Küratörlüğünü Ute Meta Bauer, Amar Kanwar ve David Teh'in üstlendiği 17. İstanbul Bienali 20 Kasım tarihine kadar şehrin farklı mekânlarında devam ediyor. Bienalle birlikte bugünün sanat dünyasında belirleyici olan tarihselci düşünceyi ve son gelişmeleri ele aldık
Yazı: Ali Akay
“Sanat düşünmek için yapılır”
Jean-Luc Godard
Arahmaiani'nin çalışması, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren, Müze Gazhane
Öncelikle, bu bir İstanbul Bienali tanıtım yazısı değil. Sanatlarda son dönemde gelinen noktaya dikkat çekmek isteyen bir yazı. O bakımdan yapılan sanatsal performanslar veya sosyal ve bilimsel araştırmaların neler olduğunu yazmaktan çok parantezlerle hatırlatmalar yapıyorum. İzleyiciler kendileri gidip Bienalin sunduklarını görebilir ve okuyabilirler, öğrenebilirler, enformasyon sahibi olabilirler (bilhassa Saha Derneği’nin katkısı “öğrenme süreciyle” ilgili durmakta, tıpkı Gazhane’nin bir bölümünün olduğu gibi). Bir yandan “sanatın genel gidişatı”nı (birlikte olma) düşünen bir refleksiyondur bu yazı.¹ Refleksiyon, bu sergiler bağlamında hem “birlikte olma” hem de “kompost” olarak nitelenen çürümekte olan dünyanın yeniden umududur.
2022 İstanbul Bienali sanatın yanında büyük bir araştırma ve kolektif çalışma alanı olarak işlemekte. Ayrıca, şairlere doğru dönerek, bu İstanbul Bienali 19. yüzyıl ressam ve şair ilişkilerine (Baudelaire, Huysmans’ın Paris sergi salonları, Empresyonistler, Sembolistler ile yazıları ve dostlukları; Apollinaire’in bilhassa Kübizm yazıları vb.) gönderme yapan bir alan açmış vaziyettedir. Aslında, süreç olarak nitelenen de bitmeyen araştırmalardır; çünkü araştırma sosyal bilimlerden de bildiğimiz gibi, bir zaman birimine bağlı olarak süreci belirler ve nihai bir form ortaya çıkarmaz; geçici bir forma ait olarak bir konstelasyon oluşturur. Bienal, İstanbul’a yayılarak, sanat dünyasına doğru yüzünü dönerken, ardındaki tüm toplumsal alanı bilgilendirmeye çalışır ve eski deyimle “bilinçlendirme istencini” ortaya koyar.
Pandemi sonrası dünyada sanatsal dönüşüm:
Birkaç yazıdır aynı düşünceyi sanatlarda da sürdürmekteyim.² Salgın sonrasına denk gelen bir düşünce akımı sanatları da etkisi altına alıyor; İstanbul Bienali kataloğu giriş yazısında Bienal direktörü Bige Örer de bunu belirtiyor. Yaşadığımız bu dönemi, “kederli’ olarak nitelendireceğim düşüncesi” (salgınla başlayan bir panik ve üzücü olayların gelişmesi) dünyayı olduğu gibi sanatları da sarmakta.
Bu yıl, documenta fifteen’den sonra İstanbul Bienali de günümüzün sanatsal çizgisini sürdürmekte. Venedik Bienali bu çizgiye çok az dokundu; daha sanatsal bir jeneoloji ortaya çıkardı (burada belki de İtalyan küratör Cecilia Alemani’nin İtalyan kadın sanatçılarına verdiği ehemmiyet önemliydi. İstanbul Bienali’nde Kassel’deki documenta fifteen’de yer alan sanatçı inisiyatiflerinin çalışmalarının bir kısmına yer verilmekte. Sanırım, İstanbul Bienali, documenta fifteen’e nazaran daha az ideolojik ve militan ve daha tutarlı ve öğretici duruyor.
Laura Anderson Barbata'nın çalışması, Fotoğraf: David Levene, Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi
Ekolojiyi hatırlamak:
Bienallerin bugünkü konularından biri olan ekoloji, uzun zamandan beri günümüzün sorunu tabii.³ Fakat ekoloji hareketinin 19. yüzyılın sonunda Almanya’dan Amerika’ya gelmiş olduğunu pek kimse hatırlamıyor sanırım. Hippileri andıran ve çok önceleri var olmuş olan “Nature Boys” adlı grup Almanya’daki sanayi devrimine karşı “doğayı ve doğal ütopyayı” aramaktaydılar. Çiğ yemekleri tercih eden bu bir grup genç insan berberleri de unutmuştu (saç ve sakal doğal olarak uzamaktaydı). Jean-Jacques Rousseau hayranı olanlar vahşiliği (Rousseau’nun “iyi vahşisi”) ve göçebeliği seçerek yollara dökülmüşlerdi (daha sonra Beat generation bu yola koyulacaktı). Avrupa’yı yaya olarak kat eden bu gençler doğanın içinde yaşamaktaydılar. 1917’de bir grubun açtığı vejetaryen ve sadece çiğ yemekler sunan kafe (Eutropheon) Kaliforniya’da bu marjinal grupların toplandığı yerdi. Bunlar Avrupa’yı yaya kat edenler gibi Amerika’yı yaya olarak kat etmekteydiler. Birinci Dünya Savaşı’nın “kasaplığı” sırasında savaştan kaçarak Amerika’ya göç edenler bunlardı. Tıpkı Duchamp’ın yapacağı gibi. Ama Duchamp New York’u seçerken, bunlar “Kaliforniya iklimi”ni tercih etmişlerdi. Kızılderililerin topraklarına yerleşen “Nature Boys” “Kaliforniya rüyasını” başlatmışlardı. Michel Fugain’in “Güzel bir romandı” diye başlayan, 1968 gençliğinin doğaya, kırlara ve yollara açılmasını ifade eden unutulmaz şarkısından çok önceydi bu yaşananlar. Gerçi o da unutuldu ya!
Eskinin enerjisine bakmak:
Tabii, eklenmesi gereken, yeni nesillerin sanırım hiç hatırlamadığı başka bir Bienal var: 1974 Venedik Bienali ve Şili’deki 1973’te askeri darbeyle iktidara gelen Pinochet’ye karşı, bir sene sonraki Venedik Bienali’nde, sanatçılar “duvar agitprop resimleri” yapıyorlardı. Yumruklar havada, Amerikan bayrağı insanların gözlerini kapamış vaziyette ve gövde Şili bayrağından oluşmuş bir figür espası kaplıyordu ve Şili’ye özgürlük adıyla anılıyordu. 1974 Venedik Bienali’nin direktörü seçilen İtalyan Sosyalist Partisi mensubu olan Carlo Ripa de Meana’nın kararıyla ve sanatçılara desteğiyle, yerleştirmeler, afişler, belgeler ve gazete küpürleriyle doluydu; espas, resim, fotoğraf, filmler, müzik, tiyatro medyumları yan yanaydı). 5 Ekim 1974’te Palazzo Duccale’de Faşizme Karşı Şahitlik adlı bir konferans düzenlenmişti -ki bugün için bunlar unutulmaz derecede önem taşımakta- ve bu Bienalde, İtalya’da ve her yerdeki faşizmin baskısı altındaki sanatçılar, yazarlar, şairler ve entelektüeller konu olarak ele alınmıştı. Şilili sanatçı Sebastien Matta’nın duvar resimleri ve İspanyol sanatçı Eduardo Arroyo’nun eserleri Güney Amerika sanatıyla dayanışma içinde sergilenmişti. Pablo Neruda’nın sözleriyle “Birleşen halk hiçbir zaman yenilemez” sözcesi Bienalin sloganı gibiydi. Ana pavyon ise, Şili’deki binlerce siyasi afişle doldurulmuştu. Sokaklarda duvar resimleri kamusal alanlara yayılmıştı.
documenta fifteen’in son günlerinde, kapanışa doğru “21. yüzyıl sanatı”ndan bahsederken konuşmacılar ve documenta’nın düzenleyicileri, 1970’li yılları ve özellikle 1974 Venedik Bienali’ni, sanırım, tamamen göz ardı etmekteler (en kötüsü Amerika’yı yeniden keşfetmek değil mi?). Eğer arşiv varsa “sanatın kendi sanat tarihi” arşivi de etkili olacaktır, yeter ki sanat tarihi unutulmasın (soykırım konusu işlenmemişse siyaset arşivlerine çok daha kolay erişilebiliyor). 1974 Bienali’nde, şehirde disiplinler-arası bir şekilde uzmanlar ve küratörlerin konuşmaları yapılıyordu: Vittorio Gregotti, Luca Ronconi, Germano Celant ve Harald Szeemann Şili’ye özgürlük üzerine odaklanıyorlardı. Uluslararası bir laboratuvar, 1974’te Grotowsky’nin canlı tiyatrosunun, bugün 79 yaşındaki kompozitör, dansçı Meredith Monk’un dans akademisinin performanslarını gösteriyordu (sözler yerine sesler, jestler) ve sanat tartışılıyordu. Enerji 1974’te eksik değil, zaten bütün dünya enerji içinde hareket ediyordu, ne de olsa 68 etkisi hâlâ sürmekteydi.
Descartes ve fizik
İki önemli fenomen var karşımızda, bana göre: Birincisi; ön plana çekilmekte olan Batı-dışı dünyası. Ama bu, Batı dünyasının nihilizmiyle birlikte Asya ve Orta Doğu (Batı Asya) dünyasının içinden geçmeye başladı. Zaten sermaye, Negri ve Hardt’ın analizlerinde “İmparatorluk” olarak, daha 1970’li yılların ikinci yarısından beri Batı-dışı çizgiyi sürdürmekteydi.
İkincisi ise, 17.yüzyılın ortasında Dioptrik’te, Descartes’ın ileri sürdüğü, sanat ve akıl arasındaki causa mentale (Leonardo da Vinci) ilişkisinin bugün unutulmuş olması, kanımca. Bakarsak, 17. yüzyıldan beri bakılan nesne ile algılayan özne arasındaki fiziki ayrım, sadece Kartezyen felsefenin değil, aynı zamanda gözün, yani görsel sanatın da anlaşılır olmasındaydı (gözükenin görülen hale gelmesi).
Fizik, üçlü bir sürecin içinden gelişmekteydi (Bunların, bence hatırlanması lazım. Yoksa neden sanat yapalım? Bugün büyük bir sanat tarihi eksikliği duyulmakta. Sanat tarihçilerinin kitapları ve sanatçıların eserleri, geçmiş tarihtekiler unutulmuş vaziyette). İlk anda ışık huzmesinin gözün en derin noktasına kadar gitmesiyle ışık ve renklerin deneysel optik olarak belirlenmesi; ikincisi retinadan beyne giden imgenin sinir sistemindeki transmutasyonu, üçüncüsü ise “zihinsel temsiliyetin” oluşması sayesinde, beyindeki dönüşümün bedensel olarak bilinci dönüştürmesi, yani anlık bilinçten algısal bilince dönüşmenin gerçekleşmesi. Böylece plastik sanatların ışık ve renk olarak işlemesinin kendisinde hissedilir hale gelmesidir. Bu, bugün, artık gittikçe sorunsal olarak çelişkili hale giren sanatların gözünden uzaklaşmasıdır; bunların unutulmasıdır.
Yani başka türlü söylemeye kalkarsak, bu; 20. yüzyılın ikinci yarısında, neredeyse bir kenara bırakılan ve 19. yüzyıl ırkçılığını ve sömürgeciliğini besleyen antropolojinin geri gelmesi demektir. (Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler kitabında ileri sürdüğü gibi “insan-sonrası dünyadaki üst-insan”). Geldiğimiz nokta geri teperek coğrafi olarak siyasi bir ayrıma (Batı ve Batı-dışı) oturtulmaya başlanmıştır.
"...Zamanın emek üzerinden düşünülmekte olduğu es mi geçildi? Şakanın kalmadığı bir dünyada 'işlemeyen yanlış şakalar' mı sardı güncel adı verilen sanatı?"
Nietzsche’nin unutuluşu:
Belki de yukarıda unutulanları hatırlattığımız verilerin yanına ek olarak, ayrıca unutulan, 1960’lı yıllarda Batı Fransız Modern düşüncesinin (Amerikalıların French Theory’si) içinden geçen, Nietzsche’nin düşüncesini öne çıkaran felsefenin, bir kenara bırakılması oldu. Fransa’da 1980’lerin sonundan itibaren Kantçı olduklarını söyleyen birtakım filozoflar, bilhassa Fransa’da, hukuk devleti bağlamında kanunları ön plana çıkarmak istediler (1960’lar daha goşistti). Kant sonrası düşünürleri, zaten Hegel ile tarih felsefesini ve "tarihselcilik" düşüncesini, Marx sonrası bir döneme yerleştirmişlerdi.
Martha Atienza & GoodLAND Derneği, Balıkçılar Günü, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren, Müze Gazhane
Fakat Tarihselcilik eleştirisini ilk yapanlardan biri Nietzsche değil miydi? Ayrıca Marx ve Nietzsche’nin ikisi de tarihselci felsefeden uzaklaşma veya en azından siyasi olarak çıkma çabası içinde değiller miydi? Her ne kadar Marx’ın “Tarihi Materyalizm” düşüncesi bunun tersi gibi durmakta olsa bile, aslında Marx “ölü emeğe” karşı “canlı emeği” tercih ettiğini belirtmekteydi. İleriye dönük düşündüğü için Marx, “işçi sınıfı” üzerinden geleceğin tarihsel motorunu (sınıf savaşı) ortaya koymaktaydı. Belki de Marx’ın düşünmediği şey; tarihe bakıldığında, “kapanan” ve “kendi içinde dönen” çevrimsel bir tarihin ortaya çıkıvermesiydi. İlkel toplum modeli neredeyse antropolojik olarak gelecek Komünizmin anahtarı gibi sunulmamış mıydı? Galiba evet, öyle olmuştu. Zaman bu şekilde fragmanlaştırılmıştı: Balık tutma veya sanat yapma zamanı emek zamanıyla birlikte aynı insanın hayatı içinde sayıldı (17. İstanbul Bienali’nde de Martha Atienza & GoodLAND Derneği’nin Balıkçılar Günü videosu hatırlanabilir). Ama zamanın emek üzerinden düşünülmekte olduğu es mi geçildi? Şakanın kalmadığı bir dünyada “işlemeyen yanlış şakalar” mı sardı güncel adı verilen sanatı?
Lamia Joreige'nin çalışması, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren, Pera Müzesi
Böyle olduğunu hatırlatabiliriz, unutanlar için. Tarihin ağırlığından geçen bu düşüncenin ilerisinin de tıkanmakta olduğunun Nietzsche altını çizmişti. Geçmişin ağırlığından kurtulamayan bir tarih düşüncesi sanatları da sarmaya başladığında, Hegel ile Batı düşüncesi zaten istediği yere yerleşmiş oldu. Halbuki Batı düşüncesinin dışına çıkmaya çalışan Post-kolonyal düşünce Hegel eleştirisiyle hesaplaşarak, onunla meşgul olmuştu. Halbuki tam da başka bir tarih yazmaya çalışmaktayken, kendi tarihlerinin ezilenler tarihi olarak ön plana çıkarılması arzusuyla yanan Batı-dışı tarih önerisi, kendi arşivlerine bakarak, geçmişi başka türlü okumak isterken, geçmişin ya nostaljisi içinde ya da ağırlığında kaldı.
Sanat, birçok yerde olduğu gibi İstanbul Bienali’nde de Orta Doğu arşivlerinden Asya ve Uzak Asya arşivlerine uzandı bugün ( Örneğin, Pera Müzesi’nde Lamia Joreige’nin Bir Dönüşümün Haritalandırılması, Osmanlı Orta Doğu coğrafyası ve Lübnan-Filistin tarihi belgeleri, Barın Han’da Christian Nyampeta’nın İstanbul’da bir Akşam Okulu- Siyah Edebiyatın Ses Arşivleri (documenta ile paralel olarak yerleştirilmiş).
Christian Nyampeta'nin yerleştirmesi, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren, Barın Han
Halbuki mantı üzerine gerçekleştirilen dergide (Mantı Postası) okuduğumuz Hrant Dink Vakfı’nın organize ettiği yasaklanan bir tarih kongresinin ardından Kayseri Mantı Festivali’ndeki Yıldız Horata’nın söylediği şey dikkat çekicidir: “Hiç dayanamıyorum o var olan güzelliklerin kaybolmasına. Nerde olursa olsun hiç fark etmiyor. Nerede ya da kimde olsun. Üretilmiş olan bir güzellik var, bunun üzerine bir tuğla koymak lazım… (altını çiziyorum-AA). İleriye doğru bir tuğla koymak yaşanmışlıkları anmaktan daha kuvvetli duruyor.”
Nietzsche, Hristiyan düşüncesinin içinden geçerek Batı tarihinin yavaşça intihara doğru sürüklendiğini yazmıştı. “Hayata hayır” diyen güdüler öne çıkmaktaydı. Bu tip tarihselci düşünce her yere sızmaktaydı. Her türlü düşünme biçimine, her türlü hissetme formuna ve sanat yapmaya sirayet etmişti. O kadar ki, kurumların da “esir alındığını” gördüğümüz zaman ve bu kadar kurumsal bir hayat yaşandığında korkunç bir vaziyet dünyayı beklemekte. Bugün her şey kurumsal olmadı mı zaten? 68 düşüncesi kurumlara karşı çıkmamış mıydı? Kurumsallaşmanın, sanıldığı kadar iyi bir şey olmadığının farkına da böylece vardık!
Laura Anderson Barbata'nın çalışması, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren, Müze Gazhane
Hayat ikinci planda kaldığında, haklar ve geçmişin haksızlıklarının arşivleri açılmaya başladığında geçmişe dönen bakış ileriye bakamaz hale geldi. Sanat yaratıcı olmaktan uzaklaştırılarak, enformasyon haline girdiğinde (zaten İstanbul Bienali’nin direktörü Bige Örer yazısında, İstanbul Bienali’nin bir “gazete formunda haberlerin belirli bir formatta paylaşılmasıyla” Bienalin bir “öğrenme alanı haline gelmesini” düşünüldüğünü yazmakta değil mi?) sanat ve sanat tarihi bir yana bırakıldığında buraya geldik (sanırım uzun zamandan beri bu süreci yaşamaktayız). Gazhane’deki bir bölümün alternatif üniversite olarak kurgulanması bunu çok da güzel bir şekilde gösteriyor (örnekler, Ahmet Öğüt’ün Sessiz Üniversitesi, 2018’de Kolombiya’nın Güneyi'ndeki And Amazon yağmur ormanlarında yaşayan İnga halkının Evrensel-Oluş, Amazonlar Üniversitesi, Laura Anderson Barbata’nın Yanomami yerlilerinin çocuklara kâğıt fabrikasyon okulu Shapono vb.).
Ahmet Öğüt & The Silent University ekibinin çalışması, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren, Müze Gazhane
Dini olan inanç sistemleri, tarikatlar, ritüeller eleştirel siyasetin konusu olmaya başladığında (Dr. John Bell’in performans objeleri, şamanlık ve dini ritüellerle ilgili olarak Ekmek ve Kukla Tiyatrosu sayesinde maskelerin kullanıldığı sokak yürüyüşleri ve protestoları), bu konularla yaratıcı bir şekilde ilgilenen sanatçılar yerine bunlar direkt olarak sunuldu. Nietzsche’nin hınç insanları (troller) bu şekilde bugün yeniden ortaya çıktı. Siyasette olduğu gibi sanatlarda da eleştirel düşünce ileriye değil, geçmişte olanlara doğru döndü yüzünü. Nietzsche’nin öngörmüş olduğu gibi hınç insanları daha da çoğaldı. Sanat; bu açıdan bakıldığında, arşivlerin içinden geçen muhalefetin ve yaşanmış olanlara direnme biçimlerinin tarihi olarak gösterilmeye kalkıldığında ise, Batı-dışı diye adlandırılan bir “kültür” dünyası “sanatların” yerini almaya başladı (kültür ve sanat ayrımı unutuldu).
Dr. John Bell'in yerleştirme çalışması, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren, Barın Han
Anglosakson dünyasının hakimiyetinde, bugün sanat medeniyeti değil, antropolojik ve ekolojik olanların öne çıkarıldığı bir vaziyeti göstermektedir (Açık Radyo Manifestosu, Bor-Porong Boğulanların Otobiyografisi örnek olabilir). Bunlarla ne yapılır, hangi ritüelleri takip etmek gerekir, dini görevlere göre bir toplumu başka toplumdan ayıran neler vardır? Bu sorular kültürün ve siyasetin sorularıdır; ama bugün tarihselci bir sanatın soruları olarak karşımıza çıkmaktadır (1960’lardan beri mevcudiyet gösteren Peter Schumann’ın Kukla Tiyatrosu’ndan Covid-19 sırasında siyasi ve ekolojik içerikli çarşaf ve kumaş resimler).
"...Sanatın yaratı sürecine girildiğinde, bilinen yaratıcı sanat dünyasının, biraz da Pierre Bourdieu’nün terimiyle, aynı zamanda 'ayrı', 'ayrıksı' ve belki de siyasi değil de sanatsal olarak 'aykırı' hareketlere ihtiyacı da yok mu?
Şarkiyatçılaşan Şark:
Belki de, Şarkiyatçıların bakışının üzerinden kendi tarihlerini yeniden düşünmeye kalkanlar aynı tuzağa düşerek, kendileri birer “Şark tarihlerini yazan Şarkiyatçılar haline geldiler.” Öyle mi oldu? Gerçekten bu soruyu kendi kendime sorduğum gibi kamusal alana da soruyorum.
17. İstanbul Bienali bana kalırsa kuvvetli bir Bienal olarak ortaya çıkmakta ve sanat dünyasında biraz eleştirmek istediğim günümüzü belirleyen tarihselci düşüncenin iyi örneklerini vermekte. Asya ve Uzak Asya dünyasının sanatının içinden geçen bu bakış mücadele tarihlerinin arşivini izleyicilere açmakta (Harano Sur -Kayıp Ezgi, Melodi- Pathshala Güney Asya Medya Enstitüsü). Tam da Batılı Şarkiyatçıların Doğulu toplumlarına baktıkları gibi, bu sefer Doğulular bu göreve soyunmuş olarak yeni Şarkiyatçılardır. Kendi kendilerinin Şarkiyatçısı olarak durmaktadırlar. Uzak Asya Müslüman dünyasının mevcudiyet gösterdiği ve bu coğrafyadaki ülkelerin kadınlarının, siyasi olarak Komünist Parti içinde yer alanların, Amerikan Emperyalizmine karşı mücadeledeki aldıkları yaralar üzerinden bir anlatı izlemekteyiz. Bu ülkelerdeki “devlet terörizmine” karşı verilen mücadelelere yer veren bir sanat anlayışı öne çıkmakta ve bu anlayış güncel sorunlara da bu açıdan bakarak, şimdiki zamanın içindeki mücadelelere çevirmekte yüzünü. Doğal olarak, madenler ve barajlar ile ormansızlaşma, ekosistemin yok edilmesi bugünün mücadele biçimleri içinde yer almaktalar.
Pathshala Güney Asya Medya Enstitüsü, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren, Barın Han
Fakat, gördüğüm kadarıyla çıkmaz bir nihilizmin içinden geçen bu sanat düşüncesi Nietzsche’nin yaratıcı felsefesini unutuverdi. Azınlıkların üzerinden düşünmekteyken kimlikçi bir tavırla aslında “azınlık-oluş” denileni ıskalamaya başladı. “Azınlık-oluş” azınlık sorunlarını değil, minör bir yeni politikayı ön plana çıkarmak isterken, tarihe bakan bir azınlık düşüncesi kendi içinde sorunu boğar hale gelmedi mi?
İtaatsizlik Arşivi (Ders Bitti), Marco Scotini küratörlüğünde, Can Altay tarafından tasarlanmış sergi üniteleriyle, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren, Merkez Rum Kız Lisesi
Direniş:
Direniş ve mücadele üzerine bir İstanbul Bienali izlemekteyiz. Marco Scotini’nin (içinde Can Altay, Ege Berensel, Ursula Biemann, Harun Farocki ve Andrei Ujica vb. gibi birçok sanatçının katkısıyla) İtaatsizlik Arşivi dünyanın çeşitli yerlerinden ve Türkiye’den birçok direnmenin arşivini göstermekte: Suyla ve toprakla mücadele, ekosistemin mahvedilmesi, eko-feminizm. Bunlar çok güzel; üstelik mekânlar da yerleştirmeler kadar ilginç ve dikkat çekici.
İstanbul’un Pera Müzesi’nden, Zeytinburnu’ndaki Tıbbi Bitkiler Bahçesi’ne, Barın Han’daki katlara, iki olağanüstü hamama (Tarek Atoui’nin Balat’taki Küçük Mustafa Paşa Hamamı’ndaki olağanüstü çalışması belki de, bana göre, bu bienalin en kuvvetli işlerinden birisini ortaya koyuyor), Zeyrek’te Çinili Hamam’a, Beyoğlu Rum Ortodoks Okulu’na ve Gazhane’ye, Sıraserviler’deki Saha Derneği’ne, Perform İstanbul’a ve başka küçük noktalara (mesela Tophane’deki Frankeştayn kitapçısına) dağılmış bir Bienal var karşımızda.
Ve çok titiz bir şekilde sunulmuş eserler sadece sanat severlere değil, bu açıdan herkese hitap etmekte. Böylece bir elitizm söz konusu değil. Tam da bu nedenden dolayı İstanbul Bienali, bugün, çok kuvvetli bir şekilde herkese hitap ederek, öğrenme sürecini başlatıyor (bilhassa Gazhane ’deki bölüm ve Sıraselviler’deki Saha Derneği bunu göstermekte). Ortak bir öğrenme alanı süreç içinde ortaya çıkıyor.
Başka bir son nokta ise, geçmişin neşesini saklayabilmek ve bugünkü üzgün ve kederli hayatların üstesinden gelebilmek için düşünülecek olan Nietzsche’nin dansı ve “ebedi dönüşüdür”. Yani, geçmişin sadece neşesini bugüne taşımak ve kederli olanlarını unutmak insanın değil ama üst-insanın kuvvetidir. Serra Yılmaz’ın söylediği gibi “Direnmenin çok yolu var. Bunlardan bir tanesi neşemizi yitirmemek”.
Yalnız içinden geçmekte olduğumuz dönem içinde, İtalya’da aşırı sağın “ılımlı” olarak nitelendirilen kanadının içinde yer alan Fratelli d’Italia (İtalyan Kardeşliği) ile Giorgia Meloni’nin zaten uzun süreden beri ileri sürülüp, beklendiği gibi birinci parti olarak iktidara gelmesi (ideolojik olarak daha gelenekçi ve kimlikçi yapısının “post-faşist” olarak adlandırması ve diğer popülizmlerden kendisini ayırması ile neo-faşizmi terk etmesiyle ilk tebrik edenin de Victor Orban olması ilginç değil mi? Avrupa’da İtalya, Polonya ve Macaristan ülkeleriyle birlikte, “illiberal-popülizm ve post-faşizm” ekseni oluşmakta) ve Fransa’da seçmenlerden dört kişiden bir kişinin Marine Le Pen’in kimlikçi partisine -RN (Milli Toplanma) oy veren bir Avrupa’nın konuşulmaması da bana ilginç ve hatta biraz da eksik geliyor. Alternative für Deutchland (Almanya için Alternatif) aşırı sağcı popülist partisinin büyümesi hiç de hayra alamet değil! Diğer bir büyük sorun da Rusya’nın 2022 Şubat ayı sonundan beri Ukrayna’ya saldırması ve dünyanın Rusya karşısındaki çaresiz kalır hali savaşı büyütmekte (nükleer tehdit). Bugün bu son iki sorun hala küresel olmaya devam eden ama git gide kapanan bizim hayatlarımızı kat etmekte. Avrupa’nın üstünde kara bulutlar yerleşmekte.
Bu gidişat, büyük bir ihtimalle kimlikçi siyasetten ve salgın sonrası yalnızlıktan ve nostaljiden geçmekte. Eskiye özlem kimlikleri tetiklemekte. Post-kolonyal dönemde, tüm Batı-dışının bugünkü kimlikçi bakışının, sanırım pek yararı olmadı ve milliyetçilikleri, istemese de besledi.
Bütün bunlarla birlikte, sanatın yaratı sürecine girildiğinde, bilinen yaratıcı sanat dünyasının, biraz da Pierre Bourdieu’nün terimiyle, aynı zamanda “ayrı”, “ayrıksı” ve belki de siyasi değil de sanatsal olarak “aykırı” hareketlere ihtiyacı da yok mu?
Commenti