top of page

Güneş Terkol ile “Evim Kalbimdir” üzerine


Güneş Terkol, bizi bir eve davet ediyor; içeride, ait olamamanın verdiği boşluk ve kent ile olan kavganın bıraktığı ağırlık var

Sanatçının Art Night Londra için hazırladığı ve Türkiye’de 2 Kasım’da KRANK Art Gallery’de sergilenmeye başlanacak, Evim Kalbimdir pankart projesi, ev kavramının vücut bulduğunda nasıl duygusal yükler barındırabileceğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Hatta belki bu kez Terkol’un “pankartı” daha önce Çin, Antakya vb. coğrafyalarda yaptığı çalışmalardan çok daha konuşkan. Öyle ki bu durum Terkol’a göre “toplumsal ifade farklılarının çok güzel bir yansıması” olarak da kendini ortaya koyuyor. Güneş Terkol ile Evim Kalbimdir sergisi öncesi, çalışma pratiğini ve atölye sürecini konuştuk.

DÜNYADAN BİR IŞIK GEÇTİ: HEY BEKLE! sergisinden çok kısa bir süre sonra yeniden KRANK Art Gallery’de olacaksın. Nasıl geçti bu kısa üretim süreci?

Aslında önceden bitirdiğim bir iş olduğu için zorlayıcı olmadı. “Solo sergi” mantığıyla yapılan sergilerden oldukça farklıydı çünkü yaptığım bir projeyi

sunuyor olacağım. Hatta biraz daha geri planını, dokümantasyonunu göstereceğim için proje sergisi gibi geliyor. Aksini de yapamazdım sanırım, yani en az bir iki sene en az yoğunlaşmam gerekirdi.

Evim Kalbimdir pankartı için Middlesex Street Estate sakini bir grupla çalıştın. Nasıl gelişti süreç, grubu nasıl belirledin?

Art Night Londra ekibi ile bir iletişimimiz olmuştu. Çalışma alanı olarak da gitmeden önce kafamda biraz şekillenmişti yapmak istediklerim fakat gidince çok daha iyi oturdu diyebilirim. Kentsel dönüşümün yoğun olarak yaşandığı, kentin merkezinde kalan bir bölgede yer alan bir sosyal konutta yaşayanlarıydı çalışma grubumuz. Atölyeyi yaptığımız dönem, siyasi olarak da yoğun bir dönemdi. Brexit’in tartışıldığı günlerdi, sosyal olarak da toplum içerisinde tartışmalar devam ediyordu.

Atölye nasıl geçti? Katılımcılarını nasıl ikna ettin?

Hiç kolay olmadı. İnsanlar ile iletişim buradan çok zor olduğu için ancak küratörlerin yardımı ile ilerleyebildik. Çünkü estate denilen yapılar aslında başlı başına bir tesis. Biraz da içine dönük. Kütüphaneleri var, atölye odaları var, sosyalleştikleri alanlar var. Tek tek gidip kapılarını çaldık, tanışmaya çalıştık. Zor; çünkü bir şeye zaman ayırmak çok zor. Özellikle çalışıyorsan, çocukların varsa... Ben gittiğimde de bir toplantı yaptık. Şarap içtik, peynir yedik. Ben ne yapacağımı anlattım...

Peki bu ikna sürecinde ne gibi zorluklarla karşılaştın? Önyargı var mıydı ya da tam tersi katılmak istemelerinde sence etkili olan bir neden var oldu mu?

İşi katılımcılara göstermek çok etkili oldu. Genelde ben işi gösterdiğimde ya da anlattığımda akıllarında bir şeyler canlanmaya başlıyor, “burada bir emek var ve biz de buna katkıda bulunmak istiyoruz” diyenler oluyor. Açık çağrı bence o nedenle güzel.

Peki pankarta yansıtılan ve seni şaşırtan bir şey oldu mu?

Hepsi birbirinden güzel oldu sanırım. Çok şiirsel oldu öncelikle. Diğer pankartlarla karşılaştırırsak daha çok yazı olması dikkat çekiyor. Serginin ismi de atölye çalışmaları esnasında ortaya çıktı zaten. En taze yansımalar ise Brexit yüzünden ayrılan sevgililer, yaşanan acılardı.

Dediğin gibi bu kez biraz daha ‘konuşkan’ bir pankart ortaya çıkmış. Daha çok metin barındırıyor, ifade biçimi çok daha yazınsal. Toplumların kodlanmış ifade biçimlerine referans veriyor olabilir mi?

Katılıyorum. Kültürel bir fark, toplumsal bir davranış biçimi olarak da değerlendirmek mümkün. Örneğin Suriyeli mültecilerle çalıştığımızda daha çok imge kullanmıştık. Desenlerle figürlerle anlatmışlardı söylemek istediklerini. Hikayeler çok ağırdı, belki dile gelmesi bu nedenle de çok zordu. Çin’de de aynı şekilde bir durum söz konusu oldu. Daha çok imge kullanmıştık.

Bir de kuş bandosu düzenlediniz ve şehirde yürüdünüz. Nereden çıktı bu fikir? Nasıl geçti yürüyüş?

Oldukça eğlenceliydi. En başından planladığım bir şeydi. Kuş düdükleri almıştım yanıma. Tabi tüm katılımcılar gelemedi saat nedeniyle fakat çok rahat gelişti. Buluştuk, pankartımızı oraya götürdük, rotamız belliydi. Şehre ‘bulaşarak’ bir tur yapacaktık ve yürürken de hep ses çıkaracaktık. Aslında bizi birleştiren bir şey oldu. Ben biraz da bir kapı gibi düşünüyorum yaptığımızı; çok büyük bir şey değiştirmiyor olsak da...

Pankart atölyenin ardından büyütülerek Middlesex Street Estate’in dış duvarında kalıcı bir duvar resmi haline de getirildi...

Evet. Beni en mutlu eden şeylerden biri de o grafitinin yapılması oldu sanırım. Çünkü bahsettiğimiz siteler çok gri alanlar; bakımsız, altyapının köhneleştiği... Bir renk kattı iş sanırım oraya ki bu yönde olumlu yorumlar da aldım. “Oh be sonunda renkli bir şey girdi hayatımıza” diyerek beğenisini dile getirenler oldu.

Farklı gruplarla atölye çalışmalarına ağırlık veren bir sanatçısın. Kolektif üretim fikrini neden daha çekici buluyorsun?

Kendimi zorlamayı seviyorum. Fikirler fikirleri aştığı için de kendimi geliştirmiş hissediyorum. Örneğin Güçlü’yle de uzun süredir ortak bir üretim içerisindeyiz. Videoları kesiyorduk, şarkı sözleri yazıyorduk, sese dönmek sesle birleşmek istiyorduk.

Farklı coğrafyalarda, farklı gruplar ile çalıştın... Peki ortaya çıkan işlerde bir bütünsellik arayışın var mıydı? Hepsi bir araya geldiğinde bir söylemi olsun istemiş miydin?

Evet, farklı bir doku, katman gibiler benim için. Her birinde arka planda çalışılan şehrin dokusu var. İstanbul’da yapılanda inşaat var, Londra’dakinde şehir var, Çin’de sis var, önünü görememek var... Yani gittiğim şehre göre imgeler bir araya geldi hep.

Aslında diğer işlerinden alışkın olduğumuz geçirgen kumaşlardan da yapılmadılar ama bir şekilde üst üste gelerek katmanları tamamlıyor gibiler...

Evet, kesinlikle. Bir de o şehre özel malzeme ne ise onu kullanmayı da seviyorum. Ya da onlara özgü figürleri... Bittiğinde biraz o şehri taşımasını, kent yaşamına dair fikirler barındırmasını istiyorum.

Bittiğinde pankart gibi bir forma gelmesini de önemsiyorum. Çünkü o afişi, pankartı hazırlama süreci de bir düşünme süreci; “ne haldeyim, ne yapıyorum, gelecekten ne bekliyorum?” gibi soruların sorulduğu... O bir araya gelme durumu ve el emeği çok kıymetli.

Bir süredir yurt dışındasın, Türkiye’ye dışarıdan bakma imkanın oldu. Bu durum seni, işlerini nasıl etkiledi? Kimisi için içinde bulunduğumuz konjonktür çok besleyiciyken kimisi için yıpratıcı olabiliyor çünkü...

Ben burada kurduğum düzenden mutluyum. Ama tabi ki yurt dışında gazetelere baktığınızda, içeride verdiğimiz mücadelenin yansımadığını görüyorsunuz. Orada görünen tek şey bir parti, onun söyledikleri ve hataları. Tabi ki bu durum bir şekilde düşünmeye itiyor insanı, küçülüyor her şey.

Seni kimi zaman feminist sanatçı olarak tanımlayanlar oldu, kimi zaman politik yönüne daha çok vurgu yapanlar... Senin için bu tanımlamalar ne kadar belirleyici?

Bu ilişkilendirmeler hoşuma gidiyor açıkçası. Çünkü ben de bir göçmenim, benim ailem de 53’te Türkiye’ye gelmiş. Yaşadığım şeyler çıkıyor bir yandan aslında. Şimdi kapalı olan feminist bir örgüte üyeydim örneğin. Onlarla birlikte çok zaman geçirdim, kitaplarını okudum...

Özellikle bizimki gibi yoğun bir politik gündemde sanatçılardan bu gündeme ilişkin bir iş ortaya koymalarına yönelik beklenti artabiliyor. Sen bu anlamda her hangi sınırlama ya da üzerinde bir baskı hissediyor musun?

Kategoriler belki bir yerden sonra, bir beklenti oluşturuyorsa ve sen de onu vermek istemiyorsan zorlayıcı olabiliyor. Örneğin yaptığım son işlerde biraz daha resme dönüyorum, resim yapma halini tekrar hatırlıyorum. Transparan kumaşlar kendini boyamaya başlıyor. Ama her şeyden önce bence hala önemli olan estetik diye düşünüyorum.

Peki son olarak ev senin için ne demek?

Ev içine doğduğun şey değil, oluşturulan bir şey benim için. Kendi yarattığın dünyan; arkadaşların, sevgilin, müzik yaptıkların... Bir inşaat var aslında ama fiziksel değil. Duygular ve fikirler ile kurduğun şey evin... Ve tabi ki her zaman yanında taşıdığın kalbin!

bottom of page