Pandemiden askeri mutenalaştırmaya, kentsel soylulaştırma müdahalelerinden iklim değişikliğine dair daha neler göreceğiz demeden kuraklığa, izolasyon siyasetine, resesyon, ultra-enflasyon ve başka başka olağanüstü hallere... Hepsi bizi aynı soruda buluşturuyor: Güvende miyiz?
Yazı: Misal Adnan Yıldız
Frankfurt’taki Deutsches Architekturmuseum’da düzenlenen Dünün Geleceği adlı sergi, ütopik yaşamın ardındaki fikirleri inceliyordu. Resimde, Future Systems’ın 1985 tarihli Shelter'ı, Etiyopya’daki kıtlık sırasında yaklaşık 190 kişiye barınak sağlamak üzere tasarlanmış büyük, taşınabilir, şemsiye benzeri bir yapı olarak görülüyor. Deutsches Architekturmuseum izniyle
Güvenlik sorusu, beraberinde bir hafıza mekânı olarak sığınağı, geçici çözüm alanları olarak barınakları getiriyor. Barınak belirsizliğin sürdüğü bir durum içinde bir tür aciliyete mi işaret ediyor? Yoksa, belirsizlik sürekli bir durum haline mi geliyor? Eğer yarınlarımız bizi sürekli topluca taşındığımız, yer değiştirdiğimiz ve alanlarımızdan, evlerimizden koparıldığımız aciliyet içeren takvimlerle bizi oradan oraya savuracaksa, bu yeni barınakları ve barınma biçimlerini birlikte nasıl hayal edebiliriz? Olağandışı ve tehlikeli bir duruma ya da bir felakete karşı geçici koruma sağlayan “sığınak” ve “sığınma eylemi”ni nasıl tanımlarız? Bizi bekleyen iklim değişikliği; nükleer savaş, küresel şiddet, gündelik terör, eşitsizlik ve adaletsizlik ve demokrasinin sonu gibi olgularla birlikte nasıl hayal edilebilir? Bunlardan kaçmak, saklanmak veya hayatta kalmak için güvenli yerlerin yeniden, bugünün şartlarında düşünülmesinin elbette bir gerekliliği var. Eğer barınak artık sadece fiziksel bir yapı değilse, karmaşık bağlamsallık içeren bir düşünme ve organize olma biçimine mi evriliyor?
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948’de Paris’te ilan edilen ve 500’den fazla dile çevrilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre suyun, yiyeceğin ve giyeceğin yanı sıra, barınma ihtiyacı insanın hayatta kalması için temel ihtiyaçlar arasında yer alıyor. Marc-Antoine Laugier’nin An Essay on Architecture (1755) adlı eserine atıfta bulunan The Primitive Hut, mimari olarak çok referans verilen tarihi bir kaynak. Mimarinin köklerine ve temel uygulamalarına dayalı olan bu kavram, insan ve doğal çevre arasındaki antropolojik ilişkiyi mimarlığın yaratılmasının temeli olarak ele alıyor. İdeal mimari formun doğal ve içsel olanı somutlaştırdığını iddia ediyor.
Unutulmaz ve kafa açıcı bir referans ise, Londra merkezli mimarlık ve tasarım firması Future Systems (Jan Kaplický, Amanda Levete, David Nixon) tarafından hazırlanan The Shelter (1985) isimli proje. Acil durum barınağı olarak yaklaşık 190 kişi için geçici şekilde kurulabilen ve taşınabilen şemsiye şeklindeki bu çadır formu, Etiyopya’daki kıtlık koşulları etrafında tasarlanmıştı. Uygulamada barınma, gıda dağıtımı, klinik ve depo dahil olmak üzere sadece 12 kişi tarafından kuruldu
Banu Centteoğlu, BEINGSAFEISSCARY (Güvende olmak korkutucu), 2017. 23 Mart 2016 tarihinde Atina Ulusal Teknik Üniversitesi’nin duvarındaki kırmızı grafitiden hareketle Fridericianum Müzesinden ödünç alınan 10 alüminyum ve yeniden üretilen 6 adet pirinç döküm harf.
Bireylerin, toplulukların ve kültürün nasıl yer değiştirdiğinin ya da yer değiştirmeye zorlandığının psikolojik yönlerini araştırmak kesinlikle önemli. Bu özellikle sanat ve mimari açısından bize yeni sorular getiriyor: Afet, geçiş, kriz ve felaket anlarında, zor şartlara nasıl dayanırız ya da nasıl hayatta kalırız? Geçici bir sığınak herkes için yuva olabilir mi? Bu yeni barınak kalıcı ve yeni normal olduğunda ne olur? Sığınak, güvende hissetmemizin temel koşulu ise bu güvende hissetme, İnternet’e bağlanma ihtiyacını da beraberinde getiriyor. Bu sadece geçici bir durumdan ibaret değilse, kişinin (yeniden) İnternet’e bağlanması veya aletlerini yeniden şarj edebilmesi gerekir. Ayrıca verilerimizin ve dijital aletlerimizin de kendi sığınaklarına ihtiyacı var. Örneğin, iCloud’u bir sığınak olarak düşünsek acaba kullanıcıları için yeterince güvenli midir? Ne de olsa, yeni normal içinde çok fazla bilgiye, uyarıya ve bildirime maruz kalıyoruz. Huzur için de yeni barınaklara ihtiyacımız var; özellikle iç huzurumuz ve psikolojik geçişlerimiz için!
Peki, sanat kurumlarını sığınaklar, barınaklar olarak hayal etmek? Dünya gezegeni içerisinde, insanlık ve varlığımız tehlikedeyken, güvenliğimiz için nasıl bir hayatta kalma kiti, nasıl bir acil durum planı ve nasıl geçici bir yaşam alanı hayal edeceğiz? Belki de sanat kurumları, farklı disiplinlerin bu sorulara yanıt aramak üzere buluşacağı yeni platformlar olacak!
Not: Bu yazı 6 Şubat’ta gerçekleşen ve yaklaşık bir milyon insanın yaşam alanlarını etkileyen deprem felaketinden sonra yeniden düşünüldü. Oysa, pandemi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve yaşadığımız diğer felaketlerden çok daha önce, 2019 senesi Mayıs ayında mimar Assaf Kimmel ile birlikte, Berlin’de A Shelter of Each Other başlığıyla, bir proje önerisi olarak yazılmıştı. Proje henüz gerçekleşmedi.
Post-scriptium: Banu Cennetoğlu’nun, bir önceki documenta edisyondan BEINGSAFEISSCARY isimli işini şimdi buraya geri çağırmamak haksızlık olur. Fridericianum’un girişinde, binanın ismini yazan büyük alüminyum harflere, altı harf daha ekleyerek, 2016 yılında Türkiye ve Avrupa Birliği arasında gerçekleşen mutabakatı işaret ediyor. Bu yazı vesilesiyle konuştuğum sanatçının uyarısı ile, bir de not eklemek elzem oldu: Muhtemelen Almanya kendini güvenli bir ülke olarak hissettiğinden, sergi sürecinde, medya ve eleştirmenler bu müdahalenin -mekâna özgü yerleştirmenin- okumasını, serginin Atina’da gerçekleşen ayağında yer alan ve sanatçının arşivine dayalı üretiminin izinde Gurbetelli Ersöz’e adanmış bir iş olduğunu varsayarak yaptı. Oysa, sonrasında yaşadığımız ve hayatın bir parçası haline gelen, savaş, pandemi, afet, kriz ve felaket gibi durumlarda alınan ortak belleğe, tavırlara ve kolektif bilince dair, güçlü bir iç ses olarak düşünülebilir. Sosyal medyada o kadar çoğumuz depremden sonraki süreçte hissettiğimiz insani utanç duygusunu daha iyi yansıtan bir gramer var mı, bilmiyorum.
コメント