2020 yaz sayısı itibariyle hem Art Unlimited’in matbu sayfaları hem de unlimitedrag.com'un dijital sayfaları artık “temsillere sığmayan kontrol altında kalmayan, sanatı imkân olarak kullanan, yerinde durmayan, kahkahayı seven, kendinden korkmayan, sınırlara takılmayan, dans eden, özellikle kıvıran, tüy gibi hafiflikle sevişen, kimseye benzemeyen, biraz canavar, bazen melez, bir-olmayan bedenlerin çelik gibi güçlü tutumlarına” mekân oluyor. Çınar Eslek ve Yekhan Pınarlıgil yürütücülüğünde yoluna devam eden XXY üçüncü bölümünde meme ucu hikâyelerine odaklanıyor
Dosya: Çınar Eslek & Yekhan Pınarlıgil
Rene Magritte, Rape, 1945
Yazdı. Geçen yaz ya da bir önceki. Pek önemi yok. Onlarca, yüzlerce yazdır aşinayız bu sahneye, sayısız benzerlerine. Yani binlercesinden biri, yani maalesef ilginç değil, yeni hiç değil. Kısacası hiçbir değişiklik yok gözümün önünde tekrarlanan sahnede. Aynı tiyatro, aynı kurgu, aynı terane.
Yazdı. Sıcaktı. Açık camın önünde perde aralık aheste dalgalanıyordu. Belki biraz rüzgâr, meltem belki, insanın tenini okşayan bir nefes. Plajda olsam denizden çıksam diye düşündüren, hafifliğe davet eden bir esinti, çıplak olsam dedirten bir sıcak. Hepimizde aynı ten, hepimizde üç aşağı beş yukarı aynı beden, ama sıcak önünde eşit değiliz sanki. Gözlerim bulutlu, kafam bir dünya, akşamüstüne hasret, gölge bekliyor, günü de zamanı da öldürmek istiyorum sanki.
Perdenin dalgası beni çağırıyor, düşünmeden cama yaklaşıyorum. Güneş alev alev, tüm şehir yanıyor, hava da perde misali dalgalı. Gayrı ihtiyari aşağı bakıyorum, köşedeki inşaatın çalışanları gelgitlerine ara vermişler, çeşmenin önünde itişiyorlar. Birbirlerine su sıçratıyor, gülüyor, bağırıyor, küfür ediyorlar. Kıçlarında bir şort, gövdeleri çıplak, terliler, ıslaklar. Cüneyt Arkınlar Malkoçoğlu setinden kaçmış! İçlerinden biri yorgunluktan ya da sıcaktan kendini duvarın serinletmeyen gölgesine bırakmış, uyuklar gibi, bilincin sınırında, hayal kurarak belki, gelmeyecek bulutları bekliyor. Sağ eli başının altında yastık, sol eli yavaştan kılsız tenini okşuyor, bir aşağı bir yukarı, sonra göğüs uçlarından birinde duruyor, etrafında dönüyor, dönüyor, dönüyor. Gözleri mayhoş, bakışları bulutlu.
Bir müddet bu sahneyi izliyor, sonra ben de bulutlanmak için içeri giriyorum. Kanepeye kendimi bırakırken sokaktaki film aklımda. Son karenin kenarında kalmış, görmediğim, ama gözümün kuzeydoğu ucunda bir detay bir anda bilinç altından üstüne doğru geliveriyor. Film şiddet içeriyormuş hissine kapılıyorum, kontrol alarmları çanlarını çalıyorlar, direniyorum. İlk etapta görmediğim bu detay, şimdi görme sürekliliği misali karşımda, olanca anlamsızlığıyla. Gerçek olduğunu biliyorum ama film olduğunu düşünmeye çalışıyorum, saçma bir film, gerçeküstü ya da belki seksenlerden bir melodram. Ama hayat çıplak ve gün gibi ortada. Karşı apartmanda bir ya da iki üst katta, pencere silen bir kadının sıcaktan geçirmek üzere olduğu buhran tastamam karşımda. Uzun elbisesi, elbisesi açılır korkusuya giydiği tayt, yaz sıcağında çorapları ve elbiseye rağmen bedeninin boğumlarından alev olup fışkıran sutyen. Milyonlarca Fatma Girik’ten sadece biri. Hepimizde aynı ten, hepimizde aynı beden, üç aşağı beş yukarı, ama göz önünde eşit değiliz sanki.
Hava durumunun açma kapama düğmesi kayıp. Televizyonunki mevcut. Açıp içine düşüyor, sokaktan uzaklaşıp hülyalara yelken açmaya çalışıyorum. Vanessa Paradis, siyah beyaz karşımda, pek de zevkle Tandem’i söylüyor:
Tu m’dévisages / Beni süzüyorsun
Tu m’envisages / Beni tasarlıyorsun
Comme une fille que je ne suis pas / Olmadığım bir kız gibi
Tu m’exiles / Beni sürgüne yolluyorsun
Si fragile / Ne de kırılgan
Mille et une nuits m’éloignent de toi / Binbir gece beni senden uzaklaştırıyor
Şarkının sözleri Serge Gainsbourg’dan; klibini Jean-Baptiste Mondino diye bir yönetmen çekmiş. Siyah-beyaz, biraz parlak, sanki kromla kaplı imgeler, rock ve şehvet dolu bir atmosfer. Dansçıların bedenleri ıslak hatta yağlı gibi, metalik tenleri, o dönemin pek revaçta modacısı Lionel Cros’un elinden çıkmış, lateksli, zincirli, fileli kostümleri. Bir dans direğinin önünde oynaşıyor, kendilerini okşuyor, şarkıya eşlik ediyorlar. Gitarist kadın, Emma Sjöberg, iştahla aletin tellerine vuruyor, gövdesi çıplak, teni demir, göğüsleri parlıyor, her darbede özgürce sallanıyorlar.
Tandem’i izlerken heyecanlanmamak mümkün değil. Ekrandaki bedenlere duyulan erotik hayranlıktan ziyade, gitaristten yayılan, hafifliği ya da özgürlüğü çağrıştıran ancak dilimizde karşılığı olmayan o his. Ekranın garantilediği dokunulmazlık klip dünyasının desteklediği sözde eşitliğe karışıyor. Hayat bizim sokaktaki gibi akmıyor, başka bir yer var, başka şartlar, başka yaşam alanları var, göz kırpıyorlar. Hülyalara bırakıyorum kendimi. Gün içinde yarım kalan, sansürlediğim bedenime dokunuyorum. Meme ucum yerinde duruyor, en azından şimdilik. Nerede başlıyorum, nerede bitiyorum, bu beden ne kadar bana ait, ne kadar başkalarının bakışına kiralık, anlamaya çalışıyorum.
Eugène Delacroix, Le 28 Juillet, La Liberté guidant le peuple, 1830, 260 cm x 325 cm, Louvre Müzesi
Emma Sjöberg’in göğüsleri özgürlük sembolleri olarak ekranda sallanadursun aklım çok uzaklara gidiyor. Eugène Delacroix’nin tablosundaki bayrak da uzun bir Temmuz gününde dalgalı, atmosfer dumanlı. İkinci İhtilal ya da Temmuz İhtilali olarak adlandırılan 1830 ayaklanmasının finalindeyiz. Liberal monarşistler ve mutlak kralcılar arasındaki gerilim, bu ikinci grubun desteklediği Kral X. Charles’ın çıkardığı, halkın siyasal gücünü kısıtlayan yasayla Parislilerin ayaklanmasına ve meşrutiyetin ilanına dönüşmek üzere. İşçi, burjuva ve sokak çocuklarıyla temsil edilen isyancılar barikatları geçmişler, mutlakçı askerleri çiğneyerek ilerliyorlar. Piramit şeklinde kurgulanmış kompozisyonun tam ortasında özgürlük alegorisi kadın duruyor. Bir elinde isyandaki aktif rolünün ifadesi tüfek, diğer elinde halkin iradesinin sembolü bayrak. Liberté guidant le peuple (Halka yol gösteren Özgürlük) tablonun ortasından yükseliyor adeta. Beyaz teni, pek de kırılgan gözükmeyen bedeni, bedeninden sıyrılan elbisesi ve açılmış göğüsleriyle. 1831’de kentin yıllık sanat fuarı Salon de Paris’te sergilendiğinde, tablo ve özellikle de Özgürlük’ün bayağı bir şekilde, adeta kirli ve kıllı temsil edilmesi, en çok da meşrûtiyet yanlısı liberal düşün taraftarlarından tepki almış. Kısacası, politik sanat tarihinin mihenk taşı olarak kabul edeceğimiz bu eser çok da iyi karşılanmıyor, ta ki 1874’te Louvre Müzesi’nin koleksiyonuna girene kadar… Sonrasına baktığımızda, banknotlarda, bilimum slogan ve duvar resminde, hatta Filistin duvarlarında, başka halkların bayraklarıyla. Özgürlük Anıtı’na da esin veriyor, ancak sofu Amerika göğüslerini giydirmeyi tercih ediyor.
Neptün Çeşmesi, Bolonya, 1667
Bir o yana bir bu yana dönüyorum kanepede, film bitmiyor da yeni başlıyor sanki. Bilincin altı bir televizyon, beynimin içi imgeler, her imge bir hikâye. Jenerikte özgürlük sözü, sözde bir ilgi, bir sevgi, istek hatta şehvet, ama devamı alacalı, kaypak… İçindeyiz bir kere. Bolonya’daki Neptün Çeşmesi’ne kayıyor aklım. Ne zaman gördüm, ne süreyle seyrettim en ufak bir fikrim yok. 16. yüzyıldan, maniyerist stilde, görkemli bir yapı. Elinde üç başlı bir mızrak, su ve deniz tanrısı Neptün en tepede, bütün çeşmeye hakim. Hareket izlenimi verecek şekilde bir dizini bükmüş, kaslı vücudunu, onunla birlikte iktidarını ve gücünü sergiliyor. Çeşmeyi ve onunla birlikte Neptün’ü, dört köşeye yerleştirilmiş, cinsel organları deniz kabuğundan Nereidler taşıyorlar. Çıplaklar, yüzleri dışarı dönük. Elleriyle göğüslerini sıkarak uçlarını fıskiyeye çevirmiş, gelen geçene işveli bir gösteri sunuyorlar. Göğüsler fora ama hürriyet kim bilir hangi arada?
Nereidlerin göğüslerinin neredeyse gerçeküstü yuvarlaklıkları Hans Bellmer’in La Poupée’sini (Oyuncak Bebek) anımsatıyor, birkaç yüzyıl atlıyorum. Ayakta durmakla durmamak arasında kalmış, parçalanmış sonra da bir köşeye atılmış hissi yaratan, kadınla oyuncak bebek arası bedenin ne yüzü var, ne ayakları. Hareketi bakışa kenetlenmiş, dışarıdan müdahaleye mecbur gibi, isteği olmayan, dışarıdan bakanın isteğiyle şekillenen bir hali var. Bağımlılığın vücut bulmuş hali, fetişizmin ve ataerkil fantasyanın doruklarındayız. Melez bir organizma, kadından çok oyuncak. Sonsuz bükülebilen, boğum boğum bedenin en yuvarlak yeri yine göğüsler. Yusyuvarlaklar, yukarı bakar, yerçekimine meydan okur gibiler.
Hans Bellmer, La Toupie, 1938/1968, 33.7 × 17.3 × 15.2 cm, Museum of Contemporary Art Chicago Koleksiyonu, Fotoğraf: Nathan Keay, © MCA Chicago
İmgeler hızlanıyor göz kapaklarımın içinde. Ingrès’in banyo sahneleri mesela, çıplaklığı meşrulaştırmak için konu ettigi harem ve hamamlar… Gerçeğe çok yakın ama imkânsız kadın bedenleri. Magritte’in Le viol’ü (Tecavüz) geçiyor önümden. Bütün bedeni bir yüze sığmış, gözlerin yerini göğüsleri almış. Sadece alışıldık olanı yerle bir etmek icin diyor sanatçı. Beden pratiklerimiz mi, gelenekler mi, yoksa ataerkilliğin devamlı kadını resmeden, resmederken nesneleştiren bakışı mi ? Derken Bellmer geri geliyor. Sadece göğüslerden oluşmuş La Toupie (Topaç) dönüyor duruyor bir köşede. Düşer mi düşmez mi? Yves Klein iki dirhem bir çekirdek, edepli, usturuplu, ciddi bir sanat adamı. Çıplak modelleri, pek tabi kadın olanları fırça gibi kullanarak resim yapıyor. Milyonlar seyrediyor, alkışları ben hala duyuyorum. Göğüs derken özgürlük de diyordum bir az önce, simdi aklim karışıyor. Kaçmak istiyorum butun bu düşüncelerden. Hava hala çok sıcak, ama güneş biraz düştü mü sanki. Televizyonu kapatmaya kalkıyorum.
Beni kategorize etme,
Benle oynama
Yaftayı yapıştırıp
Bana isim koyma
Karikatürleştirme beni
İlahlaştırma
Tabulaştırma sakın
Tapulaştırma
(Sezen Aksu, Beni kategorize etme, Söz-müzik: Bülent Ortaçgil)
Perde dalgalandıkça açılan boşluktan duvardaki The Scar Project’in posteri bana göz kırpıyor. Önce idrak edemiyor sonra gülümsüyor, kahkaha atıyorum. Amerikalı moda fotoğrafçısı David Jay. İşi kalibrelenmiş bedenleri fotoğraflamak. İzin verilen, görünür kılınan ancak varla yok arası bedenler. Daha çok kadınlar. O kadar idealler ki sadece temsiller, ama o kadar görünmezler ki sadece idealler. Defosuz, yanlışsız ancak değiştirilebilir bedenler. Sanatçının yolu günlerden bir gün göğüs kanseri tedavisi görmüş bir kadınınkiyle kesişiyor, proje böyle hayat buluyor. Göğsü ya da göğüs ucu olmayan, ameliyat izlerinde yasam taşıyan kadınlar. Sanatçı bu kez kalibrelenmemiş bedenleri görüntülüyor. İzin verilmeyen, görünmez kılınan ancak varolan bedenler. Daha çok kadınlar. O kadar idealler ki temsilsizler, o kadar görünmezler ki sadece gerçekler. Defosuz, yanlışsız ve tekil bedenler.
The SCAR Project, © David Jay
Postere bakarken telefonun titrediğini duyuyorum. Sosyal medyada Çınar Eslek bir şeyler paylaşmış, göğüs ucu görür gibi oluyorum, ahlâk borazanları hızla devreye giriyorlar. Meme ucu yerinde yine bir boşluk ama bu kez doldurulabilir cinsten değil.
Ayrımlar üzerinden baktığımız, kendimizi nasıl konumlandırdığımızı bilemediğimiz ve yaşamsal aciliyetlerin buna izin vermediği, bedenin içi dışarıya bağırsak gibi çıktığı, mikro bakış ile birlikte birçok parçacığın uçuştuğu, kaygı düzeyininin bu kadar arttığı bir dönemde beden-yaşam bu kadar önemli iken, zihin odaklı çözümler tekrar beden karşısında insanlığın kutsallaşması açısından ön plana çıkmaya başlamamış mıdır?
El işlevliyken kol önemsiz, çoğunlukla oturmak zorunda kaldığımız için bacaklar gereksiz, ekranlarda kim olduğumuzu tanımlayan yüzümüz taşıdığı gövdeden bağımsız , cinsiyet kimliklerimizin göstergeleri olarak meme ve diğer uzuvlar her dönmede olduğu gibi dışarıda bırakılan olarak önemsiz ve yargılanan, söylemsel olarak tarif edilen hastalık-ölümde beden görünmeyen ve dönemsel olarak göz-bakış çerçevesinde yaşam düzlemi bulduğumuz ve zorunlu olarak sosyal medya-dijital platformlarda ifade biçimleri bulduğumuz-bulamadığımız devam eden bu süreçte, bedenin her uzvuna bakıp çektiğim fotoğraflar arşivimin arasından çıkmaya başladı.
Çınar Eslek, Soyunan Kadının Meme Uçları
Tam bu nokta arşivimin arasında bulunan, çektiğim meme ve meme ucu fotoğraflarını Instagram hesabıma eklediğimde, karşılaşmayı hiç beklemediğim bir şekilde meme ucu sakıncalı bulunduğu için uyarı, tekrar yükleme girişiminde bulunduğumda hesabımın bloke olacağı yönünde bir ikinci başka uyarı aldım. Meme nasıl bir direnme yada karşı çıkma sembolü olarak kontrol altına alınıp gösterilmemesi gereken olarak varlık kazanmış ve bir ahlâk çerçevesine oturtturularak temsili bir simge haline gelmişti? Paylaşılan meme ucu fotoğraflarına baktığımda kanserli yada estetik olarak çözülmesi gereken, cinsiyetsizleştirilmekten uzak imgelere dönüştüğünde mi paylaşıma izin veriliyordu? Ya da cinsellik ve cinsiyet tek bir organa indirgenerek mi belirleniyordu? Hiç like almayan yara, pürüzlü, imgeler bu noktada meme ucu imgesine nasıl bir anlamlar yada anlamsızlık yüklüyordu? Kodlanmış, hapsolmuş ve tek bir dile indirgenmiş alanlarda belirlenen imgeler yığını bana baktığında...
ve başladı yeniden toz taneleri
satırlar arasında birikmeye
yeniden oluş
ve yeniden soluyuşuydu
evrenin
son yunusuydu denizin
soyunan kadının meme uçları.
Kadın bedeni savaş alanı, kadın bedeni iktidar diyarı. Ataerkil çelişkinin orta göbeği. Bir yandan yeterince göstermek, dar giyerek dekolte açarak, kıvrımlarını, yuvarlaklığını sunmak, diğer yandan da meme ucunu saklamak durumda. Göğsü var ama ucu yok. Varsa da yok yoksa da yok. Yokmuş gibi.
Başım bir dünya, bir tutam rüzgâr dünyamı dağıtsın diye tekrar pencereye yaklaşıyorum. Hikâye başladığı yerde mi biter acaba? Öğle molası çoktan bitmiş, aşağıda kimse kalmamış. Bu sefer merakla başımı biraz önce bakmadığım karşı daireye kaldırıyorum. Temizliği bırakmış kadın, belli onun da kafası bir dünya, kafesi dar. Pervazda ayağa kalkmış, elbisesinin düğmelerini çözüyor. İki eliyle elbiseyi melteme bırakıyor. Göğüslerinin yerinde renkli iki balon, sütyeninden kurtulup gökyüzüne süzülüyorlar. Kadın oluyor Tirésias, İstanbul’sa Zanzibar. (Guillaume Apollinaire, Tiresias’ın Memeleri, 1917)
Comments