top of page

Herkes ve Hiç Kimse: Şiddet ve alâka

Erdoğan Zümrütoğlu'nun DG Art Gallery & Projects'deki kişisel sergisi Herkes ve Hiç Kimse üzerinden sanatçının pratiğini ele alıyoruz


Yazı: Ahmet Ergenç


Persona Non Grata, 2023, Tuval üzerine yağlı boya, 225*185 cm


Bazı yazıların ilk cümlesi zor olur, bir olası neden şudur: O kadar çok şey aynı akla üşüşür ki, hangi birini yakalayıp diğerlerine öncülük etsin diye kağıda yazacağını bilemez yazan kişi. Ayrıca öncülük etsin diye şeçilen cümle, yazının kaderini ve ilerleyişini belirlemek gibi hassas bir konuma sahiptir. Aynı anda paralel olarak cümleler yazma denemeleri olmuştur bazı yazarların, sütunu ikiye, üçe bölerek ama bu da aslında “akla üşüşme” halinin yoğunluğuna komik ve cılız bir çözümdür.

 

Böyle aporia yani açmaz anlarını çözmenin en iyi yolu herhalde bu açmazın kendisinden bahsederek, bu “açmazı” kabul ederek yazıya başlamaktır. Yazmanın imkanı ve imkansızlığı üzerine yazan, yazamayan yazarların hikâyesini de yazıya dahil eden bütün modernist yazarların bulduğu çözüm de budur.

 

Erdoğan Zümrütoğlu’nun son sergisi Herkes ve Hiç Kimse üzerine yazmayı denerken, böyle bir aporia'ya yakalanmış olmam manidar, zira Zümrütoğlu’nun resimlerinde hem ifadeye sığmayan hem de aynı anda bir sürü ifadeyi “patlatan,” akla ve sahneye çağıran bir yoğunluk var. Bir yoğunluk ve şiddet. Kendisiyle ilgili yazdığım bir "portre" yazısının başlığı da "şiddetli alâka" idi zaten. Dünyayla, varoluşla, yok oluşla, hayatla, ölümle, siyasetle ve diğer şeylerle şiddetli ve yoğun bir alaka kurmak. O yazıdan alıntılayarak şöyle ifade edeyim bu "şiddetli alâka"yı:

“Zümrütoğlu’nu Tuhaf Açı’nın yeni konuğu yapan şey şu: dünyaya gösterdiği şiddetli alaka ve resimlerinde fiziksel olarak hissedilebilen o trajik affect ya da felaket ve aciliyet hissi. Çağdaş sanata hakim olan o ironik, mesafeli, kavramsal ve (çoğu zaman) steril bakışın aksine Zümrütoğlu bir modernist ciddiyeti sırtlanıyor ve dünyayla trajik olmaktan hiç imtina etmeyen, tabiri caizse ‘kanlı bıçaklı’ bir karşılaşmaya girişiyor.”

 

Bu “kanlı bıçaklı” ve şiddetli hal, son sergisine de hakim: kan revan manzaralar, patlayan bedenler, felaket hissi, krizli ve patolojik durumlar, bunların çıkardığı bir nevi yangın ve bu “çağ yangını”nın gözünün içine bakan, bizi de oraya sürükleyen bir tavır. Şiddetli alâkanın yanında şiddete gösterilen bir alaka. Şiddet ve alâka.  

 

Bu sergide de yine devasa boyutlar, aşırılık ve bir yoğunlaşma Zümrütoğlu’nun çağın şiddetine bir cevabı gibi duruyor. Çağ şiddetli bir çağdır, modernizmi yaratan savaşlar, şiddetler ve marazlar aynen devam etmektedir, geride bırakılmış bir “şiddet tarihi” yoktur ama günümüzün hakim fake söylemi bizden daha az ciddiyetli ve her nasılsa daha “ironik” olmamızı talep eder ve bu yeni “azaltılmış ciddiyet rejimi”ne uymayanlar anakronik addedilir. Bu hafifleme jargonlu zeitgeist’a bakarsanız, sanki şiddet tarihi geride kalmıştır, o yüzden artık bir modernist ciddiyete ihtiyaç yoktur: halen ciddiyetle dünyaya bakanlar, kendilerini bir tarihten kurtaramamış, dünyanın mevcut (daha az şiddetli) haline uyarlayamamıştır.  Zümrütoğlu’nun bu sergideki ve diğer sergilerdeki işleri, bana sorarsanız en çok bu “şiddetsizlik” mitini ya da illüzyonunu bozduğu için önemli. Bir şey daha: Krizli bir özne de, varoluş, anlam, tarih, arzu, felaket, trajedi gibi “majör” kavramlar üzerine düşünen ve de düşen bir krizli özne de (modernitenin öznesi) günümüzde bir anlamda çağ dışıdır. Nietzsche, Bernhard, Cioran gibi yazarların negatif öznesi yerine daha ılımlı bir özne gelmiştir. Negativite, çarpışma, trajik bilinç gibi hususiyetlerin yerini uyumlu, uysal ve “pozitif” bir özne almıştır, güya.

 

Bu çağdaşlık tanımı karşısısında, daha karanlık, daha krizli bir özneyi sahneye çağıran Zümrütoğlu’nun, Agamben’in kast ettiği anlamda çağdaş olduğunu düşünüyorum. Çağdaş Nedir? adlı meşhur yazısına şöyle diyordu Agamben: “Kendi zamanlarıyla mükemmelen uyuşan, ona her bakımdan bağlı olanlar, çağdaş değildir…. Bilakis, çağdaş, zamanının karanlığını kendisini ilgilendiren, kendisine musallat olmayı asla bırakmayan bir şey olarak algılar… Çağdaş, gözleri kendi zamanından yayılan karanlık huzmesine takılıp kalan kişidir.”[1] Bir bakıma çağdaş, çağdaş olmayandır, çağın ışıklarına gözleri kapalı olandır.

 

Zümrütoğlu’nun bir çağ karanlığına baka baka bakışını keskinleştirdiğini, işlerine bakanları da bir karanlıkla, marazla, huzursuzlukla, şiddetle yüzleşmeye davet, aslında davet de değil, buyur ettiğini söyleyebilirim. Son sergisini dolaştığımda ve sergiye eşlik eden metinleri okuduğumda Zümrütoğlu’nun, yine bir çoğu, devasa boyutta olan işleriyle bir cinayet mahalli yarattığını hissettim. Bu cinayet mahalli hissinin iki yönü var: bazı işlerde bir şeyler “öldürülmüştür” bazı işlerde de bir cinayetin, öldürülmüş olan birilerinin ya da bir şeylerin intikamı alınmaktadır o cinayete eşdeğer bir “cinayet” sahnesi yaratılarak. Hem mevcuda suikast hem de suikast ya da saldırıya uğraşmışlara iade-i itibar.  

 

Burada hemen cinayetin de etimolojisine bakalım, ki taşlar yerine otursun: Cinayet köken itibariyle sadece birini öldürmek değil, büyük bir suç işlemek anlamına geliyor(muş). Arapça’da suç, özellikle de kabahatten daha ağır olan suç, ölüm cezası gerektiren suç anlamına gelen cinaya kelimesi var temelinde. Dolayısıyla, buradaki cinayet mahalli benzetmesini, bütün büyük suçlar için bir mecaz olarak okuyabilirsiniz. Eski bir yazıdan bir pasaj yine kendini buraya ışınlıyor, şöyle demiştim o yazıda: “Nietzsche Ecce Homo'da grandeur'e ve neredeyse kendini düşüncenin yeni tanrısı ilan etmeye çok yaklaştığı anlardan birinde, düşünce tarihine ‘suikastler’ düzenlediğinden bahsediyor. Zümrütoğlu'nun da böyle bir suikastte bulunmaya meyilli olduğunu söyleyebilirim. Felaketi gösterip, kurtuluşu daha da karanlık düşünmekte ya da bir düşünce orjisinde bulmak gibi bir formüle dayanan bir suikat girişimi.”[2]

 

Karanlığı göstermek ve suikaste girişmek, gibi benzetmeleri sergi kataloğu için yazdığı metinde Ebru Ojen de kullanıyor. Zümrütoğlu’nun dünyaya cinai bir cevap verişine dair sahneler tasarlarken şöyle diyor bir yerde: “Müthiş bir nezaketle katletmek istiyor tarihin, sanatın ona sunduklarını.” Bu reddetme ve “katletme” halini Nietzsche’nin çekiçle felsefe yapmak dediği şeye benzetebilirsiniz.  

 

Zümrütoğlu’nun resimlerinde bir zemin sarsma hamlesinin de olduğunu düşünüyorum. Bilhassa da büyük boyutlu resimlerde kurulan o “anlaşılmaz rejim” oraya bakan ve üzerine düşünen kişinin ayağının altındaki yumuşak halıyı alıveriyor ve bir boşluk açılıyor. Benzer bir şeyi katalogdaki yazısında Mehmet Said Aydın da söylüyor: “Ardından tekrar tekrar zihnimdeki Zümrütoğlu tuvallerinin önünde durdum. İnsana saldıran, durduğu yerin, ayağının bastığı yerin neliğini sorgulatan, devasalığının yanında müthiş bir şefkat barındırdığını hissettiğim, insanın o en hayvan yerini kurcalayan resimlerini düşündüm.”

 

Görünmeyenin Bakışı I, 2020, Tuval üzerine yağlı boya, 90x90 cm Görünmeyenin Bakışı II, 2020, Tuval üzerine yağlı boya, 90x90 cm

Görünmeyenin Bakışı III, 2020, Tuval üzerine yağlı boya, 90x90 cm


Buradaki sarsma, bazen de bir sarsılmanın kaydıdır. Buradaki şiddet bazen de "uğranılmış" bir şiddetin kaydırır. Buradaki görsel inilti, bazen de çağdaş dünyada yükselen iniltilerin kaydırır. Bu bahsettiğim şiddetleri görmek ve dahi tecrübe etmek için Persona non Grata, Tekinsiz, Kimsenin Bakışı ve Kimsenin Düşü gibi hayattan büyük resimlere daha yakından bakabilirsiniz. Ya da Görünmeyenin Bakışı adlı seride bize bakan o hem tedirgin, hem de tedirgin edici demonik figürlere. Veya Bilinmeyen Bir Yapıt İçin Modüller başlıklı heykel serisindeki suratları deforme olmuş, bir şiddetin izini taşır gibi görünen figürlere.

 

Bilinmeyen Bir Yapıt için Modüller I, 2022, Patineli bronz, 74x40x46 cm Bilinmeyen Bir Yapıt için Modüller III, 2022, Patineli bronz, 88x44x46 cm

Bilinmeyen Bir Yapıt için Modüller VI, 2022, Patineli bronz, 85x46x46 cm


Velhasıl, Zümrütoğlu bu sergide de çağın mevzularını ve şiddetlerini küçültüp hasır altı etmek yerine, büyütüp yüzümüze doğru fırlatıyor. Şimdinin şiddetinin hissettiren bir şeyler burada. Ukrayna’dan Filistin’e dünya bir yangın yeriyken, başka türlü davranmak da abes, sadece abes de değil, bir bakıma suç ortaklığı olurdu zaten.[3] 



 

[3] Yazıya dahil olamadı ama sergide bir çıkış yoluna işaret eden bir poetik sloganın da mevcut olduğunu not etmek isterim: “Poesie, Alchemie, Anarchie.” Bakınız, Üç Şey adlı iş. Aldık, kabul ettik. 

bottom of page