top of page

İnsan hakları: Radikal bir talep?


İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 70. yılı için Af Örgütü tarafından düzenlenen Büyük Resim başlıklı karma sergi, 30 Aralık’a dek Depo’da devam ediyor. Zeynep Özatalay küratörlüğünde hazırlanan ve günümüzün kasvetli toplumsal-politik manzarası üzerine yeniden düşünmek için bir zemin yaratan Büyük Resim’i Ahmet Ergenç değerlendirdi

1108 kelime

Berrin Simavlıoğlu, Aslı Erdoğan (2016) ve Necmiye Alpay (2018), Karışık teknik, 20 x 20 cm

Son yıllarda Türkiye’de toplumsal ve siyasi hayat, “Hala bunu protesto ettiğime inanamıyorum.” diyen o ironik sloganının da ötesine geçip, “Hala bunu protesto edemediğime inanamıyorum.” gibi bir yere doğru evrildi veyahut geriledi. O ironik sloganın açık mesajı şudur, protesto edilen ‘o şey’ aslında çoktan halledilmiş, özgürlük ve hak arayışı defterinde yeni bir sayfaya geçilmiş olmalıdır. Fakat şu anda temel bir hak olarak ‘protesto’nun ta kendisi -en küçüğünden en büyüğüne- öcüleştirilmiş durumda. Eskiden insanların çeşitli vesilelerle “protesto” için kullandığı hemen hemen bütün alanlara bir devlet ve polis sessizliği hakim. Bir nevi “büyük kapatma.”

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 70. yılı için Af Örgütü tarafından düzenlenen Büyük Resim bu kasvetli toplumsal-politik manzara üzerine yeniden düşünmek için iyi bir vesile sağlıyor. Serginin, 1948’de yayınlanan otuz maddelik bu beyannameyi esas almasında en azından Türkiye denilen bu ülke için şöyle bir ironik taraf var: Çoktan ulaşılması gereken temel hakları ifade eden, yani her tartışma için ‘zemini’ oluşturması gereken (yani bir varış değil, bir başlangıç noktası olması gereken) bu metin mevcut durumla beraber okunduğunda radikal-ütopik bir metin ya da manifesto gibi duruyor. Serginin hazırlayıcı ve katılımcılarından Nazım Dikbaş’ın dediği gibi: “70. yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kulağa neredeyse bir rüya, ütopik bir metin gibi geliyorsa, bu maddelerde yazılanlara bakıp distopyayla yüzleşince neler gelir aklımıza?”

Lamia Karaali, Ekolojik Adalet, İllüstrasyon, William Turner kağıt üzerine archival pigment print, 70 x 100 cm

Distopik-siyasi manzaranın Türkiye’de çok net bir karşılığı var: Gecenin bir vakti baskınla (“Bir gece ansızın gelebiliriz.”) göz altına alınan, keyfi ve belirsiz bir süre boyunca göz altında tutulan, keyfi ve belirsiz suçlamalarla yasa önüne çıkarılan ve dahi hapsedilen yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, akademisyenler, öğrenciler ve aktivistler… Böyle sıralayınca, aslında sürekli bir ‘olağanüstü hal’ ya da Agamben’in ifadesiyle ‘istisnai hal’ yönetimini benimsemiş iktidarın dokunmadığı ya da dokunma ihtimalinin olmadığı hiç kimse, hiçbir muhalif kesim yok gibi. ‘İstisnai hal’in kritik noktası da budur zaten: Hukuk ve hakların askıya alınıp, bütün karar ve gücün otoriteye devredilmesi. Daha az devlet, daha çok toplum şiarının tam tersi: tam-devlet, namevcut-toplum.

Sergide bu ‘kapatma’ halini ve kapatılan figürleri doğrudan gösteren ve onlara bir nevi iade-i itibarda bulunan işler var. Mesela Berrin Simavlıoğlu’nun yaptığı Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay portreleri. Bu iki ismi yazılarından parçalarla birlikte, kırık bir aynada yansımış gibi gösteren bu portrelerde güzel olan şey şu: Tuhaf bir suçlamayla hapse atılan bir dilbilimci ve bir yazar, artık silinemez birer portreye dönüştüler, bu portreler yapıldığı andan itibaren kültürel ve siyasi tarih anlatısının bir parçası oldular. Bu portreleri birileri çıkıp silmeye ya da yakmaya çalışsa da, bunlar ‘yokluklarıyla’, yani negatif-varlıklarıyla yine burada olacak, bu portreleri yok edenlere dair keskin sözler söylemeye devam edecek. Aslı Erdoğan hapisteyken Aslı’nın Arkadaşları adlı bir yazı nöbeti başlamıştı ve ben de oraya şöyle bir şey yazmıştım: “Dünyada hiçbir darbeciyi, işkenceciyi, diktatörü vesaire anlatan kayda değer tek bir roman, hikaye ya da film yoktur. Sanki burada ‘ilahi’ bir adalet var gibi: İnsan özgürlüğüne karşı davrananlar kendi zulüm tarihlerini edebiyatta ve sanatta anlatma hakkına sahip değiller. Yapabilecekleri en iyi şey, masaya zorla oturtulan ‘tarihçilere’ resmi ve yanlı bir tarih yazdırmaktır ki o tarih de çok geçmeden çürütülür.” Böyle sanatsal müdahaleler tarih-yazımı açısından çok kritik bir öneme sahip. Belki de sanat - siyaset ilişkisindeki en önemli uğraktır bu: bir anlatılmayan tarihi, bir minör tarih ya da manzarayı kayda geçirmek ve bunu bazı estetik ‘efektler’ eşliğinde yapmak.

Zehra Doğan, Cenaze

Sevil Tunaboylu da benzer bir şeyi, şu anda tutuklu olan Fatoş İrwen için yapıyor. Bulut Kaçıran adlı çizim Fatoş İrwen’in Sur’da çektiği bir ‘abluka’ fotoğrafından yola çıkıyor. Dar bir sokağı kapatan bir beton blok. Kapatmanın reel hali. Bu çizimde ‘beton blok’un hemen yanında bir hücre camından dışarı uzanmış bir el var, bulutlara doğru. Bir kurtulma ihtimalinin hafif hissi, bu beton blokla çarpışıyor. Fatoş İrwen’in bu işi gördüğünde muhtemelen hissedeceği dayanışma hali ve yalnız olmama hissi bile, bu işi başlı başına önemli ve etkili kılıyor. Bu hem de o sanatçıyla, hem de onun adına bir konuşma biçimi. Şu an hapiste olan başka bir sanatçı Zehra Doğan da sergide kendi işiyle yer alıyor: kapatılan ve “sanat” hakkı da elinden alınan birinin işine o ‘içeri’yken bakmak, siyasi durumla yüzleşmenin en acı ve sert hallerinden birini yarattı bende. Metaforik değil, reel kapatmayla yüzleşmek. Ama katalogda şöyle bir not var: “Zehra Doğan şu anda Mersin cezaevinde, resimlerini ilaç reçetelerine ve gazete sayfaların çiziyor. Renk içinse sebzeler, kahve, diş macunu gibi pek çok malzeme kullanarak üretmeye devam ediyor.” Hapse atıldıktan sonra gazoz kapaklarını tırnaklarıyla ‘yontarak’ portreler yapmaya devam eden Parajanov’u da akla getiren, müthiş bir sanatsal direnç bu. Durdurulamayan bir şey var burada. insana hafif de olsa bir ferahlık veren bir güç.

Nalan Yırtmaç, Göçmen Hakları

Sergi Neriman Polat’ın şiddet yüklü ve üzücü (politik bir hüzün) Elbise’si, Bengü Karaduman’ın oğlunu bir ‘gösteri’de kaybeden bir annenin acı ifadesini gösteren Sağır Ağıt’ı, Nalan Yırtmaç’ın bir bavula sığınmaya çalışan bir çocuğu resmeden Göçmen Hakları adlı resmi, Gümüş Özdeş’in Avrupa Parlementosu’nun yıkıntılar içinde gösteren Gog adlı çizimi, Aslı Alpar’ın LGBTİ+’ya uygulanan ihlalleri konu alan Herkes ve Hiç Kimse’si, Başak Bugay’ın özne, iletişim ve ötekiliği ele alan Pantolon’u, Candan Şişman’ın iletişim bloklarının bir metaforunu üreten Kısık adlı işi ve Hakan Gürsoytrak’ın doğrudan bir konum değiştirme davetinde bulunan Benim Pabuçlarımla Yürümeyi Dene gibi mevcut manzarayı ve olası çıkış noktalarını gösteren birçok iş içeriyor. Burada kritik soru şu, radikal teorisyenlerin ‘Avrupa-merkezli’ ya da ‘burjuva işi’ diye burun kıvırdığı ve pek de radikal bulmadıkları İnsan Hakları bildirgesini radikal bir metin gibi okumamıza yol açan mevcut feci koşullar içinde, sanat, edebiyat, vesaire ne yapabilir? Ayrıca sansür ve engellemelerle, beton bloklarla nasıl başa çıkılabilir? Serginin parçası olarak düzenlenen paneldeki temel soru buydu.

Fatoş İrwen, Hayat Normale Dönüyor, 2016

Buna belki şöyle bir cevap verebiliriz: Sanat, edebiyat, film, vesaire, aslında bir söylem mücadelesi alanıdır. Hakim söyleme tezat söylem parçaları üretir ve hakim bakışın gizlediği şeyleri gösterir. Serginin adına gelerek söyleyeyim: ‘Büyük resim’e küçük-minör resimler ekler. Hiç azımsanacak şey değil. Burada, bu krizli dönemlerde kurulacak sanat ve düşünce kolektifleri de kritik bir öneme sahip. Sansür ve engellemeye gelince, kritik nokta bunu oto-sansüre çevirmemek, ısrarla radikal-ifade hakkı talep etmektir. Mesela, İstiklal Caddesi’ne yapılacak ve hak ihlallerini konu alan bir kamusal-sanat işine, bir heykele, bir enstalasyona ‘izin’ verilmese bile, o hamleyi yapmak, o iş oraya konulmazsa da onun orada ‘olamayışı’nın hikayesini anlatmak gerek. Yokluklarıyla da var olabilir bazı sanat işleri.

İnsan haklarının radikal ya da ütopik değil, olağan bir talep olacağı günlerin yakın olması dileğiyle.

bottom of page