top of page

No: 11 | Nazlı Pektaş



İllüstrasyon: Caner Yılmaz

Günaydın,


Bir mektuba nasıl başlanır unutmuşum, ne yazık! Eskiden mektup arkadaşlarım vardı. En çok Müge, Elif ve Şafak ile mektuplaşırdım. Müge ilkokul arkadaşımdı, asker olan babasının tayini Ankara’ya çıkmış, Edremit’ten taşınmışlardı. Hep yazdık birbirimize, hâlâ görüşüyoruz. Elif ve Şafak ile yazın Altınoluk’a tatile geldiklerinde tanışmıştım. Elif Amerika’da, Şafak İstanbul’da yaşıyordu. Deniz kenarında tanışmıştık. Yüz yüze kısa süren ama iki, üç yıl devam eden bir mektup arkadaşlığımız oldu. Seksenlerin sonu doksanların başıydı, 13-14 yaşlarında olmalıyız. O yazı takip eden kış ve sonraki kışlar da hep yazıştık. Önce adresler değişti, ardından telefonlar. Büyüdük ve kaybettik birbirimizi. Belki de mektup modası geçmişti ya da biz sıkılmıştık… E, o zaman böyle sosyal medya da yoktu. Geçenlerde aradım ama bulamadım soyisimleri değişmiş belli ki...


Şimdi size mektup yazarken bunları niye anlatıyorum? Çünkü mektup yazmayı unutunca, anı kutumu açtım ve eski mektupları, kartları karıştırdım. Annemin ben İstanbul’da öğrenciyken yazdığı mektupları da buldum: “Canım Kızım,” diye başlıyor, “sağlıklı şeyler ye,” diye devam ediyordu. Evde kalmak, Merve’den gelen bu mektup yazma teklifiyle daha çok geçmişe bakmamı sağladı.


Nasıl başlamalıyım? İnsan bir mektuba nasıl başlar? Anı kutusu sadece mektupları çağırmadı eski evlerimiz ve o evlerin içindeki her şey birdenbire üzerime saçıldı. İnsan bir eve nasıl bağlanır? Bağlanabilir mi? Bağlanmak ister mi? Yahut bedeni kıskıvrak saran evi her seferinde uzaklara fırlatmak mı ister? Anı kutusu orada öylece dururken üzerimden halıya saçılan anılar arasından rulo köfte anısı çıkageldi. Annemle babam henüz boşanmamışken annem -çoğunlukla- her pazar rulo köfte yapardı. Ben içindeki yumurtaları itina ile ayırdığımı hatırlıyorum… Köftenin rulo olmasından mı yoksa pazar gününün sihrinden mi bilmem ama en huzurlu günler olarak aklımda yer etmiş onca kargaşanın arasında… O evde Anne Frank'ın Hatıra Defteri’ni okumuştum. Anne’in ve ailesinin iki yıl boyunca Amsterdam’da saklandıkları evdeki Anne’in “gizli oda” dediği çatı katının, nasıl bir ev olabileceğini o vakitlerde öğrenmiş ve hayal etmiştim. Ev saklanacağımız bir yerdi öyle mi?


Çalışma masamda duran ve Instagram’da da paylaştığım kolonya şişesi ve anı kutusundan çıkıp gelen bir cam şişe mis kokulu anıları davet etti bu kez: Çocukluğumda Edremit’te bir züccaciye vardı. Aynı zamanda kolonya da satan, şişeden tencereye, mandaldan kristal bardaklara, Alman gümüşü gondollardan şamdanlara... Envai çeşit eşyanın bulunduğu bir dükkândı. Çakır Mustafa’ydı dükkânın adı. Mustafa, dedemin Akseki’den akrabasıydı. Dükkânın üst katında üç dairesi vardı Mustafa’nın. Birinde eşi ve kendisi, diğerlerinde iki oğlu otururdu aileleriyle. Kelimeleri yutarak konuşan yanağında kocaman, kömür siyahı beni olan bir karısı vardı. Çarşamba günleri tüm aile dükkâna yardıma inerdi. Edremit’in Çarşamba Pazarı körfezde çok ünlüdür. Hem eski pazar yerinde hem de hastanenin yakınındaki yeni pazar yerinde tezgâhlar kurulurdu. Bazı çarşamba günleri annemle pazar dönüşünde Çakır Mustafa’ya uğrar, boşalan kolonya şişelerimizi doldururduk. O gün en kalabalık günü olurdu dükkânın. Kaz Dağları’ndaki köylerde yaşayan Yörükler, Türkmenler hem pazara ürünlerini satmaya gelirler hem de evlerinin ihtiyaçlarını alırlardı yukarı çarşının esnafından. Çakır Mustafa’nın dükkânı da bayram yeri gibi rengârenk bir kalabalıkla şenlenirdi. Ben de dükkânın tam ortasındaki tezgâhta duran plastik pompalı cam kolonya küpleriyle oynar, türlü şişeye kolonya doldurmaya çalışır ve tabi gün boyu kolonya kokardım. Tütün, limon, Edremit zeytin çiçeği… 


Bizim ev de Çakır Mustafa’nın dükkânı gibi kokuyor son günlerde hepimizin evi gibi… Halıdan odaya savrulan anıların kokusu şimdi tüm odayı dolduruyor. Misafirlere gümüş gondollarda sigara ve mutlaka kolonya ikram edilen zamanlardı benim çocukluğum, pek çoğumuzunki gibi…


Evdeyim. Sosyal hayatın, diğer evlerdeki canlı bağlantılarını izlemek ve bir iki fotoğraf paylaşmaktan öteye geçmeyen hareketliliğinde; anı kutusu yerini albümlere bırakıyor birdenbire. Hani o bakır kabartmalı ve ortasında oval fotoğraflık olan kahverengi albümlere… Bir masa etrafında dizilmiş teyzeler, halalar, dedeler, dayılar, komşu Nurettin amca ve karısı Gülten teyze, ortalarında ben ve annemin yaptığı nefis ev pastası… Hepimiz Adem Abi’ye bakıyoruz! Doğum günlerimiz olduğunda babam eve kasabamızın fotoğrafçısı Adem Abi’yi çağırırdı. Çünkü bizim Almanya’dan gelen mikserimiz vardı ama fotoğraf makinamız yoktu. Pek de lüzum görmemiştik zira tüm kasaba okul açıldığında, sünnet olduğunda ve evlendiğinde fotoğrafçı Adem’e giderdi. Nişan, düğün ve doğum günlerindeyse onu evlerine çağırırdı. 


Mektup kime yazılır? Bu mektubu kime yazıyorum? Yıllar sonra ilk kez yazıyorum heyhat! Hem de binlerce kişiye! Evlerinde oturan, evlerinden çalışan, sadece ihtiyaçları için dışarı çıkan, biz olmayı isteyen ve güneşli günlere kavuşup ağaçlara sarılmayı düşleyenlere…


Hatırlıyorum evde oldukça daha az dışarı çıktıkça, trafikle boğuşmadıkça, zorbalıkla mücadele etmedikçe, hatırlıyorum: Silmediğim ama silikleştirdiğim ne varsa geri geliyor. Silinenler de zaten yoklar. Lezzetleri, yüzleri, sesleri, kokuları hatırlıyorum. Korkular mı? İçinden geçtiğimiz şeyin yaydığı korku, kaygı ve kuşku salgınından, tüm evlerin içine oyduğum gizli odada saklanarak kurtulmayı deniyorum. 


bottom of page