top of page

Rota/Hübner


Canberk Akçal’ın documenta 15 süresince kaleme aldığı 79 gün başlıklı yazı dizisi belirli anlardan kavramlara, söyleşilerden kafasını kurcalayan sorulara uzanıyor. Serinin dördüncü yazısında documenta mekânlarında tura çıkıp akışa ortak oluyoruz


Yazı: Canberk Akçal


Bushaltestelle Agathofstrasse’de iniyorum. Harita 5 dakika uzakta Hübner’i gösteriyor. Etrafım aslında pek de aşina olmadığım bir endüstriyel yapıyla çevrili. Dar bir yoldan yürümeye devam ederken solumda terk edilmiş Salzfabrik (eskilerin pek ünlü tekno merkezi, şimdi ise tenha bir sightseeing) sağımda ise bir araba tamircisinin yola fırlattığı birkaç tekerlek, çakıl taşlı yolda yürümeye devam ederken hem documenta’da olduğumu unutup kendimi çevrenin ritmine bırakıyorum hem de serginin mekânıyla ilgili ayrı bir heyecan kaplıyor beni. Fridericianum’un siyah sütunları ne de güzel kırmış bu belirli belirsiz tarihsel baskıyı derken şu an artık sadece bir an, documenta’da hiç bu kadar kendimi şimdide hissetmemiştim belki de.



Yorucu bir bas sesi etrafımı sarıyor sıraya göz gezdirirken. Çoğunluğu yaş ortalaması yüksek bir kalabalık ellerinde biletlerini hazırlamış girişteki görevliye birden fazla soru ile sakin bir heyecanla ilerliyor. İçinde bulunduğum dışarı alanda etrafımı göz gezdirmeye başlıyorum. Sol tarafımda küçükçe bir kafe kurulmuş, bir tür okul kantini edasıyla karton bardaklarda kahve servisi yapıyor. Karşısında ise derme çatma hissiyatı veren bir tür pazar yerini andıran üç stant var, arkalarında ise bu standı kuran sanatçıların yaşadığı bir residency evciği. Parmak arası terlikler, bazen ellerinde kameralarla küçük dökümantasyon halleriyle ellerinde cam bardakları ve içlerinde yine aynı evde yaptıkları filtre kahvelerle kalabalığa bakınıyorlar. Onların burada yaşadıklarını anlamak için bardaklarının karton olmadığını fark etmek yeterli. Bas sesi kendini bir tür operadan çıkma epik yükselmeye bırakıyor. Sağa tekrar dönüp bütün bu kalabalığa haykıran videoya dalıyorum. Ekranın bir tür stadyum dışı hissiyatını hatırlatması ve kafedeki sandalyelerin yavaş yavaş kendini ekranın önündeki gölgeye bırakmasıyla videonun Hübner’e girmeden önce insanları dışarıda tutmaya başardığını görmek etkileyici, hem de 32 derecelik bir hava insanı belirli belirsiz bunaltırken.



Kapısı olmayan daha doğrusu bir kepenkle açılan kocaman bir girişi olan Hübner’e adım atmak hiç içerisinde bulunamadığım ama dökümantasyon süreçlerinden küçük bir aşkla bağlandığım 4. İstanbul Bienali’ndeki Antrepo binasını hatırlatıyor. Geniş bir alan, solda gardrop ve bilet ofisleri, sağ tarafta ise dışarıdaki pazar yerine hiç de tezat taşımayan lokal satış alanları. Bütün bu iç mimarinin ise ya tahta paletler ya da bira kasaları ile kurulmuş olması bu documenta’nın belki de imza niteliği taşıyan organik haline göz kırpıyor, hepsinin sonradan rahatlıkla geri dönüştürülebilir olması ise tatlı bir detay. Karşımda otomatlara göz gezdirirken, Buttermilch otomatı gözüme çarpıyor. Kendisini pek sevemediğim (artık tereyağları ile yeniden dönüştürülmüş bir tür süt kendisi, biraz bozayı andırıyor, bir türlü aram barışamadı bu garip tuzlu tatlı tatla.) ama otomatını sevdiğim Buttermilch aslında küçük bir buzdolabı içerisinde. Bir tanesini elime aldığımda ise ödeme yapmam gereken kısmın yan tarafa monte edilmiş bir kumbara olduğunu, üstünde ise “2.50 euro. Ödemeyi kendiniz yapabilirsiniz. Bu dolap güven üzerine kurulu.” yazısına gülümseyip, 2.50 euro fırlatıp içeriye dalıyorum.



Aslında başı ve sonu belli olan bir sergi alanındayım, Halle gibi. Ancak Halle’den farkı işlerin alanları her seferinde direkt olarak belirtilmemiş ve alanın büyüklüğü benim oryantasyonda daha özgürce hareket etmemi sağlıyor. Kendimi bir tür sanat fuarının verdiği geniş oyun alanında gibi hissediyorum her ne kadar lineer olarak mekânı keşfediyor olsam da. Önce videolar ve küçük bir ikonografinin karşıladığı alana girerken beklentim aslında belirli belirsiz. Düşey video hayli büyük olmasının avantajını kullanarak karşısına yine tahta paletlerle kurulmuş bir tribün ile bana direkt bir hareket alanı biçerken içeriye doğru adımımı attığımda ise yerini keskin belirgin pozisyonların birbirinin içine girdiği 3 farklı pozisyonun oluşturduğu bir hayli geniş orta alana bırakıyor. Bu orta alan aslında Kiri Dalena’nın hayli muazzam son video işine kadar içinde bulunacağım fabrika yapısı olsa da fonksiyonel nedenlerden ötürü içerisindeki iki kez dev duvarla ayrılmış. İlk orta odacık aynı zamanda kendini beş farklı küçük odacığa da bağlıyor. Bu odalar belki de Hübner içerisinde “beyaz küp” sayılabilecek tek alanlar, tavanları Hübner’in kendisi kadar yüce değil ve tahminen eski ofis alanlarının devşirilmiş küçük alanlar. İçlerinde açık bir şekilde bulunan elektrik kutucukları, kablolardan da bunu anlamak mümkün. Burası endüstriyel keskinliğin documenta’nın klasik tabiri Weltausstellung (Dünya sergisi) haliyle buluştuğu bir alan aslında. Kendimi kısa bir sergileme tarihinin geçmişine atıveriyorum, 1851 Great Exhibition hissiyatına yaklaştığımı hissettiğim bir andayım. Foundation Festival sur le Niger belki de bu hissiyatı en güçlü veren yapılardan biri, onu ayrı bir yazıda ele almayı bir kez daha düşünüp yürümeye devam ediyorum.



Aslında izleyiciye ne vermeliyim bu yazıda? Bir tür mimari pozisyon hali mi? Mekânın içinde yürümenin o beklenmedik hissi mi? Belki birkaç görevliyle konuşmalıyım?

-Hübner’de en çok hangi işi beğeniyorsun?

-Tramboline House beni çok etkiledi.

-İnsanlar en çok Jatiwangi de duruyor.

-En çok fotoğraf Festival Sur la Niger’de çekiliyor.

-Bodrum katında Amol K Patih’in içinde herkes sessizce geziniyor.

-Ben daha hiç gezme şansı bulamadım.

-Aaa çok sevinirim vaktin olursa mekânı senden dinlemeyi.

-Ben en çok açılış haftasındaki konserleri beğenmiştim.

Doğru, bu serginin tam ortasında kurulu bir sahne var, açılışta kullanılmış olan. Bir de gayri resmi Foundation Festival sur le Niger’in bütün sanatçı ekibinin kurdukları Bulon’da (Mali kültüründe bir tür oturma odası tasviri fakat bağlamına göre hayli değişkenlik gösterebiliyor, daha çok bir odayı paylaşma/tanımlama ile ilgili ahlâki bir kod belki de.) yatıp insanlara çay ikram etmiş, sol köşesinde ekipten bir kadın küçük bir iskemleye oturup şarkı söylemişti. Performatif bir alanda “performans” tanımlarının sahne ve çadır arasında git-geller yaşıyor olması bana ne söylemeli?



Bir merdivenin aşağısı beni karanlık ve zamanların birbirine girdiği bir hâl tavra itiyor, bir merdiven yukarısı ise kafeteryanın hayli pahalı menüsünün arasında her masanın yanına bir televizyon ve pembe dizi/anime/oyun arasında git-gel yapan bir tasarım sunuyor. Aynı katta tuvaletler bir spor salonunu andıran plastik estetik ve kokuya sahipken adımımı atıp orta koridorun ikinci kısmında ise dev bir anfi tiyatro hissi veren, kocaman bir ekran, yarı daire bir tribün yapısı ve her tribünün arkasında oturulup ara verilebilicek mini frame’ler. Sırtımı bir filme verdiğimde nasıl düşlere kapılabilirim? Bir işin içinde ara vermek, yemek yiyebilmek, farklı hareketlenmelerle etkileşime geçmek beni yeni ilham kaynaklarına itiyor. Bu documenta’nın bu kadar fazla müze alanını değiştirme hali, oturup zıplamanın, yatıp uzanmanın, esneyip uykuya dalmanın mümkün olduğu bir alanda ben nasıl değiştim? Hayli yüksek çatısının bir tür dışarı alan rahatlığı ve açıklığı verdiği Hübner’de son kısma yürüyorum.




Kocaman bir tavşan, denizin altından seslenen bir adam, bir tekstilin üzerinde ayna parçacıkları ve hayli sıkışık hissettiğim son kısım. Hâlâ pozisyonlar değişiyor, hâlâ yeni sanatçılar karşıma çıkabiliyor ve ben arkadaşlarımın durdurak bilmeden sorduğu “documenta için kaç gün gerek?” sorusuna hâlâ adamakıllı bir cevap veremiyorum. Aynı bir haritada belirli belirsiz gezinmeme belki de tepki gösterebilecek okuyucuya bunun nedenini tam olarak açıklayamadığım gibi. Ama bazen bir alanın içini sezgisel olarak dolanmak, nasıl hareketleniyorum sorularına cevap aramak, her anın içinde beklenmedik frame’ler yaratmak gibi. Bir bilinçakışını mekânla birleştirmek ve sorulara başka sorularla ilerleyip ne olduğunu anlayamadığın anlara sürüklenmek, bu sürprizler insanı olduğundan daha da insan hissettirmez mi? Bu tip kapsamlı şehri kucaklayan sanatsal etkinliklerde aradığımız akış değil midir günün sonunda? Elbette bazen bir eser göz kırpar ve seni bir ana çakılı bırakır, ordan kopamazsın ama onlara dalmadan mekâna dalmak size de iyi gelmedi mi?

Bir sigara arası vermeli.

Canberk



Selin’e notlar:

Eserleri teker teker açıklamada bazen karşılaştırmalı bazen tekil.

Hübner üzerinden belki Kiri Dalena girebilir sonrasında. En beğendiğim iş olduğunu ayrıca vurgulamalı.

Bir not defterine yeniden bakmak ne tarafına dokunur insanın?

1500 sanatçının arasında mekânlar ve onların hisleri hakim olmamalı mı?

Bağlamın sezginin önüne geçmediği, etrafa dokunduğun anlar.

En son ne zaman ara verebildin bir eserin gücüyle kendine?

Mekânın haritasını da eklemeli?




bottom of page