top of page

İnsanla çehrelenmiş bir av hikâyesi

Uzun bir zamandır “an” ve “benlik” üzerine araştırmalar ve çalışmalar gerçekleştiren Zuhal Baysar, bu süreçteki sanatsal birikimini CerModern’in ev sahipliğindeki Av Mevsimi isimli sergiyle bir araya getiriyor. Sergide, sanatçının sergi sürecini ortaya koyan bir yıllık günlüğü, farklı boyutlardaki tabloları, ilk defa sergileyeceği heykelleri ve teknik arayışları 3 Ocak 2021 tarihine dek izleyiciyle buluşacak


Röportaj: Halil Yıldırır




Zuhal Baysar, Av Mevsimi sergisinde, modern yaşamın kişisel mücadelesine dair bir avlanma ritüeli ortaya koyuyor. Bu ritüelin baştan ayağa kayıt altına alınmış hazırlık süreci de dahil olmak üzere, insanın avcı toplayıcı zamanlarından beri benliğinde olan; fakat şu anki modern insana oldukça vahşi ve yabancı gelse de aslında çok da uzak olmayan avlanma ritüeli, izleyenle yoğun bir etkileşim içine giriyor. Serginin ismine de ilham olan Av Günlüğü isimli günlük çalışması, Baysar’ın hem sanatçı hem de insan olarak avlanma anlarının teşhirini sunmasıyla, serginin ana bağlam taşıyıcısı oluyor. Sanatçının yaratım sürecindeki ön çalışmaların yanı sıra, güne dair düşünsel, duygusal izler de yazı, desen, kolaj gibi tekniklerle bu çalışmada görsel alt metinlere dönüşüyor. Sergideki çalışmalar insanın hayatta kalma amacı taşıyan en temel, en dürtüsel olan varoluş kodlarının izini sürerken insana ait izlenimleri, kent yaşamının geleneksel kodlarını ve rutin yaşamın görüntülerini insanın ilkel benliğiyle çarpıştırıyor. Günlüğün sayfalarındaki duygusal ve düşünsel sürecin izdüşümleri, heykel ve resimlerde insanın çok katmanlı ve çatışık yapısında varlığını sorguluyor. Bu durum, Deleuzeyen bir bakışla, insana ve yaşama dair her şeyin çoğul bağlantılara ve karmaşık ilişkilere sahip oluşunu getiriyor akıllara.


Hep birlikte farklı bir deneyim sürecinden geçtiğimiz küresel salgın döneminde, ister istemez hayata bakışımız ve ona yönelik algımızda da değişiklikler yaşadık. Günlük koşuşturma ekseninde kendimize dert edindiğimiz birçok konunun, bu dönemde aslında o kadar da önemli olmadığının farkına vardık. Neredeyse her konu için şunu dile getirebiliriz ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bir geçiş döneminde olmanın sancısı bir yana; serginin bir yıllık hazırlık dönemini de yansıtan Av Mevsimi sergisi çerçevesinde sanatçıyla; ele aldığı konuları, avlanma anlarını, Covid-19 salgınının sanatsal yaratımı üzerindeki yansımalarını ve insana dair yakaladıklarıyla ilgili keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.





Covid-19 önlemleri kapsamında serginizi ertelemek durumunda kaldınız. Bu süreçte sergiye dâhil olacak yeni çalışmalar üretebildiniz mi?

Bu süreç benim için oldukça sancılı geçti. Mart’ta açılması planlanan serginin bir türlü izleyiciyle buluşamaması tuhaf bir şeydi. Bir buçuk sene boyunca süren yoğun bir çalışmanın ardından seyircisiz bir sergi mekânıyla bütünleşen işlerin hüzünlü bir mahzunluğu oluyor. Resimleri ve heykelleri sergi mekânında kendilerini hiçliğe sergilerken görünce içinizde bir şeyler kırılıyor. Ben de bu ruh hali içinde bir-iki ay geçirdim. Temmuz ayı başında, yeniden denemek için kendimi toparladım ve atölyeye girdim. Kırgınlık son çalışmalarıma yansıdı sanırım. Ortaya çıkan işler pandemi sürecinin toplumsal yansımalarından ya da göstergelerinden değil benim iç dünyamdan beslendiler. Bu yansımaları sevmediğimi söylemeliyim. Kendine acıma, yalnızlık, huzursuzluk, tuhaf bir ruh yorgunluğu karışımı, benim olmayan, bana yapışmış bu parazit benlik yansımasını kabul edemedim. Bu nedenle bu işleri sergime koymadım. Av Mevsimi serisinin meselesi her ne kadar acı ve sert gerçeklerden besleniyorsa da asla umutsuzluk ve kendine acıma gibi zayıflatıcı, ağır bir enerji taşımıyor. Pandemi sürecinde yaptığım çalışmalarımın serginin havasını bozmasını istemiyorum. Av Mevsimi’nin yoğun bir çalışma ve düşünme süreci sonucunda oluşmuş olması benim için önemli. Çünkü bu sergi için geçirdiğim bir buçuk senelik süreç disiplinli, düzenli bir duygusal düşünsel süreçti. Bence sanatın böyle bir yoğun düşünsel disipline ihtiyacı var. Depresif ve zayıf bir ruhsal durum sanatın talepleriyle başa çıkamaz.


Peki, Av Mevsimi serginizdeki çalışmalarınızın içeriğine odaklanırsak, geçmişin ve şimdiki zamanın insan üzerinde etki eden “şeyleri” ve sonuçlarıyla ilgili olduğunu görüyoruz. İnsanın, tarihi süreçte gelişen ve değişen hayatta kalma “an”larına yoğun bir gönderme var. Zaman, çevre ve ortam değişse de hayatta kalma dürtüsüyle, avlanma ritüeli yapıbozuma uğrayıp varlığını devam ettiriyor. Resimleriniz için insanın dönüşüm anlarının yakalanmasına dair çekilmiş görseller desek, sanırım yanlış olmaz. Bu anları yakaladığınızda tam olarak ne hissediyor, o anki gerçeklikle nasıl bir iletişim kuruyorsunuz?

Bu “an”lar, içinde hem bir dönüşümü hem de bir durumu barındırıyor. Kavga sahnelerinde kesinlikle insanın hayvani dürtüsel yanı kendini gösteriyor. Gücü ele geçirme ve üstünlük sağlama dürtüsü, sokak kavgası sahnelerinde de vahşi doğadaki bir avlanma sahnesinde de aynı yoğunlukta olduğu için, bu görüntüler bir araya geldiğinde birbirini pekiştiren çoklu bir anlam üretiyorlar. Bu görüntülerde bir dönüşüm için biçimleri zorlamıyorum. Plastik kurgu sayesinde üst üste gelişler dönüşüm yanılsamasına imkân veriyor. Bir de kendi yaşantıma ait durumlar var. Bir durakta otobüs beklerken, bir kafede otururken, dertleşirken çekilmiş görüntüler. Birçoğunda ben varım, diğerleri ailemin ve dostlarımın görüntüleri. Bunların alt hikâyeleri benim çıkış noktam. O anları yaşarken hissettiklerim benim için olayın ne olduğundan daha önemli. Bana ait olan görüntülerle ilişki kuracağım sahneleri ona göre seçiyorum. Örneğin bir fotoğraf karesi yaşadığım kapana kısılmışlığın görüntüsüyse, köşeye sıkışmış bir avın görüntüsü o karenin üstüne gelebiliyor. Oğlumla yaşadığım bir sohbet sahnesi ile anne maymun ve çocuklarının doğadaki görüntüleri bir arada mesela. Benim için aynı gerçeklikler bunlar; aynı derecede temel, dürtüsel ve duygusal bir içeriğe sahipler. Yaşamın en özündeki samimiyet ve duygusal ihtiyaçları karşılıyorlar.


İnsanın avlanma anlarını, siyaseten doğruculuğun olmadığı, onun özünü yansıtan doğal anları olarak görüyorum. Haliyle insanı ve doğasını anlama, yaşadığı dönüşümlerin psikolojik tahlillerinin doğru analizine kadar, siyaseten doğruculuğun olmadığı bu anlar oldukça kıymetli oluyor. Kavga eden insanlarla, iç içe geçen sırtlan sürüsünün avlanma ritüelinin benzerliklerinden ziyade, siyaseten doğruculuğu barındırmamaları benim daha çok ilgimi çekiyor. Sanat ile siyaseten doğruculuk ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Evet, avlanma en ham anlamıyla duygusal ve dürtüsel bir samimiyeti içeriyor. John Zerzan’da Gelecekteki İlkel adlı kitabında avlanmayı ve ilkel yaşamı bu temelde ele alır. İlkel yaşamın av, paylaşma, birlikte yaşam anlamında insana ait en güzel ve güçlü özellikleri ortaya çıkardığını söyler. İnsanın en samimi, paylaşımcı doğayla barışık huzurlu hali ilkel yaşamın basit doğasında ortaya çıkıyor. Ancak benim burada savunduğum daha çok ilkel av dürtüsünün değişime uğradığı. İnsanın günlük yaşamın içinde doğasından sıyrılıp özünü kaybettiğini, egosunun tahakküm edici yönüyle birleşip karşısındaki insana yöneldiğini dolayısıyla zarar verdiğini düşünüyorum. İlkel insan avını paylaşırken, günümüz insanı ötekini av olarak görüyor. Bugün bir insan nasıl avlanır? Örneğin, uzun zamandır hazırlandığı bir sınavı kazanır böylece diğerlerini geçer; iş görüşmesinde bütün rakiplerini geride bırakır hatta rakibi hakkında dedikodu çıkarır bu amaç uğruna. Instagram’da 300 beğeni alır, takipçi sayısını ikiye katlar… Bunlar günümüzün avlanma ritüelleri aslında. Bu noktada siyaseten doğruculuk ya da politik olma durumu günümüz insanının bir avlanma stratejisi oluyor. İçteki, avını haklama dürtüsü, ötekine yöneldiğinde bir stratejiyle “doğru” yöntemleri çağırıyor. Sanatta kendini tüm saydamlığıyla ifade eden sanatçı için durum aynı olmamalı. Çünkü sanatçının samimiyeti bittiğinde sanatı da biter. Ancak eser sanatçıdan çıktığında aynı politik oyunun içine giriyor.


Av Günlüğü isimli çalışmanızın sayfalarına bakarken, serginin ve sergideki yapıtların katman aralarına giriyorum gibi hissettim. Diğer çalışmalar, buna nazaran daha durağanken bu çalışma, sergi sürecini en başından itibaren deneyimleten, avlanma anlarının aksiyonlarına davet eden bir yapıda. Küratöryal olarak sergilenme şekli de bence bunu destekler nitelikte. Bu çalışmayı, sergi sürecinden cımbızlanan bir an yerine, süreci bütünüyle gözler önüne sermesiyle, eserlerinizden ziyade sizi tanıma ve anlama çalışması olarak görebilir miyiz? Böylelikle, aslında sürecinizin kendisini deneyimleterek, tercihleriniz doğrultusunda benliğinizi eserleştiriyorsunuz.

Çok doğru. Av günlüğü bu serginin temellerini oluşturuyor, çünkü her şey bu günlükle başladı. Serginin amacı, çağdaş sıradan bir insanın doğasının ne kadar avcı olabileceği üzerineydi. Bu bir çeşit deneydi ve denek bendim. Bu günlüğe bir sene boyunca hemen hemen her gün düşüncelerimi, yaşadıklarımı yazıyla, desenlerle, kolajla kaydettim. Kendimle kavgalarım, insanlarla yaşadıklarım, başarılar, başarısızlıklar doğrudan deftere kaydoldu. Bu defterde av hazırlığı kayıtlıydı aslında. Bu biraz ilk insanın mağara duvarlarına yaptığı çizimlere benzetilebilir. O çizimlerde avını nasıl yakalayacağını nasıl tuzak kuracağını betimler ilk sanatçı. Bu resimler avı hakkında yoğun bir gözlem gücü yansıtır ve bir av ritüelinin izleridirler. Benim bu defterlerde ise, güne dair bir olaylar dizgesi yer almıyordu; olaylara hazırlık için yapılan düşünsel mücadele, bu mücadelenin görselleri yer alıyordu. Tam anlamıyla bir ritüeldi benim için. Defterlere bakan bir gün sonu raporu göremez, anlamlandıramayacağı bir iz görür. Tıpkı o ilkel avcılar gibi, ben de avımın ön çalışmasını kaydettim aslında. Sürece başladıktan sonra gördüm ki düşüncelerim çoğunlukla eserlerim üzerineydi. Bir müddet sonra bu tasarımlar gerçeğe dönüşmeye başladı. Bazıları teknik sıkıntılardan dolayı gerçekleşmedi. Ama hepsi bu sürecin kayıtları oldu. Bu defter içinden 45 sayfa, sergide mekâna arkalı önlü izlenebilecek şekilde yerleştirilerek sergileniyor. Seçilen bu sayfalar görsel olarak güçlü ve tatmin edici olanlardan seçildi. Her birinde tarih ve gün kayıtlı, bazı sayfalar o güne dair sadece bir sözcük, bir çizgi içeriyor. Ancak düzenlemenin bütününe bakıldığında bir dinamizme sahip olması, içinde gezilip sürece ve bana dair bir serüven yaşatması amaçlandı.


“An” ve “benlik” kavramları üzerinde yoğun olarak durduğunuz için salgın dönemi sizi pek de olumlu etkilemese de Av Günlüğü adlı çalışmanıza eminim eklemeler olmuştur. Sonuçta bu süreç, her şeyi uzaktan yürütüp, kendimize ve kendi zamanımıza yakın olabildiğimiz bir fırsattı ve hala öyle.

“Günlük” benim sürekli elimin altında olduğu için ona notlarım devam ediyor. “An” ve “benlik” benim hep önem verdiğim kavramlar ve her ne kadar bu sergiye eklemeyecek olsam da günlüğümdeki son çalışmalarım içinde bulunduğumuz son durumun izlerini taşıyor. Aylarca evde kapalı kaldık. Atölye 15 dakika mesafedeydi ve gidemedim. Sanırım birçok sanatçı da benim gibi evlerinde buldukları kağıtlara kesip yapıştırarak, çizerek, boyayarak işler üretmişlerdir. Ben de böyle yaptım. Kendimi içinde bulduğum “zorunlu” bir huzur ortamına alıştırmaya çalıştım. Verimli geçtiğini söyleyemeyeceğim. Çünkü huzursuz bir huzur haliydi benimkisi. Bir çeşit “zorunlu cennet”. İçinde bulunduğunuz durumun belirsizliği, gelecekle ilgili yaptığınız tüm o ince küçük planların bir çırpıda değersizleşmesi, çevrenizdeki her şeyin ve herkesin sağlığınız için bir tehdit oluşu küçük cennetinizin duvarlarını yavaş yavaş inceltiyor. Alevlerin duvarlarını yaladığı küçücük bir saklı cennet, içinde yapabileceğiniz tek şeyin akıl sağlığınızı korumak amacıyla kendinizi meşgul etmek olduğu bir hapishaneye dönüşüveriyor. Sanatımı da sorguladım bu noktada tabii. Distopyanın ortasında kalmış bir insan için sanat neden önemli olsun? Benim açtığım ya da açacağım serginin hasta bir insan için ne önemi var? Hayatımız nasıl bir çırpıda umutsuz ve umarsız bir aciliyet durumuna bürünüverdi? Hayatta kalmak ve varlığını sürdürebilmek dürtüsü kadar temel bir duygu durumundayız her birimiz. Ne gariptir ki küçücük bir virüs koskoca insanlığın tüm değer sistemini, önceliklerini yerle bir ediveriyor. İlkel insanlığımıza geri döndük işte, Av Mevsimi sergisinin ana sorunsalı artık birebir bizim hayatımız: İnsan ve hayvanın hayatta kalma bağlamında bir ortaklığı oluştu; hiçbir yüceliğimiz kalmadı. Ölümsüz zannederdik kendimizi, öğrendik ki birer ölümlüyüz. Sergiyi hazırlarken insanı çoğunlukla avcı gibi düşünmüştüm; ama artık virüs tarafından avlanan, çareyi birbirinden kaçmakta bulan, yaşama dürtüsü dışında hiçbir ana meselesi kalmamış insanlarız biz.


Bedenin geçirdiği dönüşümler ki resimlerinizdeki üst üste yerleştirilmiş çok katmanlılığı bu şekilde okuyabiliriz sanıyorum; aynı zamanda insanın hayvani çizileridir. Özellikle de yüzün dönüşümü üzerine Félix Guattari’nin analizi Yüzsellik Çizileri özgürlüğüne kavuşur ve başın hayvanlık çizileri olurlar. Bu ise resimde, aslında çok katmanlılık değil aksine tek katmanlılıktır. Çünkü burada insan ve hayvan çizileri bir olur. Bu onların ortak bir olgusudur. Bu ortaklığa dair neler söyleyebilirsiniz?

Benim resimlerindeki çok katmanlılık aslında 2016 yılında yaptığım Bilinç Katmanları serisinden geliyor. Bilinç Katmanları, ruhun katman katman halleri, oluşları, insanın aynı anda birçok şey oluşu ile ilgiliydi. Burada da bu üst üste insan ve hayvan figürlerini kullanarak onları bir arada görmeye izleyiciyi zorlayarak bu hepsi birden oluşa işaret ediyorum. Dolayısıyla bu resimler sadece tek bir şeye dönüşüm, yani temelinde tek katmanlılık olarak görülemez. Buradaki figürler çok katmanlı varlıklardır.


Dönüşümden bahsederken, haliyle akla ilk olarak Franz Kafka geliyor. Çünkü her ne kadar yakalanan anlar bir aksiyon sunuyormuş gibiyse de aslında oldukça durağanlar ve izleyen de o durağan anda saklı kalıyor. Tıpkı Gregor Samsa’nın örümceğe dönüştüğünde çetrefilli iç dünyasıyla sürüklenirken, bir yandan da okuyucu olarak onunla aynı oda içinde sıkışıp kalmamız gibi. Bu doğrultuda çalışmalarınızın izleyenle kurduğu bağı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu resimler durağan, çünkü eş zamanlı bir oluş, ister istemez durmayı, bakmayı ve çözümlemeyi gerektiriyor. Ama burada aslında üzerinde durulması gereken çok önemli bir konu var: Samsa’nın böcek oluşu metaforik bir anlatım mı, yani bir gerçeği temsilen mi var? Gilles Deleuze ve Félix Guattari “metafor” ile “metamorfoz” arasındaki farkı şöyle açıklar: Metafor benzeme ve taklit etme ilişkilerini çağırırken metamorfoz bir oluşa işaret eder. Burada Félix Guattari’ye göre Samsa bir böceğe dönüşerek sadece kendini dış dünyadan gizler. Bir başka şeyi betimlemek ya da mesaj vermek amacı taşımaz; sadece olur. Onunla aynı oda içinde sıkışıp kalırız çünkü o oluruz. Benim resimlerimde de aynı şekilde bir mesaj, bir başka gerçekliği temsil etme çabası yok aslında. Zaten olanı gösteriyorum. Bunu yaparken Kafka’nın yaptığı gibi doğrudan bir dönüşümü amaçlamıyorum. İzleyen benim resimlerimdeki dönüşümleri keşfetmek zorunda kalıyor. Bu bir çaba gerektiriyor izleyen açısından. Çünkü Kafka’daki gibi belirgin bir dönüşüm değil bu. Formun ve rengin içinde saklı, üst üste gelen görüntülerin izlerini takip ederek bulabiliyorsunuz. Bu dönüşümlerde rastlantısal örtüşmeler, bir araya gelişler var. İzleyiciye bir insan ile hayvanı üst üste getirerek belirgin bir mesaj vermeye çalışmıyorum aslında. Ancak şunu da belirtmek lazım sanatın dili metaforiktir temelinde. Plastiğin araçlarını kullanarak bir bağlam ortaya koyar. Bir şeyler anlatır. Benim de özellikle heykellerimde biçimlerle bir şeyler anlatma derdim var. Çünkü elimdeki malzeme renklerdeki gibi uçucu değil, üç boyutlu ağır bir kütleyle çalışırken oyun alanınız o malzemenin sınırlarıyla belirleniyor. Kütle sizi daha yalın bir anlatım olanağına zorluyor. Otomatikman sanatsal kaygım gereği bir bilinç durumunu anlatmak için onu bir hayvana ya da insana dönüştürmek zorunda kalıyorum. Doğrudan metaforun kuralları devreye giriyor. Resimlerdeki eş zamanlılık, illüzyonlar ve dönüşümün kendiliğindenliği heykellerde çalışmıyor.



Zuhal Baysar, 12. Kavga, Tuval üzerine yağlıboya, 110x170 cm, 2019



Sizi; figürleri suyun içinde, sanki huzuru buldukları anlarda saklı bırakan, bitmesini istemediğimiz anlarda zamanı donduran ve her şeyden önemlisi bireyin benliğine dönüşünü hissettiğimiz çalışmalarınızla tanıyorum. İnsanın suda benliğini arama anları ise kestirmeden varoluşçu bir perspektif koyuyor önümüze. 20 yılı bulan bir ‘an’ araştırma durumunuz var ve eserlerinizin günümüze uzanan yolculuğuna baktığımda, içerik olarak özelden genele giden bir yapı görüyorum. Peki, uzun süren bu araştırmalarınızı, sanatçının avlanma anları olarak ele alırsak, insan olma durumuyla ilgili neler avladınız?

Evet, uzun zamandır “an” ve “benlik” üzerinden çalışıyorum. “An” benim için bilincin kendini gösterdiği bir sonsuzluğa işaret ediyordu. Derdim hep “ben”di aslında. Çünkü benim için sanatı doğuran sanatçının kendisiydi. Kendimi çözmekti derdim. Perspektifim kendimden ötekilere doğru açıldı hep. Şimdi ise kendimi ötekilere yansıtıyorum diyebilirim. İnsanın kendini arama çabası hiç bitmiyor. Toplumla her karşılaşmanız kendinizle ilgili yeni bir gerçekliği yüzünüze vuruyor. “Ötekine göre ben neyim?” sorusu hiç cevaplanamayacak sanırım.


İlk Karşılaşma adlı eserinizi gördüğümde, aklıma Lacan’ın ayna metaforu geldi. Bu teori 6-8 aylık bebeklerin, 18-20 aylık olana dek gördükleri her nesnenin (aynadaki görüntüsü de dâhil) kendi vücudunun bir parçası olarak gördüğünü savunur. Sonrasında ise bebeğin, aynadaki kendisinin evrenden ve diğer nesnelerden farklı olduğunu anlamasıyla kopuş-kırılma anı başlar. Bu çalışmanızda ise kız çocuğunun, üzerinde insan figürleriyle desenleşmiş, siyah bir aslanla karşı karşıya gelmesi, sanki aynada yansımasıyla karşılaşması gibidir. Hem kızın hem de aslanın yüz ifadelerine dikkatli baktığımızda ikisinin de bu karşılaşmadan hoşnut olmadığı görülür. Acaba buradaki karşılaşma insanın özüyle karşılaşma ve ondan kopuş anını mı temsil etmektedir? Bu onun hoşnutsuzluğu mudur?

Bu heykel, benim resimde çözdüğüm katman katman geçişli kompozisyonları üç boyuta taşıma kaygımla oluştu. Katmanları sadeleştirerek tek bir form üzerinde fakat kütle ve yüzey meseleleriyle çözmeye çalıştım. Resimlerdeki üst üste insan hayvan biçimleri burada karşılıklı yerleşti. İç dünyadaki bütün o kavgalar, başkalaşımlar ile başa çıkmakta zorlanışımız, kız çocuğunun savunmasız ve korkmuş haliyle görselleşti. Bu kavgalar da yaşamda karşılaşılan olaylar ve durumlar, dış dünyadaki “ötekilerle” bağlantılı. Bu bizim içimizde yaşadığımız o karşılaşmaların hoşnutsuzluğuna bir gönderme kesinlikle.


Eserlerinizde genellikle belli ya da baskın bir mekânsal göstergenin varlığından bahsedemeyiz. Buna rağmen sergi, konusu itibariyle avlanılan birçok mekânı benliğinde taşır. Resimlerinizde üst üste binmelerin oluşturduğu zaman çoğalması, zamanı ve mekânı algılayışınız konusunda meraklandırıyor. Kafka örneğinde olduğu gibi, bir düşsel seyahate çıkarken, tek bir mekânda zamansal bolluğu yaşıyoruz; hissindeyim. Mekânla kurduğunuz bağı nasıl tarif edebilirsiniz?

Sanırım resimlerimde “mekân” ve “zaman” kavramı çok katmanlılığın etkisiyle bilindik anlamlarından uzaklaşıyorlar. Çünkü artık belirgin “tek” bir mekân ve “tek” bir zaman diliminden bahsedemiyoruz bu resimlerde. Katman katman bir süreklilik ve geçirgenlik var. Katmanlar süreci gerektiriyor olabilir ancak bu katmanlar eş zamanlı olarak var. Bu eş zamanlılık, bir anda hepsinin algılanmasını gerektirir. Katmanlar bir araya gelerek “an”da yeni bir varoluş yaratırlar. Tabii bu varoluş kendi içinde bir sürekliliğe de sahip olmak zorunda. Bu benim “çok katmanlı süreklilik” olarak tanımladığım bir durum. Bu durum zaman ve mekânı belirsizleştiriyor. Ancak benim için üst üste bindirilen resimlerdeki mekânlar çok önemli, çünkü plastiğin dışında anlamı güçlendiren bir yanı var. Örneğin insanların kavga ettiği bir resimde mekânın sokak oluşu ile üstüne bindirdiğim görüntüdeki birbirlerine saldıran aslanların bomboş bir kırda oluşu, benim için önemli. Ya da bir ev ortamı ile savana ortamı, üst üste bindirilen bir erkek figürüyle dinlenmekte olan bir leoparı aynı derecede tanımlıyor. Mekân kavramı sanatta güçlü bir kavram. Durağan ve tutarlı bir yapı talep ediyor. Nesneleri, kişileri, olayları ve durumları çerçeveleyen tanımlayan, belirleyen bir yapısı var. “Nerede?” sorusunun cevabı o kadar kesin bir yargı belirtiyor ki tek başına bazen bir olayın veya durumun niteliğini belirleyebiliyor. Benim resimlerimde mekânlar ve durumlar üst üste, iç içe ve bazen birbiriyle çatışma halinde. Bu noktada resimler izleyiciden düşünsel ve görsel bir yoğunlaşma talep ediyor. Çünkü bu yaşamlar kendi dünyası içinde hem av hem avcı olan insanların yaşamları.


Av Mevsimi serginize gelene kadar geçen sürede, uzun zamandır bağımsız sanatçı ve akademisyen olarak yolunuza devam ediyorsunuz. Sanatçının, dâhil olmak istemediği temsiliyet sistemi dışında, bağımsızlığını koruyabilmesi için sektör içi ya da dışından maddi gelirini elde etmesi gerekiyor. Bu bağlamda akademisyenlik ile eğitim sektörü sizi ve sanatınızı nasıl besliyor? Avlanma anlarınıza ne tür katkılarda bulunuyor?

Sanırım bir sanatçının eserlerinden gelir elde etmesi sadece ülkemizde değil dünyada büyük bir sorun. Çünkü sanatçı olabilmeniz her türlü yaptırımdan uzak ve özgür bir sanatsal süreci gerektirir. Ancak eğer bundan para kazanıyorsanız “ötekine göre” eser üretmek zorunda kalabiliyorsunuz. Galeriler, koleksiyonerler sizin en temel yaptırım odaklarınız oluyor. Burada dengeyi sağlamak oldukça güç… Benim durumumda akademik kariyer ekonomik olarak bağımsızlığımı sağlayan en temel öge. Ancak bu işin sadece ekonomik yanı… Bunun ötesinde beni doyuran, gençlerle iletişim. Sanatımı besleyen aslında atölye derslerindeki tartışmalarımız, yeni fikirler, genç bakış açıları oluyor. Eğitim iki yönlü bir şeydir: Sanatın neliğini tartışırken bu sorunsalı karşınızdakilere öğretmezsiniz; siz öğrenirsiniz. Atölyenizde kendi kendinize kaldığınızda sadece kendinizden beslenirsiniz. Bu sessizlik anları çok önemli ve gereklidir. Ancak okulda öğrencilerle tartışırken ya da bir sergi açılışında bir etkinlikte diğer sanatçılarla beraberken kendinizi doldurursunuz. Bazen sadece atölyemde çalışmak istiyorum ve vakit sıkıntısından yakınıyorum; ama gerçek şu ki sanatımın beslenebilmesi için dışarıda olmaya, bir şeyler “öğretmeye” ihtiyacım var.


Hem sanatçı hem de eğitmen kimliğinizle, üretiminizde heyecanınız nasıl evrildi? Tutkunuzu açığa çıkaran anlarınız nelerdir?

Sanat öğrencileriyle atölyedeki tartışmalarımız ve benim sanatımda yaşadığım yüzleşmelerim birbirini besliyor. Bazen sanatımda yaşadığım bir sorundan yola çıkarak derslerimde plastik bir mesele geliştiriyorum. Bazen sınıftaki bir konu sanatsal çalışmalarıma yansıyor. Sanatçı olmak ve eğitimci olmak birbirini besleyen bir süreç yaratıyor. Sanırım bunun en güzel yanı hiç bitmeyen bir kendini yenilemeye maruz kalmanız. Bu sizi dinç ve heyecanlı tutuyor. Yeni ifade biçimlerine cesurca girişebilmenizi sağlıyor. Genç sanatçı adaylarının bana kazandırdığı en önemli şey bu belki de: “Olabilir mi?” sorusunun cevabı: “Neden olmasın?”


Son olarak, serginin küratöryal düzenlemesinde bir değişiklik oldu mu? Yeni normale uygun düzenlemeler yer alıyor mu?

CerModern açılış ve ziyaret için önlemlerini aldı. Küratöryal olarak herhangi bir yeniden düzenlemeye gitmiyoruz. Çünkü mekân fiziksel anlamda oldukça büyük ve ferah, eserler arasındaki mesafe ziyaretçilerin sosyal mesafesini korumaya uygun. Mekân düzenli aralıklarla dezenfekte ediliyor. Tüm ziyaretçilerin maske takma zorunluluğu var ve giriş esnasında vücut ısısı ölçümleri alınıyor.

bottom of page