top of page
Yekhan Pınarlıgil

Her hasretin bir vuslatı vardır

Canan’ın son kişisel sergisi Vuslat 10 Şubat - 16 Mart arasında artSümer’de izleyicilerle buluşuyor. Sanatçıyla serginin kurgusu ve masallarda gizli mutluluk yolları üzerine konuştuk


Röportaj: Yekhan Pınarlıgil

Fotoğraf: Elif Kahveci


CANAN, Fotoğraf: Elif Kahveci


Canan’cım, sen de üç gün, üç hafta; ben diyeyim üç yıl, hatta üç asır… Her hâlükârda İstanbul çok zamandır sana hasret. Ama bu sohbetimiz müjdesi olsun, vuslat çok yakın. Önümüzdeki Şubat’ın 10’unda, Art Sümer'de yepyeni bir kişisel sergi açıyorsun. Hem eserlerinden hem de sergilerinden alışık olduğumuz üzere, isim hem son derece manidar hem de hayal gücüne methiye neredeyse: Vuslat


Vuslat, Arapça kökenli bir kelime, kavuşmak anlamına geliyor. Serginin genel konsepti olarak hayata kavuşmak, sevdiğine kavuşmak ve aslında arzuladığım bir sürü şeye kavuşmak anlamında sergiyi kurguladım. 


Nasıl bir yerleştirme kurguladın? Mekânı nasıl düşündün? Nasıl karakterler bizi karşılayacak? 


Sergide üç farklı yerleştirme, hatta dört farklı yapıt var diyeyim. Girişte kelebeklerden oluşan bir i̇ş izleyicileri karşılayacak, ismi Ahmet Mithat Dranas’ın bir şiirinden alıntı: Kelebek gibi uçmakta ruhumuz. İçeride Vuslat diye kaligrafik bir heykel olarak tasarladığım bir eser olacak. Bunlara bir yılan, boncuk ve kurutulmuş çiçeklerle ürettiğim, duvara asılacak birkaç tane de küçük iş eşlik edecek. Ancak ana yapıyı, serginin en büyük alanını kaplayacak Şehretün’nar adlı büyük bir yerleştirme oluşturacak.


Yine toplumsal hayal gücünün derinliklerine iniyor, karanlıklarında unutulmuş bir süper kahramanı gün ışığına çıkartıyorsun. 


Şehretün’nar, seninle daha önce konuştuğumuz gibi mitoloji ve masallardan etkilenerek ürettiğim yapıtların bir uzantısı. Burada yine İslam mitolojisine ait bir karakter olan Şehretün’nar’dan yola çıktım. Bu karakteri daha önce de kullanmış, bir minyatür yapmıştım. Sergiye hazırlanırken yerleştirme bir imge olarak gözümde canlanıyordu ancak tam netleşmemişti. Güneş mi yapsam, Şehretün’nar mı diye düşünüyordum. Bu imgeler beni çekiyordu. Yapıtı hazırlarken öncelikli olarak bir masal yaratıyorum, alacağı biçime sonrasında karar veriyorum. Dolayısıyla hangisinden çıkacağımı düşündüm ve sonra Şehretün’nar’da karar kıldım. Yani onu bir mitolojik karaktere dönüştürmeye ve masalı oluşturmaya başladım. Yapıt kafamda şekillenirken masal da beliriyordu aslında. Bu sanat eserini mitolojik yeni bir masalın içinde dolaşmak olarak algılayabiliriz. 


CANAN, Şehretün’nar, 2024, Kağıt hamuru, demir tel, kumaş, payet, boncuk, ışık, değişken ölçüler


Kimdir peki bu Şehretün’nar? Nasıl karşılaştınız? Nedir seni etkileyen onda?


Şehretün’nar bir cin, cinlerin anası. Nurdan, yani ışıktan yaratılmış. Yapıtın içine girmeye başlayıp, Şehretün’nar’i araştırınca yine hayretler içerisinde kaldım. Çünkü bu karakteri ilk yaptığımda onun cinlerin anası olduğundan haberdardım ve hikâyesini de şöyle biliyordum. Şehretün’nar’ın yüzlerce, binlerce yüzü ve her yüzünde farklı ifadeleri var. Aynı kendisine benzeyen, yani binlerce yüzü olan kocasıyla bitlikte binlerce çocukları, oğulları oluyor. Ama sonra adam bunu aldatıyor, Şehretün’nar da çocuklarına gidin babanızın gözünü oyun, açın, bir daha aşkına ihanet etmesin diye buyuruyor. Yani bu benim bildiğim ilk hikâye metaforik olarak çatışmanın ne kadar kötü olduğunu i̇zleyicilere anlatıyor. Sonrasında Şehretün’nar’i tekrardan araştırmaya başladığımda bu hikâyeye ulaşamadım. Çok az kaynak var. Muhtemelen bir kitapta, belki de Metin And’ın kitaplarından bir tanesinde okudum. Çok küçük bir paragraf olduğu için de tekrardan alıntıyı bulamadım. Ama Google'dan araştırdığım kadarıyla, dönemin edebiyatında Şehretün’nar karakterine rastlıyoruz. Âdem ve Havva'dan önce Şehretün’nar’ın bir erkek olarak yaratıldığını, sonra karısının vücut bulduğunu okudum. Benim için yeni bir bilgiydi. Âdem ve Havva üzerine o kadar üretim yaptıktan ve onların mitolojisini analiz ettikten sonra, insanın yaratılış anlatısından önce gene ona benzeyen bir hikâyenin cinler üzerinden kurgulanmış olması bana şaşırtıcı geldi. Zira ben Âdem ve Havva mitolojisini incelerken, bu mitolojinin Sümerler ve Babil’den beri, yani üç büyük dinden önce var olduğunu öğrenmiştim. Ama burada Şehretün’nar insan formunda bir cin olarak karşımıza çıkıyor. Yine binlerce yüzü var ama bu hikâyeyi bir aldatma hikayesi olarak değil, cinlerin yaratılışı olarak anlatıyorlar. Ben her ne kadar bu hikâyeyi okuduktan sonra derin bir analize girmediysem de benzerliğin kolektif bilinç altıyla alakalı olduğunu düşündüm. Ve bu noktada yeni bir masal kurgulamaya başladım.


Peki sergide bize eşlik eden bu hikâye, bu masal bizi nereye götürüyor? 


Hikâyeyi masalsı anlık olarak anlatıyorum, yani serginin bir masalı var ve izleyiciler benim sesimden bu masalı dinleyecekler. Kısaca bahsetmek gerekirse: toprak, hava ve su uyuyor ve büyük bir sıkıntı duyuyorlar. Gayet keyifsizler. Karanlık ve sessizlik hâkimken söylenmeye başlıyorlar. Diyorlar ki her şey çok kötü, canımız çok sıkılıyor. Bunun üzerine sesleri arşa gidiyor ve onlara bir ışık olarak, nurdan yaratılmış Şehretün’nar’ı gönderiyorlar. Sonra doğa uyanıyor: Çiçek açıyorlar, rüzgârlar fırtına gibi eserken melteme dönüyorlar. Yani hayata can veriyor Şehretün’nar


Sonra yüzyıllar geçiyor. Şehretün’nar toprak, su, hava, ağaç, çiçek ve kuşla birlikte çok mutlu yaşarken, bir gece kafasını yatağa koyduğunda aklına geliyor. Diyor ki, ağaç çok güzel ama eşi var, kuş çok güzel ama eşi var, ama bunlar benim gibi değil, keşke benim gibi birisi olsa. Yani aslında aşkın arayışında, ama bunun ne olduğunu bilmiyor çünkü yaşamamış. Ağaç bilge bir ağaç. Ona senin aradığın şey aşktır diyor. Hüzünlü olmasından tabii ki bütün canlılar rahatsız oluyorlar, zira Şehretün’nar onlara neşe ve yaşam kaynağı. İşte Şahretün’nar bunun üzerine yaratılıyor! Sergi de bu herifi karşılama üzerine. (Gülüyor.) 


Karşılayalım tabi hüzne şifa olacak bu herifi! (Gülüyor.) Serginin kurgusu giderek daha belirgin olarak karşımıza çıkıyor.  


Herkese göre farklı olabilir tabi ama fark ettim ki bu hikâye şöyle analiz edilebilir. Ben kendi yapıtının oluşturulmasını bir güneş gibi düşünüyorum. Şehretün’nar ışıktan yaratılmış bir yaratık, yaşam veriyor. Binlerce oğulları oluyor. Derin bir analiz yapmadan da aslında burada bir güneş görebiliyoruz. Işıktan ışık doğuyor gibi düşünürsek aslında bu bir güneş. Başta bir güneş mi yapayım ya da Şehretün’nar mı yapayım diye düşünürken finalde aynı yere geliyorum. Çünkü nur ışık aslında. İnsanın yaratılış efsanesini bambaşka türde mitolojik hikâye ile anlatmak! bence ancak bu kadar gizli ama ancak bu kadar hoş bir şekilde anlatılabilir. Güneş gibi algılıyorum bunu ben. İnsanlık tarihi güneşin yaratılışı üzerinden de tanımlanmış olabilir. Mutlaka herkes farklı bir analiz yapabilir ancak ben bu şekilde okumayı düşünüyorum. Yani doğaya canlılık ve hayat veren bir güneş olarak görüyorum Şehretün’nar’ı. Yani herifi karşılıyoruz (gülüyor), ruhumuz kelebek gibi coşmakta. 


Bu masal, bu karşılama serginin kurgusuna nasıl yansıyor? 


Önce kelebekler var. Böyle 50 ya da 60 tane rengarenk kelebek karanlık bir odada izleyiciyi karşılıyorlar. Şehretün’nar bütün sergiyi kendi ışığıyla aydınlatan bir yapıt. Mesela bir ağaç var yerleştirmede, çiçekleri ışıktan. Tavus kuşlarım var. Onların ışıkları kendi içlerinde. Sonra Şehretün’nar’in da kendi içinde ışığı var. Bunun yanında, enstalasyonda, Şehretün’nar’ın ışıktan oluşmuş oğulları yerde sadece huzme olarak duruyorlar. Yani bir karakter gibi degil. İnsanlar anlar ya da anlamaz, yerde ışıkları olacak. Daha önceden seninle yapmayı düşündüğümüz ışıktan enstalasyonun bir üst adımı olarak algılayabilirsin bu yapıtı. Eser tamamıyla masalsı. İçeriğiyle giren izleyicinin ister çocuk olsun ister yetişkin, kendini büyülü bir masal aleminde bulmasını istiyorum. Ama tabii ki bu masalda anlatılan insanın kendisine dair, hayatın oluşumuna dair ışıktan oluşmuş bir masal.


Yan tarafta kaligrafik bir Burak'tan esinlenerek yaptığım Vuslat var. Burak iyi bilinen bir İslam mitolojisi karakteri. Bu eserimde ben onu üç boyutlu hale getiriyorum. “Her hasretin bir vuslatı vardır.” cümlesinden yola çıktım. Yapıtın üzerinde başka pozitif cümleler var: “Seviyorum. Her hasretin bir vuslatı vardır çok şükür. Sensiz yaşayamam. Bayılıyorum sana.” gibi. Aslında her insanın sevdiği ve sevdiğine söyleyebileceğine en güzel sözleri içeren bir eser. Kavuşmak, sevdiğine kavuşmak üzerine, insanın içinden gelen cümleleri kapsıyor. Bunların hepsi benim cümlelerim. Kendi içimden geçenleri yapıp aktarıyorum. Dediğim gibi i̇ş farklı tonlarda estetik görüntüsü olan kaligrafik bir heykel. Bütününde incecik tellerin bükülmesiyle şekilleniyor. Şehretün’nar ise ışık, tül, payet, boncuk, ip gibi farklı materyallerin bir araya getirilmesi ile oluşan bir yapıt. Kelebekler gibi. Bir tane yılan var yine tellerden oluşturduğum. Onun üzerinde de “duymadın sesimi meğer duymazmış yılanlar aşkın sesini” diye bir yazı yazıyor. Bu da kaligrafik bir heykel. Meğer şöyleymiş, yılanlar sağırmış. Ancak titreşimlerle duyabiliyorlarmış. Başka bir deyişle, duyma yetileri yokmuş. Bu da biraz insanın sesini karşı tarafa duyurmak isteyip, karşı tarafın duymamakta ısrar etmesi üzerine şifa niyetine yapılmış bir yılan. 


Peki sergi genel duruşuyla ilgili olarak ne söylemek istersin Canan?


Sergi ile ilgili genel olarak bir şey söylersem, insanları arzuladıkları şeye kavuşturmak üzerine bir kurgu. İnsanlar her zaman bir şeylerin arayışındalar. Mutluluk arayışındalar. Aşk arayışındalar. Huzur arayışındalar. Bunun gibi bir sürü şey var hayatlarında. Benim tutumum kavuşmanın zor olmadığına dair. Böyle acılı bir durum söz konusu etmektense daha çocuksu bir ruhla hitap etmek. Yani masal diliyle anlatmak. Pozitif bir bakış açısı üzerinden yapıtları kurgulamak. Zaten ben uzun zamandan beri hayaller, masallar ve mitolojiler üzerine çalışıyorum. Örneğin, en son seninle yaptığımız Hayal değil burası adlı sergi de ayni yaklaşımdaydı. Vuslat’ta da onun bir devamlılığı söz konusu. Şehretün’nar karakteri üzerinden masalsı bir dille doğanın var oluşunu anlatmak istedim. Oradaki masalsı kuşların, ağaçların, yarı insan yarı hayvan görüntüsündeki yeni mitolojik karakterlerin aracılığıyla, bizim hayal dünyamıza, o çocuksu masalsı duyguya seslenirken aslında buraya dair bir şey söylemek amaç. İnsanlar inanç olarak mutluluğu burada yaşayamayacaklarını düşünüyor, öldükten sonra cennete gittiklerinde mutlu olacaklarına inanıyorlar. Oysa cennet burası. Mutluluk burada. Aşk da burada. Ten de burada. Et de burada. Şehvet de burada. Buraya dair şeyler bunlar. İzleyiciler yapıtının içinde gezerken bir masalda dolaştıklarını düşünecekler. Ama aslında burada dolaşmış olacaklar. Yani kendi yaşadıkları hayatta. Herkesin uzağa giderek mutlu olmayı düşündüğü yer aslında kendi yaşadığı yer. Yani ağacın, suyun, denizin ya da kuşların, hayvanların olduğu o doğa, dünya. Işık. Güneş. Farkına varmasak da bizi çok mutlu eden bir şey güneş. Almanya'da aylarca kalmıştım. Orada, üç hafta gökyüzü kapalı olduğunda insan kendini çok mutsuz hissediyor. Halbuki şurada güneşi gördüğümde çok mutlu oluyorum. Yaşam sevinci veren bir şey. Belki o yaşam sevincini karşılama olarak da algılayabiliriz yapıtta. Yani vuslat, hayatın sevincine kavuşmak olarak. İzleyici, oraya girdiğinde neye kavuşmak istiyorsa onun kutlamasını yapacak. Benim için bu böyle. Ve bütün okuyuculara şunu söylemek lazım her hasretin bir vuslatı vardır. Aşka mı kavuşmak istiyorsun, yaşam sevincine mi, mutluluğa mı, huzura mı? Ahanda hepsi burada!






Comments


bottom of page