top of page
Ezgi Fırat

Litografi Günleri ve insanın yıkıcılığı

Türkiye’de Litografi Günleri II kapsamında ve Ela Atakan küratörlüğünde düzenlenen Denizden Çıkan Taşlar sergisi aracılığıyla insanın yıkıcılığını ele alıyoruz


Yazı: Ezgi Fırat

Burcu Yağcıoğlu, CALX, 56 x 76.5 cm


Farklı sanatçıların eserlerini içeren, küratörlüğünü Ela Atakan’ın yaptığı Denizden Çıkan Taşlar sergisi üretim süreci açısından oldukça alışılagelmişin dışında bir sergi olarak düşünülebilir. Serginin üretim sürecinde Duo Print Stüdyo’da sanatçılar farklı zamanlarda eserlerini kendilerine özgü farklı materyaller kullanarak litografi taşı üzerine resmetmişlerdir. Litografi sanatında eser taşın üzerine resmedildikten sonra, kireç taşı boyayı emmesi için belli bir süre bekletilir ve üzerine tekrar boya verilerek eser basılabilir. Sergiyi oldukça farklı kılansa, aslında, bu üretim sürecidir çünkü özel bir kireç taşı olan litografi taşı sergide yer alan pek çok sanatçı için daha önce hiç karşılaşmadıkları bir materyaldir. Litografi taşları bundan yüz elli milyon yıl önce suyun derinliklerinde olan veya sadece bazı mağaralardan, taş ocaklarından çıkartılan taşlardır. Üretebilmek açısından böyle bir taşı tanımak, mürekkebe vereceği tepkiyi bilmek önemlidir. Taş hem eserin yapıldığı mevsimine göre hem farklı materyallere -yağlı boya gibi- farklı tepkiler verebilmektedir. O nedenle, sanatçılar üretim süreçlerindeki yolculuklarını taşı bilen, anlayan ve onlara anlatan bir master printer eşliğinde sürdürmüşlerdir. Aksi halde, böyle bir taşla çalışmak oldukça zorlu ve beklenmeyen sürprizlerle dolu gibidir.


Üretim sürecini zorlu kılan tek etmen sanatçıların taşı tanımaması değildir. Taşın onlara oldukça farklı bir ruhsal deneyim yaratabileceği de düşünülmelidir. Yüz elli milyon yıldır yeryüzünde var olan bu taşlar tıpkı, insanın bilinçdışı gibi zamansız ve ölümsüzlerdir. İçlerinde küçük deniz canlılarının, birtakım ilkel türlerin izlerini taşırlar. Bir nevi nesiller arası aktarılan pek çok arkaik hikâyeyi barındıran insan ruhsallığı gibi… Bu şekilde düşünüldüğünde ise sanatçılar üretim süreçlerinde yer alan litografi taşı nedeniyle adeta zorlu bir yolculuktadırlar çünkü litografi taşı onlara kendi ölümlülüklerini ve bu koca gezegende insan olmanın eksikliğini, çaresizliğini çağrıştırır gibidir. Litografi taşı, aslında, heybetli, zalim ve amansız doğanın bir temsili gibi de düşünülebilir. Peki sanatçılar böyle bir temsil karşısında doğal yaşam içinden kullandıkları veya doğaya dair resmettikleri ile oldukça üretken olabilirken, günümüz insanı doğa karşısında doğal yaşamı ve gezegenin geleceğini neden tehlike altına atmaktadır? Sergilenen eserler ile günümüz insanının doğa karşısındaki tutumunda bir zıtlık söz konusudur. Sanki sanatçıların bu zorlu yolculuklarındaki üretkenlikleri ve eserleri bize insanın doğa karşısındaki yıkıcılığı üzerine düşünmemiz için bir kapı aralar.


Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud (1920), insan ruhsallığında canlılığın, bağ kurma kapasitesinin ve üretkenliğin yer aldığını belirtir ve yaşamsal faaliyeti arttıran tüm bu kapasiteyi, yaşam dürtüsü olarak adlandırır. Ancak, sanıldığının aksine haz veren ve arayan, üreten yaşam dürtüsünün karşısında ruhsallıkta yıkıcı ve saldırgan yanlarında olduğunu belirtir ve bu yıkıcılığı ölüm dürtüsü olarak ele alır. Freud, milyarlarca canlıya kucak açan yer yüzünde de tıpkı insan ruhsallığında olduğu gibi yaşam ve ölümün beraber var olduğunu da ekler çünkü doğa bir yandan depremler, seller gibi çeşitli felaketleriyle yıkıcıdır. İnsan çağlar boyu pek çok doğa olayına maruz kalmış, kayıplar vermiş, büyük çaresizlikler yaşamıştır. Tüm bu çaresizlikler bir bakıma da insanın amansız doğa karşısında ölümlü, eksik ve savunmasız olduğunu göstermektedir. Böyle bir gerçeklik bir nevi insanlığın doğa karşısında ne denli pasif bir konumda olduğunu da gözler önüne serer. Doğa her zaman ürperticidir ve sanki insan için böyle bir ürpertiyle temas etmek çok zordur. Günümüzde belki de insan doğa karşısında yaşadığı çaresizliği, savunmasızlığı ve beraberindeki ürpertiyi bu nedenle reddeder. Sanki ona ölümlülüğünü hatırlatan doğaya meydan okumak ister. Var gücüyle kirletir, kaynakları tüketir ve canlılara türlü şekillerde işkence eder. Peki, insanın kendi türüne de son verecek böylesine bir saldırganlık ölüm dürtüsü değildir de nedir?


Belki de insanın doğanın karşısında yaşadığı ürpertiyi, litografi günlerinde sanatçıların da yeryüzünün yaşını tutan litografi taşı karşısında yaşadıkları düşünülebilir. Sanki sergide yer alan eserleriyle sanatçılar, doğaya saldırarak hükmetmeye çalışan insanın aksine farklı biçimlerde bize ölümlü olmanın çaresizliğiyle temas ettiklerini anlatırlar. Çaresizlik ve belki de beraberinde yaşadıkları eksiklik ile de eserlerinde kullandıkları doğada yok olmayan ölümsüz bir malzemeyle veya resmettikleri, yeryüzünde yer alan bir oluşum ile özdeşleşerek mücadele ettiklerini gösterir gibidirler.


Yaz mevsiminde üretim sürecine başlayan Sibel Horada Burgazada’dan topladığı doğada asla çözülmeyen straforları kullanmıştır. Strafor, Horada’nın çalışmalarında sıklıkla yer alan bir malzemedir. Benzer şekilde, eserini yazın üreten Nermin Er’in denizin ve gökyüzünün mavisini eserine dahil etmesi sanki tesadüfi değildir. Derinliği ise çalışmalarında sıklıkla yer alan sicim ipi ile yansıtmaktadır. Horada, straforu çalışmasına dahil ederek belki sahile her yaz vuran dalga belki yok olmayan straforun kendisi olmuş, Er ise belki denizin ve gökyüzünün derinlikleriyle ilişkilenmiş ve sanki bir anlığına ölümsüzleşmişlerdir. Belki de ölümsüzlüğün yalnızca bir arzu olabileceğini kendilerine çalışmalarında sıklıkla kullandıkları malzemeler yardımıyla da hatırlatmış olabilirler.

 


Sibel Horada, DENİZ TAŞ STRAFOR, 56 x 76 cm

Nermin Er, UNTITLED, 56 x 76 cm


Selim Birsel ise atölye ziyaretiyle eş zamanlı bir şekilde sonbaharı dahil ettiği eserinde Sakız Adasındaki Pelineo dağına uzaktan bakar. Birsel belki de eserinde resmettiği dağ ile ölümsüzlüğü deneyimlerken bir oyuktan da dağa bakarak ve bizleri de bakmaya davet ederek hem kendine hem de bizlere doğa karşısındaki pasif konumumuzu hatırlatır.


Selim Birsel, MOUNT PELINEO, 58.5 x 43 cm


İtalyan sanatçı Alessandro Rizzi’nin eserinde ise doğduğu yerdeki mozaik taş motiflerinin varlığı dikkat çekicidir ve aynı motiflerin Zeugma antik kentinden çıkarılan mozaiklerde bulunması da… Acaba sanatçı bize bu tarihi eserlerde bulunan motifler üzerinden ölümsüzlüğün nasıl da her daim var olan evrensel bir arzu olduğunu mu anlatmaktadır? Aynı zamanda, bu çalışmasında eserlerinde sıklıkla kullandığı “kendini bil” anlamını taşıyan tag’ini tekrar kullanarak insan ruhsallığının tekinsizliğine de gönderme yapar gibidir.


Alessandro Rizzi, OPUS MIXTUM, 57.5 x 76 cm


Diğer sanatçıların eserlerine baktığımızda da sanki benzer mesele tekrar eder, litografi taşı temsil ettiği doğayla o kadar ürkütücüdür ki herkes onun karşısında belki evrenden belki yer yüzünden farklı oluşumlarla özdeşleşerek var olma arzusunu ortaya koyar. Sanki kısa bir süreliğine de olsa eserleri üzerinden ölümsüzlüğe meydan okurlar. Ancak, son zamanlarda varlığını hissettiren ve türlü şekillerde hayatımızı etkileyen iklim değişikliği düşünüldüğünde ise sanki insanlık, sanatçıların aksine doğa karşısında yaşadıkları ürpertiyi şiddetle reddetmektedir. Çağlar boyu tanık olunanın aksine doğa kontrol edilebilir, boyun eğdirilebilir gibi narsisistik bir tutum göze çarpmaktadır. Çalışmalarında insanın doğayla ilişkisini incelemiş bir psikanalist olan Harold F. Searles, insanlığın hiçbir eksikliğini görmemek, ölümlülüğünü kabul etmemek ve doğa karşısında yaşadığı korkuyu, yoksunluğu reddetmek amacıyla doğaya saldırdığını belirtir (1972). Searles, insanın dünyayı yok etmek pahasına doğaya yönelik gerçekleştirdiği saldırıyı ölümsüzlük ve tanrısal bir güç atfettiği teknoloji ile özdeşleşerek yaptığını öne sürer.

 

Searles’ın insanın yıkıcılığına yönelik açıklaması ile sergideki eserleriyle sanatçıların sergilediği tutum arasındaki zıtlık oldukça dikkat çekicidir. Freud’un da önemle değindiği gibi, yaşam dürtüsü, kiminin iç dünyasında Eros tarafından temsil edilen bağ kurma arzusuyla pek çok dönüşüm yaratırken, yıkıcılık ve saldırganlık nasıl bazı ruhsallıklarda bu denli galip gelebilir? Doğanın gücü karşısında insanın yaşadığı eksiklik ve ölüm korkusu bir bakıma nesiller boyu aktarılan en ilkel kaygılardan biridir. Psikanalitik düşünceye kuramlarıyla oldukça önemli katkılar sunan Melanie Klein insan ruhsallığının ilkel kaygılar karşısında dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ve böylesi tehlikelere oldukça ilkel savunma mekanizmalarıyla tepki verdiğini belirtir (1946). İnkâr, sanki doğanın gücü karşısında reddedilen türlü türlü yoksunlukla bugün en çok karşımıza çıkan mekanizmalardan biridir. Ölümlülüğünü, kırılganlığını inkâr eden insan yaşadığı korkuya asla yer veremez ve saldırıyla eyleme döker. Ancak, Denizden Çıkan Taşlar sergisi umut vericidir çünkü bize inkârdan başka yollar da anlatır. Sanatçılar adeta doğayı temsil eden litografi taşı karşısında yaşadıkları zorlu, ağırlığı olan duygularla sanatın onlara sunduğu bir alanda temas edebilmişlerdir. Sanki ölümsüz olmaya veya belki de eksiklik yaşamamaya yönelik bilinçdışı arzularını ise ürettikleri eserler aracılığıyla yeni yaratımlara, yüceltmelere dönüştürebilmişlerdir.

 

İnsanın günümüzde farklı şekillerde doğaya yönelik saldırılarla veya dünya üzerinde bitmeyen savaşlarla düştüğü tekrarları, sanki Freud’un yineleme zorlantısı kavramıyla anlayabiliriz (1920). Freud’a göre ruhsallıkta yer verilemeyen duygular, yaşantılar söze dökülemez ve anlamlandırılamazlar. Bu nedenle, bir anlatısı oluşmayan, yersizmiş gibi görünen bu gibi duygular, yaşantılar, ruhsallığın içinde barınamaz ve yıkıcı bir şekilde kendilerini eylemlerle gösterirler. Medeniyet veya psikanalitik çalışmalar nasıl kişinin yıkıcılığını, saldırganlığını kelimelere döküp bireyi yok etmesinin önüne geçilmesinde yardımcı olabiliyorsa, sanatın da bu denklem içinde oldukça önemli bir yeri vardır. Sanatçının zaman zaman kendi iç dünyasını anlama çabasının bir yansıması olarak eseri, pek çok kişiye kendileri üzerinde düşünebilme ve kendilerini anlayabilme olanağı sağlar. Tıpkı bu sergide sanatçıların eserleriyle insanın doğayla ilişkisi üzerine düşünebilmemize fırsat verdiği gibi…


Comments


bottom of page