorlar. Beş yüz karidesle yapılan bir çalışmada bu karideslerin %70’inin engelli olduğu tespit edilmiş. Bazıları kör, bazılarının bir bacağı yok, ya da başka problemler… Ama kimse bunu umursamıyor. Brandon tüm bu projeleri topluluklarla yapıyor. Katılımcıların günbegün arttığı bir ekoloji ve sanat projesi diyebiliriz aslında. Her gün çocuklarla ve yetişkinlerle pek çok çalışma yapıyor. Yaptığı şey yalnızca bir eseri sergilemekten öte bu anlamda, o bunun gerçekten bir parçası. Buradaki tüm sanatçılar önemli, onları ve eserlerini desteklememiz, kitlelere ulaştırmamız gerekiyor. Ama yaptıkları iş yalnızca burada görünenden ibaret değil, tüm zamanlarını bu çalışmalara harcıyorlar. Bilim insanları ile çalışanları var. Bu gerçeklik beraberinde eser ve tanığı arasında bir diyalog yaratıyor.
İnsanla doğa arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz? Sanat, doğa ile insan arasındaki kopmuş bağları yeniden inşa etme gücüne sahip mi?
L.G: İnsanla doğa arasındaki ilişki için bir kelimem var; “kökler!” Bu odadaki her şey, doğayla ilginç ve ilham verici bir ilişkiyi yeniden inşa etme anlamında köklere dönüşün temsili gibi. Tüm sanatçılar insan ve doğa arasındaki ayrımı onarmaya çalışıyorlar. Mümkün olan eylemlerden biri de uzlaşmak ve bakış açısını değiştirmek. Yeni bakış açıları hayal ederek üretmeye ve hayal ettirmeye çalışıyoruz.
S.D: Mesela, Erik Samakh ile yapılan bahçecilik projesini hiç konuşmadık, ama Erik, ekolojik sanatın öncülerindendir, bir ormanda yaşıyor. Ormandan kaydettiği sesleri dinliyoruz sergide ve bu sesler, hayatın anlamı gibi, zenginliğin bir yansıması. Eğer zarara uğratılmış bir ormana giderseniz, hiçbir şey göremez ve duyamazsınız. Sokaklarda da sadece iş makinelerini duyabilirsiniz. Bu sebeple bir bakıma, COAL Derneği’nde yaptığımız tüm projelerde, çevreyle ve doğayla başka türlü bir ilişki kurmayı yeniden mümkün kılacak farklı pratikleri göstermeye çalışıyoruz. Çalışmaların hepsi bir şekilde kendi çözümünü getiriyor. Çok zengin bir arka planı var. Burada gördüğünüz sadece panoramanın bir parçası.

Gördüğümüz kompozisyon ekolojik devrimin hala mümkün olduğunu vurguluyor demiştik. Geleceğe dair karanlık bir tablo çizmek yerine umudun olduğu bir perspektif kazandıran bir anlatı mevcut. Bunu nasıl mümkün kıldınız?
L.G: Aslında bunu doğanın kendisi yapıyor. Dediğim gibi, yapılacak tek şey ona dikkat vermek. Suzanne Husky’nin Le futur sera castor ou megabassines işini çok seviyorum bu anlamda. Fransa'da şu anda yaşadığımız bir problem var. Tarım sektörü mega-basin denen devasa su depoları kazıyor. Yeraltındaki suyu alıp tarım için depolamaya yarıyor bu. Suyu yalnızca o depoda tutuyor ve geri kalan her yerin kurumasına sebep oluyor bu yöntem. Oysa su biyoçeşitliliğe hizmet etmeli. Bitki örtüsüne, ormanlara, tüm canlılara hizmet etmeli. Ama bu yöntem suyu sadece tarım sektörünün kullanmasına, bunun dışında kalan canlıların ise yararlanamamasına yol açıyor. Fransa’da bu yönteme karşı tartışmalar, karşıt görüşler çokça mevcut. Suzanne Husky buna bir çözüm buldu. Çözüm bir kunduz! Kunduzlar, yaklaşık 8 milyon yıldır sulak alanlar oluşturuyor. Aslında, GJEC (Uluslararası İklim Değişikliği Grubu) her yıl bir rapor yayımlayarak iklim değişikliği hakkında çözüm önerileri sunuyor ve bu raporlardan birinde de çözüm olarak kunduz var. Çünkü bu doğal, ekonomik ve harika bir çözüm. Mega-basin’e değil, kunduza ihtiyacımız var!
Geleceğe yönelik nasıl projeler düşünüyorsunuz?
L.G & S.D: COAL'daki yeni projelerimiz kültürel sektörün, tüm disiplinlerde üretirken, biyolojik çeşitliliğe daha fazla duyarlı ve saygılı olabilmesi için gerekli araçlar geliştirmek üzerine olacak. Bir şeyler yaratırken, ekosistemi koruma konusunda daha etkili olabilmeleri için kültürel sektöre yardımcı olacak somut çalışmalar yapıyoruz. Bu, önümüzdeki üç yıl için büyük bir proje.
Sergide eserlerini görebileceğiniz sanatçılar:
Ackroyd & Harvey (UK), Brandon Ballangée (US), Lélia Demoisy (FR), Beya Gille Gacha (FR), Camille Goujon (FR), Suzanne Husky (FR), Shivay La Multiple (FR/NC), Lucy + Jorge Orta (UK/AR), Stéfane Perraud & Aram Kebabdijan (FR), Erik Samakh (FR), Momoko Seto (JP), Michael Wang (US)
Comentarios