top of page
Çınar Eslek & Yekhan Pınarlıgil

XXY ²: Ixe yazılır “iks” okunur

2020 yaz sayısı itibariyle hem Art Unlimited’in matbu sayfaları hem de unlimitedrag.com'un dijital sayfaları artık “temsillere sığmayan kontrol altında kalmayan, sanatı imkân olarak kullanan, yerinde durmayan, kahkahayı seven, kendinden korkmayan, sınırlara takılmayan, dans eden, özellikle kıvıran, tüy gibi hafiflikle sevişen, kimseye benzemeyen, biraz canavar, bazen melez, bir-olmayan bedenlerin çelik gibi güçlü tutumlarına” mekân oluyor. Çınar Eslek ve Yekhan Pınarlıgil yürütücülüğünde yola çıkan yeni serimiz XXY ikinci bölümünde de beden hikâyelerine odaklanmaya devam ediyor. Lionel Soukaz’ın Ixe isimli deneysel film çalışması üzerinden Yekhan ve Çınar’ın sohbetlerine şahitlik ediyoruz


Dosya: Çınar Eslek & Yekhan Pınarlıgil



Çınar Eslek: Lionel Soukaz’ın Ixe adlı videosundan dosya konusu olarak ilk bahsettiğinde çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Sadece videonun ismi bile birçok açıdan sınır-dışı. Sonrasında çok kere videoyu izleyip neden dosya konusu olarak önerdiğini anlayabiliyorum. Sence, Ixe’i konu bahis etmek neden bu kadar önemli?


Yekhan Pınarlıgil: Birçok farklı sebebi var. Hatta, bu sayıda Ixe’i konu etmek için burada söyleyebileceğimizden çok daha fazla sebebimiz var. İsmiyle başlayalım; yeterince heyecan verici bence de. Bu köşede iki kez yinelediğimiz, ama Türkçede yeri olmayan bir harf. Harfe yaklaşalım, birbiriyle kesişen iki çizgiye odaklanalım. Bu iki çizgi aklımıza ister çarmıh getirsin, acının ya da zevkin çarmıhı olsun, ister yasakları, girilmez, kapalı alanları, ister porno endüstrisini. İşte bu üçüyle de ilgili Ixe. Aynı zamanda da bir çığlık. Yaşamak için bir çığlık, hayatın en karanlık anında derin bir nefes denemesi. Varım demek, bütün yasaklara, yaşama kapalı alanlara, girilmezlere rağmen, tıpkı gözlerinizi kapadığınızda ısrarla karşınızda duran flaş gibi, şimşek gibi, güçlü, istekle, ihtirasla varım demek...


Bir adım geri atıp, daha geniş bir ölçekten bakacak olursak… Sanatı hayattan bağımsız düşünmek pek mümkün değil, dolayısıyla sanat tarihi de tarihten bağımsız değil ve başlı başına ataerkil bir hikâye, bir kurgu. Heteroseksüel erkek bakışıyla tekrarlanan bir sanat pratiği ve yine onun hegemonyasında yazılmış öznel bir tarih. Yüzyıllarca hüküm süren bir düzenek! Ancak istisnalar var. Bu ataerkil kurguyu sekteye uğratan, düzende küçük bozukluklar yaratan hareketler var. Ixe bunlardan bir tanesi, baskın imge sistemini kısa devreye uğratan bir film.


ÇE: Kitle iletişim araçları iletiler aracılığı baskın imge sistemini oluşturabiliyor. Bu baskın imge sisteminin iktidar ile dolaylı yollardan bağı var.


Ixe 70’lerin sonunda yapılmasına rağmen, birçok açıdan çok güncel ve güncelliğini hep koruyacağını düşünüyorum. Sanatın dilini kullanarak yerleşik birçok söylemi püskürten bir yapısı da var. -Çınar Eslek

YP: Aşırı kontrollü toplumlarda yaşıyoruz, durum git gide daha endişe verici oluyor. Günümüz toplumlarında hüküm süren, medyanın da şevkle desteklediği sahte ahlâkçı söylem kontrollü bir yasam alanı belirliyor, sadece belli şekilde yasamaya, belli kalıplarda var olmaya zorluyor. Tam da bu yüzden Ixe görsel eleştirel gücüyle nadir rastlanan bir örnek. Püriten toplumu, toplumda hüküm süren politik ve sosyal baskın söylemleri hedef alıyor. Bu kontrol cü söylemleri, dışarıda bırakmaya çalıştıkları bedenlerle karşı karşıya getirmek yoluyla varoluş ve manipülasyon arasındaki çatışmayı sahneliyor. Sahnelenen şey görünen şeydir, artık unutamazsınız, vardır, isteseniz de istemeseniz de. Kayıt dışında bırakılmak istenen, hastalık, sapkınlık ya da gariplik kisvesiyle sahne dışına itilen bedenler, bireyler çırılçıplak olarak sahnenin ortasındalar. Kafa kafaya bir çarpışma, bir çatışma var, hayatta da filmde de.



ÇE: Ixe 70’lerin sonunda yapılmasına rağmen, birçok açıdan çok güncel ve güncelliğini hep koruyacağını düşünüyorum. Sanatın dilini kullanarak yerleşik birçok söylemi püskürten bir yapısı da var.


YP: Bugün yürürlükte olan görsel kültürün inşası 1968 sonrası dönemde ve özellikle 70’li yıllarda başlıyor. Kırılma edebiyattan sinemaya ya da başka bir deyişle yazılı medyalardan kademeli olarak görsel medyalara, özellikle de sinematografi olarak da nitelendirebileceğimiz hareketli imgelere geçişle birlikte gerçekleşiyor. İlginçtir ki 68 sonrası sosyal değişimlerle video teknolojilerinin geniş kitleler tarafından kullanılabilir hale gelmesi dönemsel olarak çakışıyor. Önce Super-8 filmi neredeyse cebimize sokuyor. Sonra da bugün hepimizin elinde dönüp duran kameraların atası olan Sony DV-2400 Video Rover ya da nam-ı diğer Portapak 1967’de satışa çıkıyor. Git gide küçülen video kameralar ve kameralar yoluyla ürettiğimiz filmleri, imajları dağıtabileceğimiz platformlar bu tarihten itibaren geniş anlamıyla kültürün vazgeçilmezi durumdalar.


Diğer bir bakışla, 1970’ler, sinematografik anlamda seyirci olmaktan üretici olmaya geçtiğimiz yıllar. Önce, film sadece uyarlanmış karanlık salonlarda görebildiğimiz nesne olmaktan çıkıyor, televizyon yoluyla bireysel hayata, evlere, ofislere, daha da ileri giderek ceplerimize, çantalarımıza giriyor. Sonra da stüdyolarda, son derece pahalı aletlerle üretilebilir bir nesneyken, herkesin kullanabileceği, üretip oynayabileceği, bozup yeniden yapabileceği bir medya halini alıyor. Nasıl kalemi olan herkes yazı yazabiliyor, mektup yoluyla iletişim kurabiliyorsa, kamerası olan herkes artık hareketli imgeler aracılığıyla kendini ifade edebiliyor, ama iyi ama kötü. Ixe bu geçiş döneminin ilk yıllarında gerçekleştirilmiş bir film. O zamanlarda halen inşa halinde olan görsel kültürün ciddi bir eleştirisini yapıyor, yani başka bir deyişle bugün sorgulamadan kullandığımız medyaların icat edildiği döneme resmî tarihin çok dışında bir ışık tutuyor.


Güncelliğini kesinlikle koruyan bir film hem içerik hem biçim açısından. Teknolojinin henüz emeklediği zamanlarda yapılmış olmasına rağmen, ultra hareketli katmanlardan oluşan montajı, üst üste bindirme, filme direkt müdahalede bulunma, kazıma, boyama gibi farklı teknikleri bir arada kullanması, durmadan değişen, kendini yineleyen, popülerlikle deneysellik arasında gidip gelen ses bandı Ixe’i hâlâ izlenebilir kılıyor. İmgeler birbirleri ardına, inanılmaz bir hızla üstelik otorite kurmadan akıyor. Ixe’in seyirciye secim bırakan, hislerini manipüle etmeyen bir yapısı var.


Bunların ötesinde, bir de tabi toplumsal boyutu var. Yakınımıza bakalım. Hâlâ onur yürüyüşleri yasaklı, o ya da bu sebeple. Hâlâ translar öldürülüyor, failleri meçhul, ya da izbe gettolarda kapalılar. Hâlâ bedenlerimiz garip bir sosyo-ekonomik sistemde kiralıklar. Meta anlatılarla sınırlı, söylemlerin hükmünde taklit bedenler, seri üretim fabrika malı zevkler, kontrollü hareketler. Hâlâ ikiyüzlü beklentiler, gecelerin fatihleri gündüzlerin ahlâkçıları ve diğerleri, suskunluklarıyla onaylayan seyirciler. Hâlâ ahlâkı bedenlerinde sanan güruhlar. Ixe gibi filmlere, Lionel Soukaz gibi yönetmenlere, sanatçılara, yürekten haykırışlara, alışıldık düzenden çıkmaya, çıkmak için cesarete, bazen provokasyona, kesinlikle bol kahkahaya ihtiyacımız var.



ÇE: Seninle diyaloglarımızda hep 70’lerin öneminden bahsediyoruz. Günümüzde hâlâ varlığını daha güçlü bir şekilde koruyan hatta gelişip daha güçlenen yapıların, o dönemde atıldı - ğını görüyoruz. O dönemin 70’ler Fransası’nı düşünürsek Lionel, sanatsal dilini hangi bağlam üzerine oturtuyor? Ya da sanatçı, bir bağlam derdi gütmeden üretimlerini o an da deneyimlediği kişisel ve tanık olduğu toplumsal sorunsalları mı yansıtıyor?


YP: Bu kez 1970’lerin Fransa’sındayız. Avrupa, 68 sonrası özgürlük dalgasının üzerinde sörf yapıyor, rüzgâr sert esiyor, su çalkantılı, dengeyi korumak zor, ama hızla ilerliyor. Ataerkil toplumun yüksek duvarları yavaş yavaş su almaya başlıyor, çalışma şartları değişiyor, sosyal haklar açılıyor. Kadın hareketleri sosyal, hukukî, cinsel, ahlâksal eşitlik için uğraşıyor, kürtajın yasallaştırılması ve doğum kontrolünün meşrulaştırılmasını sağlıyor, kadını içine hapsedildiği edilgen rolden çıkarmaya çalışıyorlar. Kadın bedeni aileye ithaf edilmiş, kutsallık kisvesi altında köleliğe döndürülmüş anne rolünden başka roller de oynayabileceğini, hatta oynamayı bırakın, oyunu yönetebileceğini, ya da oyundan çıkabileceğini fark ediyor.


Aynı özgürlük dalgasını gey ve lezbiyen hareketler de paylaşıyorlar. FHAR (Front homosexuel d’action révolutionnaire) [Devrimci hareketin eşcinsel cephesi] ve akabinde Les Gouines Rouges [Kızıl lezbiyenler] hem sosyal hem politik çerçevede cinsel azınlıkların haklarının tanınmaları için bir dizi eylem düzenliyor, varlıklarını reddeden bir toplumda yaşam alanları açmaya soyunuyorlar.


Lionel Soukaz böyle bir dönemde başlıyor ilk filmlerini yapmaya. Bir yandan sinemayı keşfediyor, karanlıktaki filmlerin büyüleyici gücünü, imgelerdeki soyut hazları, bir yandan da kendi sinemasını yapmaya başlıyor. Tabii ki ticarî sinemanın tek tipleştirilmiş kurgularında değil, deneysel sinemanın aşırı aydınlık ya da çok karanlık sokaklarında yürüyor genç adam, heyecanla, içi içine sığmayarak başlıyor.


1970’lerin ilk yarısı, diğer birçok Batı Avrupa ülkesinde olduğu gibi Fransa’da da porno endüstrisinin patlama yaptığı yıllar. Çok sayıda film üretiliyor ve porno sinemalar ülkenin hemen her yerinde boy gösteriyorlar. Ancak sağ eğilimli tutucu hükümetin başa gelmesiyle 1975 yılında yeni bir yasa yürürlüğe giriyor ve filmler kategorilendirilmeye başlıyor: 16 ya da 18 yaşından küçüklerin izleyemedikleri ve tabii X kategorisi yani porno! Bugün çok güven verici gibi görülen televizyon kategorilerinin ataları, normalleştirme mekanizmalarının ilk devinimleri bunlar. -Yekhan Pınarlıgil

ÇE: O dönemki sinema anlayışının dışında hareketli görüntülerden deneysel bir şeyler oluşturmak sanatın olanaklarını genişletiyordur. Lionel’in sanatsal süreci yaşama biçimi çok iç içe değil mi?


YP: Le Mans 24 Saat Yarışı sırasında gece çekimleri yapıyor. Unutmamak lazım, o zamanlarda film kullanıyor Lionel Soukaz, Super 8 genellikle ve film pratiği bugünkü video tekniklerinden çok farklı, çektiğini aynı anda göremiyor, laboratuvardan gelmesini beklemesi gerekiyor. Ağır çekimden sonra ralliden kalanlar arabaların farlarının filmde bıraktıkları uçucu ışık huzmeleri, titreşen flaşlar, kayan yıldızlar… Deneysel sinema ve sınırsız plastik olanakları açılıyor bir anda, sanatla hayat daha kolay birbirlerine karışıyorlar. Sonra kamerasını bir daha elinden düşürmüyor Lionel Soukaz, adeta kolunun bir uzantısı, bir üçüncü göz, daha hareketli, daha kıvrak uzayan, genişleyen, esnek bir beden.


Küçük işlerde çalışıyor önce, makinist olarak mesela; küçük derneklerde Super 8 festivallerine katılıyor, kendisi organize ediyor. 1974’te coming out’unu Lolo Mégalo Blessé En Son Honneur [Onurundan yaralı Lolo Megalo], LMBESH olarak adlandırdığı filmle yapıyor. Bu tarihten sonra da sinema devamlı olarak hayatının içinde, hayatı da devamlı olarak sinemasında, film karelerinde, az ya da çok, açık ya da kapalı, aydınlık ve karanlık… Kolunun uzantısı kamera her şeyi kaydediyor, kurgu ya da belgesel, sınırlar birbirine karışmış durumda. Bütün filmleri birbirine bağlayan en önemli öğe söylemin samimiyeti ve tabi biçimlerin özgürlüğü.


Yetmişli yılların başında çok faal olan FHAR, Lionel Soukaz katılmaya fırsat bulamadan 1974’te dağılıyor ama küllerinden Groupe de Libération Homosexuelle [Eşcinsel özgürlük grubu], Arcadie ya da Sexpol gibi farklı yeni hareketler, Le Gai Pied isimli dergi ve Avrupa-Akdeniz Eşcinsellikler Yaz Üniversitesi gibi etkinlikler doğuyor. Lionel Soukaz kimilerine katılıyor, kimilerini izliyor, kimilerini kaydediyor, hareketteki düşünürlerle diyaloğunu sürdürüyor… Aynı dönemde, Monique Wittig Le Corps Lesbien [Lezbiyen beden]’i; Guy Hocquenghem Le Désir Homosexuel [Eşcinsel arzu]’i; Jean-Louis Bory Ma Moitié d’Orange [Benim portakal yarım]’ı yayınlıyorlar. Genet, Sartre, Beauvoir, Guattari, gibi imzaların bulunduğu Recherches dergisinin Trois milliards de pervers: Grande encyclopédie des homosexualités [Üç milyar sapkın: Büyük eşcinsellikler ansiklopedisi] alt başlıklı üçüncü sayısı sansüre uğruyor ve polis tarafından toplatılıyor. Özgürlük hızla yayılan bir ışın gibiyse eğer, gölgeler de güçlü kuvvetli buradalar, direniyorlar.


Heyecanlı yıllar, gerilimli bir toplum ama umut dolu bir atmosfer! Lionel Soukaz da bu açılımın etkisinde 1976’da Boy Friend 1’i bir yıl sonra da Boy Friend 2’yi çekiyor. İlk film özgün bir dille seksin ticarî bir olguya dönüşmesini sorgularken, ikincisi Pasolini, Hocquenghem, Bory ve Duvert gibi yazarların pornografi üzerine metinlerini ses ve imgelerle karşı karşıya getiriyor. 1977’de yaptığı Le sexe des anges [Meleklerin cinsiyeti] sosyal yönü daha yoğun bir film. Sanatçı normal dişi olarak kabul edilen “anormal” ya da “farklı” diye sınıflandırılan bir cinsel kimlikle yaşamanın zorluklarını sahneliyor.


Lionel Soukaz’ın yolu bu tarihlerde Guy Hocquenghem’le kesişiyor ve birlikte La Race D’Ep’i çekiyorlar. Eser 1860’ta homoseksüel kelimesinin bir Macar doktor tarafından icat edilmesinden 1980’e kadar olan geniş dönemde eşcinsel tarihi anlatan üç kısa metrajdan oluşan bir belgesel. İsmi Fransızcadaki pédéraste [oğlancı] kelimesinin argo versiyonundan geliyor. “Ep ırkı” diye çevirebiliriz ki, başlığın eşcinselliği insanlıktan ya da kabul edilebilir -normal- insanlıktan ayrı bir kategori gibi gören yaklaşımların şiddetini işaret ettiğini düşünebiliriz. Ancak film 1979 ekiminde Sinematografik Kontrol Kurulu tarafından porno film olarak nitelendiriliyor ve sansürleniyor. İçlerinde Foucault, Barthesn Chéreau, Duras, Lang, Deleuze, Journiac, Beauvoir ve Sartre’ın da bulunduğu bir grup düşünür filmin ekranlarda gösterilebilmesi için imza kampanyası düzenliyorlar. La Race d’Ep bu sayede, ancak yirmi beş dakikasından yoksun ve cinsel içerikli sahneleri kesilmiş olarak gösterime giriyor.



ÇE: Şu anda yaşadığımız dönemde porno olarak kategorilendirilen bir filme kaç düşünür destek çıkar acaba diye düşünemeden geçemedim.


YP: 1970’lerin ilk yarısı, diğer birçok Batı Avrupa ülkesinde olduğu gibi Fransa’da da porno endüstrisinin patlama yaptığı yıllar. Çok sayıda film üretiliyor ve porno sinemalar ülkenin hemen her yerinde boy gösteriyorlar. Ancak sağ eğilimli tutucu hükümetin başa gelmesiyle 1975 yılında yeni bir yasa yürürlüğe giriyor ve filmler kategorilendirilmeye başlıyor: 16 ya da 18 yaşından küçüklerin izleyemedikleri ve tabii X kategorisi yani porno! Bugün çok güven verici gibi görülen televizyon kategorilerinin ataları, normalleştirme mekanizmalarının ilk devinimleri bunlar. Sahte olmayan bir cinsel birleşme sahnesi ya da ereksiyon halinde penis bir filmin X olarak damgalanmasına sebep olan ögeler. Bu şekilde sınıflandırılan bir film sadece belirli sinemalarda gösterilebiliyor ve filme diğer kategorilerdeki filmlere nazaran çok daha ağır vergiler uygulanıyor. Yapımcı herhangi bir destek alamıyor, gösteren sinemalar öngörülmüş yardımlardan faydalanamıyorlar. Bu derece sert tecrit politikasıyla karşı karşıya kalan porno sinemalar birer birer kapanmaya başlıyor. Ve porno filmlerin yanında, amaçları zevk üretmek olmayan birçok eser de görünmez oluyor. La Race d’Ep bunlardan sadece bir tanesi.


Yukarıda söylediğimiz gibi, Lionel Soukaz sinemanın hemen her alanında aktif. 1978’de Paris’te La Pagode adlı bir sinemada “Pembe ekranlar mavi geceler” adlı “eşcinsel” film festi - vali düzenliyor. Dönemin kültür bakanı festivali yasaklıyor, polis filmlere el koyuyor. Fassbinder’in filmi Faustrecht der Freiheit gösterilirken Jeune Nation [Genç ulus] adlı bir grup aşırı sağcı militan sinemayı basıyor ve izleyicilere saldırıyorlar. Biri ağır altı yaralı hastaneye kaldırılıyorlar.


1970’lerin ikinci yarısı tutucu politik gücün etkisinde geçiyor Fransa’da. 68 sonrası özgürlük dalgası gücünden kaybetmeye başlıyor. Önce filmlerinin X kategorisine alınması, dolayısıyla gösterilemez hale gelmesi, sonra festivalin yasaklanması, buna paralel şiddet, sansür ve polis baskısı Lionel Soukaz’i bir çıkmaza sürüklüyor. Yaşam ve sinemayı birbirinin bu denli içine sokmuş bir sanatçı için ciddi bir depresif dönem başlıyor. Genç adam filmleri gibi hayatının da git gide kontrol altına alındığını, kısıtlandığını, sansürlendiğini hissediyor. Özgürlük havasının yerinde kasvetli bir atmosfer var artık. Heyecan kalmıyor, heves kalmıyor, oksijen kalmıyor. Sinemanın renk dolu perdesi kararmış, hareketli, ihtiraslı, isyankâr imgeleri susmuş adeta. Zevk almak bir yana, nefes mümkün gözükmüyor bu zamanlarda.


Ixe, Lionel Soukaz’in son derece karanlık bir dönemde çektiği bir film. “İşte bunun için yaptım Ixe’i, ve haz almak için, ve sansürü provoke etmek için ve kaçmak için.” Ixe bir yaşam çığlığı, acı bir kahkaha! O güne kadar çektiği filmlerden, kaydettiği sahnelerden, televizyondan yaptığı alıntılardan parçalar koyarak inanılmaz bir patchwork gerçekleştiriyor Soukaz. Kırk kusur dakikalık, duble ekran için öngörülmüş, tek ekrandan da aynı etkiyle izlenebilen bir yerleştirme. Sadece deneysel sinema tarihi için değil, sinema hatta sanat tarihi için bir dönüm noktası, mihenk taşı ki bu noktada La Cinémathèque Française (Fransız Sinemateği) gibi son derece ciddi bir kurumun Ixe’i restore ettiğini söylememizde fayda var.


Ixe aynı adla anılan yasaya adanmış bir film. Ixe titretsin, ürpertsin.

Bu; firar, kriz, zeval, travesti, sertleşmiş, irkilen vücut, baskı, savaş,

siyasi şiddet, eroin, kaybolmuş vücut görüntüleri. Bu; boks maçı,

orman kanunu, hayatta kalma, tenis maçı görüntüleri. Endişe ve

utançtan kusturan siyasî ve dinî şahsiyetler. Ixe bunların hepsi olsun:

Bir çözümleme, kişisel bir çalışma (ayna), 80'li yılların bir resmi, ne

isterseniz, çok da önemli değil, ama Ixe, insanın tüylerini diken

diken yapan o şey, hayatın ürpertisi olsun.

Lionel Soukaz


Ixe (X yazılır, iks okunur, bir çığlık, bir yara gibi), içinden patlayan,

çarmıha gerilmiş bir film. Dört ayrı ekranda aynı anda gösterilmek

için düşünülmüş X bir parçalanma: Dört ana yönde, çarmıhın dört

ucunda, Savaş, Seks, Din ve Uyuşturucu. Üst üste gelen imgeler,

gözün zorlukla algıladığı flaşlar ve ustalıklı tekrarların hazırladığı

görsel oyun bize cinsellik ve cinsiyetin aynı zamanda bir vücut savaşı,

papanınsa halkın uyuşturucusu olduğunu hatırlatıyor. Televizyon

karşısında dünyanın tüm iğrençliğini göğüsleyen bu genç adamın

hikâyesi bir eroin partisini, modern bilinçaltının canavarlarını ortaya

çıkaran nesnel bir alan olarak betimliyor.”

Guy Hocquenghem



ÇE: Türkiye’de senin Ixe’i gösterme girişimlerin olmuştu diye hatırlıyorum.


YP: Ixe’i Türkiye’de daha önce iki kez gösterme şansına sahip oldum: İlki 22 Haziran 2011’de İstanbul Onur Haftası kapsamında Yeşil Ev’de; ikincisi 18 Mayıs 2013’te Ankara’da 8. Uluslararası Homofobi Karşıtı Festival programında. Üçüncü bir gösterimi çok yakında İstanbul’da organize etmeyi planlıyoruz, tabii Art Unlimited yardımıyla duyuracağız. İlgilileri, ilgisizleri, düşman olmayanları, düşman olup da tartışmayı bilenleri bekliyoruz.



コメント


bottom of page