Can Aytekin’in Geçen Program isimli kişisel sergisi, Kevser Güler küratörlüğünde ve Bursa Nilüfer Belediyesi Nâzım Hikmet Kültürevi’nde 21 Nisan'a kadar izleyiciyle buluşuyor. Sergilerinde mekânın kurgusuyla ve hafızasıyla ilişki kuran Can Aytekin'le dijital teknolojiler öncesinde yaygın bir üretim olan afiş ressamlığı pratiğinin tekniklerini, kağıt malzeme ve baskıyla ilişkisini, açık ya da örtük resim tarihi referanslarını konuştuk
Röportaj: Berfin Küçükaçar
Can Aytekin’in Geçen Program isimli sergisinden yerleştirme fotoğrafı
Geçen Program isimli, bir üçlemenin son ayağı olan kişisel serginiz Bursa'da, Nilüfer Belediyesi'ne ait Nâzım Hikmet Kültürevi’nde gerçekleşiyor. Bize sergiden ve nasıl kurgulandığından bahsederek başlayabilir misiniz?
Bu serinin ilk iki sergisi İstanbul’da olmuştu. Sergi için Kevser Güler beni davet ettiğinde çok sevindim. Farklı bir şehirde, farklı bir mekânda sergiyi kurgulamak için birlikte çalıştık. İlk sergide Riverrun’da giriş katın altındaki galeriyi bir sinematek fuayesi gibi düşünmüştüm. İkinci sergi ise Versus Art Project’te gerçekleşmişti. Versus Art Project, Beyoğlu’nda esas Yeşilçam Sokağı diye bilinen Erol Dernek Sokak’ta, Hanif Han’da bulunuyor. Sergi bu sokakla beraber kurgulanmıştı.
Bu sergiyse Nazım Hikmet Kültürevi’nin sergi salonuna dönüştürülen fuayesinde yapılıyor. Galeri mekânı, sokak ve fuaye arasındaki ilişki biraz değişiyor burada. Yüksek tavanlı bir yer, duvarlarda sinema perdelerini anımsatan büyük beyaz panolar var, tiyatro salonuna açılan bir kapısı var, üst kata bakınca Yurdaer Altıntaş afişlerini görmek mümkün. Tüm bunları düşünerek mekânın duygusuyla birlikte bir kurgu yaptığımızı söyleyebilirim.
Can Aytekin
Serginiz Yeşilçam döneminin mesleklerinden afiş ressamlığını irdeliyor. O dönemki üretimi kendi pratiğinizde hangi açılardan ele alıyorsunuz?
Dijital dönem öncesindeki üretim araçlarını kullanıyorum. Kâğıt üzerine desenler, grafik imajlar, kolajlar, renklendirmeler, afişlerin duvarlara yan yana ve üst üste yapıştırılması, klişe pozlar, tekrarlanan mizanpajlar... Tüm bunlar resimsel pratiklerin popüler ve ticari olarak kullanılması aslında. Dürer’in ahşap baskı olarak çoğalttığı kitaplarını, Goya’nın Capricho’larını ya da Lautrec’in litografilerini hatırladığımızda bunların da zamanında popüler ve ticari üretimler olduğunu ama bunun çok ötesinde bir derinlikleri olduğunu da görebiliriz.
Can Aytekin’in Geçen Program isimli sergisinden kurulum fotoğrafı
Sergilerinizde mekânın hafızasıyla da ilişki kuruyorsunuz. Versus Art Project’te açtığınız Bugünkü Program isimli sergi, Büyükada Lale Sineması’nın vitrinindeki sergilemeniz ve Nazım Hikmet Kültürevi’ndeki serginiz bu ilişkilenme durumunun son örnekleri. Eserleriniz kendi mekânına yerleştiğinde tam olarak anlamını buluyor diye düşünüyorum. Mekânla kurduğunuz ilişki üzerine sizin düşünceleriniz nelerdir?
Çok haklısınız. Boş bir mekânın aslında tam da boş olmadığını biliyorum. Bu sergilerde, işportacı gibi koltuğumun altındaki dosyayla dolaştığımı söyleyebilirim. Yanımda getirdiklerimle sergi boyunca sürecek bir düzenleme yapıyorum. Hanif Han’ın kapısı, merdivenleri, pencereleri, sokaktan gelen sesler, arka pencereden görünen metruk Girik Han, Büyükada’da bugün çalışmayan sinemanın vitrinleri... Tüm bunlarla birlikte sergi oluşuyor. Her şeyi tamamen kapatıp beyaz duvara indirgemek ve mekânın hafızasını kullanmamak da mümkün ama bu sergide böyle bir durum söz konusu değil. Sergi sonunda tası tarağı toplayıp atölyeye geri dönüyoruz tabii. Üretilen işler başka bir zamanda, başka bir yerde yine ortaya çıkabilir.
Afiş, bilgi yaymak ve tanıtım yapmak için kullanılan bir duyuru çeşidi. Fakat sizin referans verdiğiniz dönemde bu işi ressamlar yapıyor. O zamanın ressamlarının bu afişlerle ilişkisi nasıldı? Afiş onlar için sanatlarını sergilemenin bir aracı mıydı?
Afiş ressamlığı, filmi tanıtmak ve insanları sinemaya çekmek için ticari kaygılarla üretilen afişler tasarlamaktır aslında. Bunun yanı sıra sinema cephelerine asılan çok büyük ebatlı sinema fenerlerini hazırlayan ressamlar var. Özellikle 1950’ler ve 60’larda şehrin sokaklarını kaplayan görsel popüler kültürü bunlar oluşturuyor. Önce litografi sonra ofset baskıyla çoğaltılan küçük fotoğrafları büyüterek ve renklendirerek resimler üretiyorlar. Düşünün, tüm siyah-beyaz filmlerin afişleri rengârenk yapılıyor nedense. Bazen filmde olmayan görseller bile afişe girebiliyor. Müthiş hızlı üretilmiş, çok önemsenmemiş üretimler. Yurdaer Altıntaş ve Mengü Ertel’in tasarladığı tiyatro afişleri bunlardan ayrılıyor, oldukça kişisel ve özgün tasarımlar bunlar. Bu oldukça zengin ve eğlenceli bir konu aslında. Sanat ve tasarım ilişkisi her dönemde farklı örneklerle sürüyor.
Kan Dökmez Remzi ve Breakfast at Tiffany's filmleri afişleri
Sergi turumuz sırasında Geçen Program’ın küratörü Kevser Hanım’ın “Afişlerden portreyi çıkardığınızda geriye neredeyse abstract bir resim kalıyor” dediğini anımsıyorum. Bu durumun nedeni olarak yine bu işi ressamların yapması gösterilebilir mi?
Afişlerin katmanları var. Yazılar var örneğin, filmin adı, oyuncuların adı... Bunların nasıl olacağı kesin bir şekilde belirtilmiş. Sonra bir zemin kurgusu var, dönemin modası ve filmin konusuna göre belirlenir genellikle. Bir de filmin yıldızlarının göründüğü portreler var. Burada resim ya da fotoğraf kullanılır. Bu katmanların peşine düştüğünüzde bambaşka film afişlerindeki benzerlikleri hemen görebilirsiniz. Bir örnek vereyim. Tiffany’de Kahvaltı (1961) afişindeki fondaki düzenlemeyle Çetin İnanç’ın çektiği Kan Dökmez Remzi (1972) filminin afişindeki fon oldukça benzer. Bana doğrudan bir Mondrian tablosunu hatırlatır.
Can Aytekin’in Geçen Program isimli sergisinden yerleştirme fotoğrafı
Eserlerinizi sergileme yöntemlerinizden konuşmak isterim. Sergide, Nazım Hikmet Kültürevi’nin ikinci katında, OSB levhalar kullanarak sokak ölçeğini sergi alanına taşıdınız. Benim en çok dikkatimi çeken unsurlardan biri, hep sokaklarda gördüğümüz, üstüne yağmur yağıp ıslandıktan sonra kurumuş, yıpranmış afişlerin kâğıt dokusunu duvarda görmekti. Çerçevesiz, korunmayan, önünde “Bu çizgiyi geçmeyin” veya “Esere yaklaşmayın” gibi bir ibare barındırmayan, biraz yıpranmış, belki kenarları kıvrılmış yapıtlar vardı karşımızda. Bu durum da o yapıtları “yüksek sanat eseri” tanımından dışarı çıkarıyordu sanırım, siz ne dersiniz?
OSB ahşap panolar, hızlı bir duvar kaplama ve mekân yaratma elemanı. Her yerde bulunabilecek standart birimler. Mdf ya da kontraplak da olabilirdi bunlar. Boyanmamış doğal halleri hemen sokağı ve geçiciliği hatırlatıyor. Kâğıt tutkalı ile üst üste yapıştırılmış kağıtlar da öyle. Yarın gelsek yerlerinde bulamayabiliriz bu kağıtları. Tutkalın fazlalığından kâğıdın renk değiştirmesi, yırtılması, hafif ondüle hale gelmesi aslında bu hatalarla bir form oluşuyor. Le Corbusier sokak afişleri için “günümüzün freskleri” demişti. Bunların çok tasarlanmış ve kalıcı hali, mozaikler, freskler, çiniler, tablolar, resimli halılar falan aslında. Kalıcı olmak istedikçe kırılgan, korunmaya muhtaçlar.
Can Aytekin’in Geçen Program isimli sergisinden yerleştirme fotoğrafı
Afiş ressamlarının yaptığı işlere dair pek bir kayda da rastlanmıyor. Neredeyse anti-arşiv bir bakış. Bu da hızlı üretimin bir sonucu mudur yoksa yapılan işlere verilen değerin azlığından mıdır?
Her ikisi de doğru. Afiş ressamı İbrahim Enez yaptığı çizimlerin matbaadan sonra asla geri gelmediğinden bahsetmişti. Kendisi de peşine düşmemiş. Hep yeni bir iş düşünüldüğünden arşiv önemsenmemiş. Teknoloji değişince tüm bunlar arşiv değeri kazanıyor. Kaybedilince hatırlanıyor. Sanatçıların yaptığı gazino ve kulüp dekorasyonlarını düşünün, İzmir fuarı için yapılmış mekanları, standları, mobilya tasarımlarını, Bab-ı Ali ressamlarını... Bunları çalışmak gerekiyor.
Kommentare