Pencereden dışarı bakmak ve içe dönen yoğunluk
“Her ikisi de gereklidir: Hastalık bir araç olarak, sağlık bir hedef olarak.” Stefan Zweig
Şu zor günlerde kehanetlere boğulduk. Yazılanlara ve söylenenlere bakılırsa geleceğe yönelik genel çıkarımda herkes bir konuda uzlaşmış görünüyor: Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Haliyle hepimiz bu “kapanma” sürecinde önceki hayatımızın Richard Sennett’in deyimiyle “gündelik diplomasi” içine sıkıştırdığımız yoğunluğumuzu daha çok sorgular olduk. Önceki hayatımızdaki yoğunluğumuzun müştereklik esasına dayanan dışa bağımlı bir yapısı vardı. Şu ana kadar haddinden fazla hızlı ve etken olduğumuz ortaya çıktı. Bienaller, fuarlar, sergiler, konuşmalar, tartışmalar, çalıştaylar ve sergi turları gibi fiziksel temas ve mesafe yaptırımları olmayan, büyük kitlesel ritüellere ve birlikteliklere dayalı bir yoğunlukta savruluyorduk. Gelecek hayatımızda bu yoğunluğun aynı olacağına ilişkin kesin bir emare de olmadığına göre artık kültür etkinlikleri ziyaretçi sayısının çokluğundan övünç duyamayacak ve bu insan kalabalığı başarının bir ölçütü olmayacak. Büyük sergileri görmek için sıraya girdiğimiz ve omuz omuza salonları doldurduğumuz günler geçmişte kalmış gibi. Tümden bir hayat garantisi olmadıkça da gelecekte kimse risk alıp bu kitlesel ritüellere eskisi gibi aynı iştahla katılmak istemeyecek. Sonrasında da haliyle bir seyreklik hakim sürecek. Söz konusu yoğunluk içe dönecek. Beni bu noktada sanatçılar özelinde ilgilendiren, acı verici de olsa, bu içe dönme halinin avantajları ve bize sağlayacağı yeni sorgulama olanakları. Geleceğin beklediğim gibi olmamasını ve beni haksız çıkarmasını umarak vardığım bir sonuç bu. Sanatın anlamı ve geleceği belki bugünkü yoğunlukta hiç tartışılmamıştı. Cezare Pavase Shakespeare’in büyüklüğünü pencereden dışarı bakmak ilkesiyle açıklıyor. Ona göre Shakespeare, temeli en olmadık bir insan yaşantısından göz kamaştırıcı imgeler çıkarıyor ve kendi duyuşunu da büyük bir esinle yorumlayarak bir oyun-sahne yapısı kuruyordu. Benzer bir pencere metaforuna Milan Kundera’nın Yavaşlık’ında rastlıyoruz: “Tanrının pencerelerini seyreden kimsenin canı hiç sıkılmaz mutludur.” Burada vurgulanan pencerenin arkasında duran bizim aylaklık durumumuzdur ki Kundera bir geri çekilme gerekliliği olarak bu aylaklık durumuna özlem duyar ve sorar: “Bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta uyku çeken şu serseri tayfası nerede şimdi? Günümüz dünyasında aylaklık işsizliğe dönüştü. Aynı şey değil kuşkusuz. İşe yaramaz hisseder kendini işsiz insan, canı sıkılır, yoksun kaldığı devinimi arar durmadan.” Şimdilerde Nietzsche’nin sessiz gururlu kalelerimiz olarak tanımladığı evlerimizde hepimiz online flâneur’üz artık. Tam da bu noktada işe yarar aylaklar ve flâneur’lar olarak eve kapanma sürecinin yaratacağı böylesi bir pencereden dışarı bakmak, yoğunluğumuzu içe çevirmek ve kendi kendimizin aylağı olabilmek hayli önem kazanıyor. Ancak bu şekilde gelecekteki hayatımızı, genel toplumda gördüğümüz çarpıklıklara karşı kaprisimizi, bağımsız söylemimizi ve kuralları çiğneyen başkaldırımızı gerçekleştirecek bir sahne olarak tasarlayabiliriz. Bu süreç bizim için kültürel dünyanın oyuncuları olarak en güçlü, derin ve yoğrulmuş işleri tasarlamak için bir fırsat olabilir. Başka bir deyişle sakinleşmenin ve ağırdan almanın, daha çok sorgulamalardan geçmiş ürünler ortaya koymanın belki de tam zamanı. Salgından bir çıkarımımız da ölümün tam ense kökümüze kadar geldiğiydi. Ayakta kaldığımız için, itiraf edelim aslında gurur duyuyoruz. Canetti kendimizin başına gelmediği sürece ölüme hiçbir zaman tam olarak inanmadığımızı ama ölümü başkalarında yaşadığımızı söyler. Salgında her gün artan ölüm sayılarını gördükçe ölüme hiç olmadığı kadar inandık. Ölenler ölüm karşısında duyduğumuz korkularımızı besledi. Onlar hayatta kalan bizlerin yerine ölmüştü. Yaşayan bizler ise kendimizi hiçbir zaman ölenle karşılaştığımız zamanki kadar büyük hissetmedik. O anda öleni artık aşmış olduğumuzdan ayakta kalmanın gururunu her daim yaşıyoruz. Böylece iki aciliyet gelip kendini gösteriyor. İlki, ayakta kalmanın gururundan kurtulmamız ve ölümün her an kapımızda olacağı gerçeğini bilmemiz. İkincisi, hayat bitişe doğru gittiğinden, içimize yerleşmiş şu “işi bitirememek korkusu” denen beladan sıyrılmamız. Salgında Avrupa’da en büyük kaybı uygarlığın beşiği İtalya gördü. Thomas Mann Venedik’te Ölüm’de hayatın ölümlüğünü yanı başında hisseden yazar Aschenbach’ın yoğunluğunu ve yavaşlığını şöyle betimliyordu: “Dış hayat bakımından bir manastır yalnızlığı yaşayanlarda bile zamanla, çılgın tutku ve hazlarla dolu bir hayatın kolay kolay yaratamayacağı bir yumuşama, aşırı bir duyarlık, bir sinir gevşekliği bir sinir tecessüsü meydana gelir.” Pavase de günlüklerinde bizi yaratma çarkına kapılmamamız konusunda uyarır. Bu çarktan kurtulmamız için ona karşı çıkacak eşit bir güce ihtiyacımız olacağını belirtir. Ancak böyle bir güçle zihnimiz o tekdüze, kendini tekrar eden ürünler yerine yepyeni tadı olan, denenmemiş bir aşının ürünlerini verecek ve anlatım yollarını tümüyle değiştirerek bizi yeni sorunlarla karşı karşıya bırakacaktır. Zaman durulma zamanı. Bekleme, geriye çekilme, bir ara verme, derin bir soluklanma, hızın ertelenmesi ve yavaşlama anı. Dubuffet nesnelere değerlerini verenlerin nedretleri olduğundan ve çoğalmaları ölçüsünde de değerlerinden kaybettiğinden dem vuruyordu. Ona göre genel uzlaşıma katılma ve boyun eğme kadar kafayı kemikleştirici bir şey yoktu. Çünkü dışarıdaki kültür boğucuydu. Hatırlayalım, sanatçının kendini bulduğu yapıtları bu boğucu kültürün değerlerini sorguladığı yaklaşık sekiz sene boyunca hiç resim yapmadığı ve uzun yolculuklara çıktığı bir yavaşlamanın ardından geldi. Dışarda sanatların, bilimlerin ve rengarenk fuar etkinliklerinin kısık sesle bağırdıkları zamanlarda, Dostoyevski ve Nietzsche de ünsüz, tanınmadan, kötü eşyalı tabuta dönmüş odalarında, Zweig’in nitelemesiyle kendi çokbaşınalık’larında on beş yıl geçirdiler. Üstelik hayatı boyunca hastalıklarla boğuşan Nietzsche “beni öldürmeyen şey beni daha güçlü kılar,” derken her hastalığın bir dirilişin beşiği olduğuna işaret ediyordu. Zaman modern çağın getirdiği tanınma ve görünme manyaklığımızı gevşetme zamanı. Bunsuz bir varoluş biçimi mümkün mü bilemiyoruz ama Rousseau’yu hatırlarsak, herkesin başkalarına bakmaya ve kendisine bakılmasını istemeye başlamasının ve böylesi bir kamusal itibarın bir bedeli var. En iyi şarkı söyleyen veya en iyi dans eden, en güzel, en güçlü, en yetenekli olan, en güzel konuşan kişi en fazla rağbeti görmeye başladığında, bu durum eşitsizliğe ve aynı zamanda kötüye doğru atılan ilk adım olacaktır. Son sözde bu kapanma anını sağlık ve yaratıcılık anlamında lehimize çevirmekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Kendi üretim dağarcığımızda en kuvvetli ve sıra dışı işleri yapma zamanı. Bu sıra dışı işleri gerçekleştirdiğimizde ona bakan insanlar da kendilerini sıra dışı hissedecek işleri yapacaklardır. Hal Foster’in dediği biçimiyle, gelecekte her şey artık eskisi gibi iyi güzel günlerden değil, “yeni kötü günler”den türeyeceğine göre, geleceği birlikte kurabileceğimiz bu yoğunluk anını yaşamanın tam zamanı. Penceremizin ardından tüm bunlara odaklanmak için daha vaktimiz var. Ama öte yandan da kendi kendime soruyorum: İleride beraberce harcayamayacaksak bu kadar kazanılmış zamanların ne anlamı olabilir ki?
Comments