top of page

Feminist haykırıştan şiirsel yankıya: Åsa Jungnelius Pera Müzesi’nde

Åsa Jungnelius'un Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize isimli kişisel sergisi 16 Eylül 2025 - 18 Ocak 2026 tarihleri arasında Elif Kamışlı küratörlüğünde İstanbul Pera Müzesi’nde gerçekleşiyor. Sanatçının 20 yılı aşkın pratiğini gözler önüne seren sergi vesilesiyle Jungnelius ile konuştuk


Röportaj: Merve Akar Akgün


ree

Åsa Jungnelius, Fotoğraf: Berk Kır



Åsa Jungnelius, Weapon (Silah), 2009
Åsa Jungnelius, Weapon (Silah), 2009

İsveçli çağdaş sanatçı Åsa Jungnelius, kişisel sergisi Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize ile 16 Eylül 2025 ile 18 Ocak 2026 tarihleri arasında İstanbul Pera Müzesi’nde izleyiciyle buluşuyor. Elif Kamışlı küratörlüğünde gerçekleşen 18. İstanbul Bienali paralel etkinlikleri arasında yer alan sergi, sanatçının 2004’teki çığır açıcı mezuniyet sergisinden bugüne 20 yılı aşkın pratiğini gözler önüne seriyor. Jungnelius’un camı öfkeli bir feminist haykırıştan şiirsel ve felsefi bir dile dönüştürme sürecini yansıtan sergi, camın hâlâ modernitenin kırılgan ama dirençli yüzünü nasıl taşıdığını gösteriyor. Cam, sanatçı için kimlik, beden politikaları, zanaat ve kolektif deneyim üzerine düşünmenin bir aracı olmaya devam ediyor. Bir cam ustası olarak aldığı eğitimi kavramsal bir derinlikle birleştiren Jungnelius; kimi zaman parlak ve baştan çıkarıcı ama politik açıdan keskin işler, kimi zaman yerçekimi ve zamanın şekillendirdiği heykeller üreterek üretmenin düşünmekten ayrılamaz olduğunu ve maddeselliğin bizi tarih ve insanlık boyunca birbirine bağladığını ortaya koyuyor.



ree

Åsa Jungnelius, Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize sergisinden, 2025, Pera Müzesi izniyle


2004 tarihli mezuniyet serginizde I Like Your Hairstyle! işiniz aracılığıyla malzeme olarak camı, kadın kimliği, tüketim kültürü ve toplumsal kodlar için güçlü bir metafora dönüştürmüştünüz. O dönemde cam sizin için ne ifade ediyordu ve bugün Pera Müzesi’ndeki kişisel serginiz Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize bağlamında bu anlam nasıl değişti?


Mezuniyet sergimde gösterdiğim bu iş aslında bir bakıma ilk sanat yapıtımdı. Camı malzeme ve zanaat bilgimle, o dönem konuşmam gerektiğini hissettiğim acil konularla birleştirmiştim. 2000’lerin başında Kuzey Avrupa’da güçlü bir feminist hareket vardı ve ben de bu akımın bir parçasıydım. O dönem meselemiz bağımsızlıktı; cinsiyetin sizi sınırlamadığı, istediğiniz kişi olabileceğiniz fikri. Ruj, oje gibi klişe kadınsı nesneler bu kimlik arayışında bir araç haline geliyordu.

Belki de en önemli tarafı, kadın cinsiyetini bir özne olarak göstermekti— bir hak sahibi, bağımsız, kendi kararlarını verebilen bir özne olarak. Benim için o eser, sanat dünyasına adım attığım ilk kapıydı. Cam bana yabancı değildi; zaten eğitimini almış, öncesinde cam zanaatkârı olarak çalışmıştım.


Sanat akademisinde cam eğitimi mi aldınız?


Evet ve cam üfleyici olarak da çalıştım. Ellerimle üretmek, maddeselliği bir dil olarak kullanmak benim için her zaman merkezdeydi. Aletleri kendim tutabilmem çok önemli; çünkü malzemenin kendisi zaten bir dil. Benim için üretmek, düşünmek demek. İnsanlık tarihi boyunca insanlar hep üretti. Ama Sanayi Devrimi’nden sonra toplum değişti; üretici olmaktan çok tüketici haline geldik. Oysa üretmek, benim için gerçekliği anlamanın yolu. Ayrıca tarihsel bir devamlılığa bağlanmamı sağlıyor, çünkü insanlık hep üretmiştir. I Like Your Hairstyle bu yüzden acil bir feminist soruyu, zanaatkârlık becerimle dile getirdi. İlk kez bu iki unsuru bir araya getirmiştim.


Solda: Åsa Jungnelius, Anne [Nefes I], 2025, Üfleme cam, metal zincir, halat ve kilitli kancalar, 175x60 cm, Sanatçının izniyle. Şişecam’ın destekleriyle üretilmiştir

Sağda: Åsa Jungnelius, Yoğun, sıcak çekirdek I, 2024, Cam, paslanmaz çelik ve Carrara mermeri, 30x30x165 cm, Sanatçı ve Kosta Boda izniyle


Peki aradan geçen yirmi yılın ardından cam sizin için hâlâ modernitenin kırılgan ama dirençli yüzünü temsil ediyor mu?


Hiçbir şey aynı kalmıyor. Her şey hareket ediyor, dönüşüyor, yani sürekli bir süreç ve oluş halinde. İşte camı tam olarak parlak ve cilalı bir arayüz yaratmak için kullandım—insanların içgüdüsel olarak çekildiği bir şey bu. Kullandığım nesneleri öyle parlak ve cazip yaptım ki, insanları onları sevmeye neredeyse kandırdım. Ama o parlaklığın arkasında ciddi bir feminist ve politik söylem vardı.

Tabii olduğum yerde kalmak istemedim. Zamanla malzemeyle birlikte büyüdüm. Pera Müzesi’ndeki işlerden bazıları malzemeye tamamen güvenmek üzerine; onu serbest bırakıp, formunu yerçekimine teslim etmek. Bugün camla aramızda varolan söz dağarcığımız çok daha geniş.

Fonksiyonelliği de yeniden kucakladım. Bu uzun yıllar boyunca kaçındığım bir şeydi, ama işlevsellik izleyiciyle etkileşim yaratıyor. Bir bardak ya da kadeh hemen sizi içine çeker; bedeninizin ve mekânın parçası olur. Artık bu işlevselliği de izleyiciyi dahil eden bir yöntem olarak kullanıyorum.


ree

Åsa Jungnelius’un İsveç, Vandalorum’da gerçekleşen Artifacts: The Origin of Things adlı sergisinden görünüm, Fotoğraf: John Nelander, 2019


2019 yılında İşveç, Vandalorum’da gerçekleşen serginiz Artifacts: The Origin of Things’te camı kemik, ahşap ve kürkle bir araya getirerek farklı zaman katmanları arasında bir diyalog kurdunuz. Bu malzeme paletinin izleyicide zihinsel ve duygusal çağrışımlar yaratma biçimini nasıl görüyorsunuz? Burada cam malzeme olmanın ötesinde geçmişinizden de taşıdığınız bir zaman katmanı gibi göründü bana.


O dönemde kendimi İsveç’in güneyinde kırsal bir bölgede bulmuştum. Kaldığım bölge sadece cam değil, ahşap ve taş üretiminde de uzun bir geleneğe sahipti. Gördüğüm manzara hem doğanın hem de sanayinin şekillendirdiği bir yerdi, özellikle de ormancılık sektörünün. Bir zaman sonra böyle bir manzaraya “doğa” denilip denilemeyeceğini sorgulamaya başladım. Çünkü o ağaçlar aslında yetiştiriliyordu; mobilya olmaları ya da ev yapılmaları için başkaları tarafından belirli kriterlere göre dikilmiştiler. Yani doğal ya da vahşi değillerdi. Sahiplenilmiş, ticarileştirilmiş bir doğaydı gördüğüm—birilerinin para kazandığı bir doğa.

Bu manzarada yaşarken, onunla ilişkimi anlamak istedim. Belki de tek gerçekten döngüsel sistem komposttu. Hepimizin sonunda çürüyüp toprağa karışıyor ve yeni tohumlara hayat veriyoruz. Eğer bunu kabul edersek, her şeyin döngüsel olduğunu ve zamanını aldığını da kabul etmiş oluruz.

Bunun üzerine dışarıda çalışmaya başladım; evimin çevresinden malzeme toplamaya başladım: eski plastik torbalar, kemikler, dallar, terk edilmiş bir kâğıt fabrikasından bulduğum kâğıtlar… Çevremde bulduğum ne varsa toplamaya başladım ve doğada geçici, mekâna özgü işler yaptım.

O dönemki ilk jestlerimden biri de toprağa bağlanmak için şiddeti kullanmaktı. Dinamit patlatarak büyük bir çukur açtım. Benim için çukur elastik bir şeydir, genişleme ve daralma kapasitesi vardır. O çukuru açmak, doğrudan toprakla diyalog kurmanın bir yoluydu.

Bütün bunlar Stokholm’de büyümüş biri olarak, bambaşka bir doğada yaşamanın ne anlama geldiğini anlamaya çalışmanın parçasıydı.


Hâlâ orada mı yaşıyorsunuz?


Evet, hâlâ orada yaşıyorum, hatta köklerimi saldığım yer oldu diyebilirim. Hayatta yaşadığım her kriz yapıta dönüşüyor; bu beni ileri taşıyor. Başta bu “doğa”yı anlamakta zorlandım, çünkü çoğu aslında işletilen, sahiplenilen topraklardı. Vahşi doğa yalnızca koruma altına alınan yerlerde, milli parklarda vardı.

Bu araştırmadan çıkan işlerin bazıları Vandalorum’da sergilendi. Vandalorum bu bölgedeki iki sanat kurumundan biri, diğeri Kalmar Sanat Müzesi. İkisine de iş ürettim.

Ayrıca bu tür bir habitatta yaşamak beni Residence in Nature adlı bir girişim başlatmaya da yöneltti. Sanatçıları, küratörleri, yazarları davet ettim; birlikte açık havada zaman geçirdik. İnancım şuydu: malzemenin içinde yaşayacak ve çalışacaktık.

Öğrencilik yıllarımda da başka bir kolektif projedeydim. Kırılgan malzemelerle çalışan, zanaatla ilgilenen çağdaş sanatçılarla bir araya gelmiştik. Birkaç yıl birlikte üretim yaptık. Yani aslında iki ayrı projeydi ama benim zihnimde ikisi de doğayla ve pratiğimle iç içe geçti.

Ben hep iş birliğine çekildim. Stokholm’ün banliyösü Tensta’da, Tensta-Julsta Kadın Merkezi ile yaptığım ilk projelerden birini hatırlıyorum. Bir yeri insanları aracılığıyla tanırsınız. Benim için en heyecan verici olan, sonucunu bilmediğim durumlara kendimi bırakmak. İnsanlar, koşullar ve orada mevcut olan malzemeler yön gösteriyor. Yapıt da böylece ilerliyor.

Manzarayı okumak da aslında mimarlık okumak gibi. Nasıl bir evin 18. yüzyıldan mı yoksa 1960’lardan mı kaldığını söyleyebiliyorsanız, bir ormanı da öyle okuyabilirsiniz: Yetiştirilmiş mi, vahşi mi, daha önce tarım alanı mıydı? Orada kimler yaşamış, ne kadar eski? Bunları öğrenmek de pratiğimin parçası oldu.


Pera Müzesi’ndeki sergiye gelirsek, bu sergide Denizli’de Şişecam’daki cam ustalarıyla birlikte çalıştığınızı biliyorum. Teknik yönün ötesinde, bu karşılaşma size cam hakkında yeni bir düşünme biçimi sundu mu? Buradaki ustaların zanaat ritmi hayal gücünüzü etkiledi mi? Bu coğrafya varoluş temelli deneyim anlayışınızı yeniden şekillendirdi mi?


Denizli’ye gitmek benim isteğimdi, çünkü oradaki cam üretim geleneğini biliyordum. Cam ve camla üretim bu bölgeye köklenmiş durumda ve bu atölyeleri görmek için çok meraklıydım. Oraya vardığımda inanılmaz sıcak karşılandım. Çalışma biçimleri, malzemeyle kurdukları ilişki, zanaatkârlıkları ve ürettikleri işin kalitesi beni çok etkiledi. Harikaydı. Ama en çok da kendimi evimde hissettim. Benim için çok tanıdık bir ortamdı ve bu yüzden hemen dahil oldum ve oraya ait hissettim.

Öte yandan, bu karşılaşmayla tam olarak ne yapacağımı başta bilmiyordum. Denizli’de yaşadığım deneyim, oradaki yoğun tempo ve çok sayıda insanın birlikte çalışmasıyla şekillendi. Herkes çok hızlı çalışıyordu, özellikle ince, işlevsel, el üfleme nesneler üretiyorlardı. Ve beni en çok etkileyen, on kişilik bir ekibin adeta tek bir beden gibi çalışmasıydı. Birbirlerinin nefesini, kollarını, ayaklarını kullanıyorlar; sonuç ancak birlikte ortaya çıkabiliyordu.

Bunu tarif etmek zor, ama bu deneyim benim için sanki bir üretim koreografisini izlemek gibiydi. Herkesin hareketi bütünden ayrılamazdı. Biri bir parça yapıyor, diğeri başka bir parça, sonunda belki basit bir çay bardağına dönüşüyordu. Ama süreç, ne kadar derinden bağlı olduğumuzu gösteriyordu—sadece işlevsel nesnelerin tarihine değil, insanlığın ortak ruhuna da.

İşte orada “nefes toplama” fikri doğdu. Cam nefesle yapılır. Denizli’de insanların nefeslerinin birleşerek nesnelere dönüştüğünü gördüm. Bu nefesleri toplayıp heykellere dönüştürmek, ruhlarımızın nasıl birbirine bağlı olduğunu gösterebilmenin bir yoluydu. Dünyanın neresinde olursak olalım, hepimiz aynıyız.


Buna kolektif bir çalışma diyebilir miyiz?


Kesinlikle.


Åsa Jungnelius’un Stokholm Hagastaden metro durağı için tasarladığı Shell isimli kamusal çalışma Metro istasyonunun gelecek yıl açılması planlıyor. Fotoğraf: Matti Östling


Norrköping’deki Inner Worlds Fair balon performansınız ve Stokholm Hagastaden metrosu için gerçekleştirdiğiniz Shell yerleştirmesi, mekânı ve kamusal karşılaşmayı yeniden tanımlayan işlerdi. Pera Müzesi’nde sunulan daha içsel ve felsefi yoğunluğu olan eserlerle bu büyük ölçekli müdahaleler nasıl ilişki kuruyor?


Norrköping’deki alan eski bir endüstri limanıydı; devasa bir bina, bir zamanlar petrol rafinerisiydi. İçini tamamen boşaltmışlardı, sadece kocaman bir kabuk kalmıştı. Benim için bu, sanayileşmenin açtığı bir yara gibiydi. İlginçtir, yüz yıl önce, sanayileşmenin başlangıcında bu mekân bir World Expo’ya ev sahipliği yapmıştı. O zamanlar bu fuar geleceğin sembolüydü; sıcak hava balonu da umut ve özgürlük işaretiydi. Ama balonu bu endüstriyel harabenin içine yerleştirdiğimde, o özgürlük sembolü kapana kısılmış oldu. Artık uçamıyor, kaçamıyordu. Benim için bu, topluma dair bir metafordu: İlerlemeyi olduğu kadar yarattığı yaraları da birlikte paylaşıyoruz. Hepimiz aynı koşullar içinde, aynı kapanın içindeyiz.

İzleyicileri “içsel bir yolculuğa” davet ettim. Balonun içine girip yukarı aşağı hareket edebiliyorlardı. Ama ne olursa olsun, hepimiz o boşluğun içinde birlikte kapalıydık. Bunun yanında sofra düzenleri kurdum; onları etkileşimli heykeller gibi kurguladım, insanların oturup birbirleriyle ilişki kurabileceği alanlar olarak. Bunların hiçbiri baştan planlanmamıştı. Orada zaman geçirmek ve mekânın kendisi işi şekillendirdi.

Stokholm metrosundaki proje ise tamamen farklı. Burada mimarlarla ve mühendislerle çok yakından, uzun vadeli bir kamusal komisyon kapsamında çalışıyorum. Shell yerleştirmesini anneliğe bir övgü olarak tasarladım. Proje on yıldır devam ediyor ve hâlâ tamamlanmadı. Tahminen iki yıl içinde bitmiş olacak.

Bu projede tüm metro istasyonunu tek bir sanat eseri olarak ele aldım. Kabuk, yani Shell, koruyucu bir form olarak tasarladım—bir kabuğun içine giriyormuşsunuz gibi. İstasyonun bütünü sanat eserinin parçası haline geldi. Asansörlerden duvarlara kadar her şey farklı pembe tonlarında renklendirdim. Kristal Mağara adını verdiğim devasa bir geçit tasarladım; içine girdiğinizde bir kristalin içinde yürüyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz, ama aslında metalden yapılmış. Ölçek muazzam.

İşin bazı bölümleri inşaat şirketleri tarafından yapılıyor, diğer kısımları ise benim ürettiğim bağımsız heykeller ise camdan ve mermerden… Burası hem işleyen bir metro istasyonu hem de kavramsal bir sanat eseri olacak. Bu çok özel bir çalışma biçimi—belki de hayatımda yalnızca bir kez üstleneceğim türden.


Erken dönem işlerinizde, örneğin Snippan ruju gibi, kimlik ve bedene dair güçlü feminist semboller yer alıyordu. Bugün ise sergide unsurlar aracılığıyla adeta bir şiir yazıyorsunuz. Bunu bir dönüşüm olarak mı okumalıyız, yoksa aynı soruların daha geniş bir yankıya ulaşması mı? Cam, geleneksel zanaat içinde kadın temsilini nasıl yeniden tanımladı? Aslında o dönemde cam etrafında farklı yollarla dolaştığınızı anladım ama yine de bu bağlamda konuşabiliriz.


Sorduğunuz gibi, bu bir kopuş değil, daha çok bir genişleme diyebilirim. Malzeme, temalar, meseleler, aciliyetler aynı kaldı fakat perspektifim büyüdü.

I Like Your Hairstyle’ı 20 yıl önce yaptığımda çok öfkeliydim ve bu öfkenin görülmesini, duyulmasını istiyordum. O iş neredeyse bir çığlık gibiydi: “Bunu görmezden gelemezsiniz!” Sessizliği yırtmak için yüksek sesle bağırıyordum, yumruk atmak istiyordum.

Bugün artık aynı şekilde bağırmam gerekmiyor. Çünkü konuşabileceğim bir platformum var. Duyulmak için çığlık atmam gerekmiyor. İşlerim hâlâ kişisel deneyimlerimi yansıtıyor, ama yaş aldıkça o deneyimler ve işler de daha katmanlı hale geldi. Daha açıklar, daha nüanslılar. Ama özünde yine kişisel deneyime dayanıyorlar; öğrenilen, yaşanan şeylere.

Erken işlerimde cam, kendi tarihine meydan okumak için kullanılıyordu; zanaat ve uygulamalı sanat geleneği içinden çekilip, feminist bir dil olarak yeniden sahipleniliyordu. Kadın bedenini ve deneyimini, uzun süre gelenek, işlevsellik ve çoğunlukla eril ustalıkla tanımlanmış bir malzemenin içine yerleştirdim. Bugün hâlâ camı bu şekilde kullanıyorum ama ona daha fazlasını yüklememe izin veriyorum: şiirsellik, maneviyat, daha geniş bir yankı.

Dolayısıyla, evet, bir süreklilik var ama aynı zamanda bir genişleme de söz konusu. İşlerim artık öfkeyle haykırmaktan çok, kişisel deneyimi daha geniş, şiirsel biçimlere dokuyan işler haline geldi. Feminist kökleri hâlâ var, ama bu feminist tavır benimle birlikte büyüdü: Bir savaş çığlığı olmaktan çok, yaşama, anlama ve mekânı şekillendirme biçimi haline geldi.


Sergi Elif Kamışlı küratörlüğünde gerçekleşiyor. Yollarınız nasıl kesişti? Aranızdaki diyalog fikirlerin, üretim sürecinin ve serginin sunumunun şekillenmesinde nasıl rol oynadı? Sizce bu iş birliği serginin şiirsel diline katkıda bulundu mu?


Elif ’le tanıştığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bu da İsveç Konsolosluğu sayesinde oldu; o dönemde kültür ataşesi olan Mike Bode bizi birbirimize tanıttı. Sergi davetini konsolosluktan almıştım ve Mike bizi buluşturdu.

Bazen bir insanla tanışırsınız ve her şey çok kolay, çok doğal ilerler. Elif ’le öyle oldu. Beni İstanbul’da tarihi bölgelere götürdü, bütün günü birlikte geçirdik, sohbet ettik. En başından itibaren her şey çok rahat hissettirdi; ortak ilgi alanlarımız olduğunu fark ettik. Oradan itibaren işler doğal biçimde gelişti ve süreç boyunca çok güzel bir diyalog kurduk.

Ben sık sık maddeselliğin benim dilim olduğunu, üretmenin düşünmek olduğunu söylerim. Elif ise yazan bir insan. Bizim buluşmamız bu iki pratiğin arasında oldu diyebilirim. İnsanlığı anlamak, insan olmanın manevi boyutunu kavramak, bu evrende bu zamanda var olmanın bizde yarattığı etkiyi sorgulamak gibi ortak meraklarımız vardı. Onunla çalışmak gerçekten çok güzeldi; sergiye kendi sesini kattı ama bu ses benimkiyle de yankılandı.


Serginizin 18. İstanbul Bienali’nin paralel etkinlikleri arasında yer aldığını biliyoruz. Bienallerin küresel sanatsal ve politik tartışmaların şekillendiği çerçevede kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Bu bağlam pratiğinizin erişimini genişletiyor mu? Bienaller sizin için önemli mi?


Elbette. Benim için bienaller çok önemli. Çünkü bir sanatçı olarak yalnızca kendi pratiğinizle değil, başkalarının pratikleriyle de yürüyen bir tartışmanın parçasısınız. Bienaller, pek çok farklı sanatçı sesinin bir araya geldiği nadir anlardan biri. Diyalog tek bir işin ötesine geçip daha büyük bir ölçeğe taşınıyor.

Şu anda İstanbul Bienali ile aynı zamanda sergi yapıyor olmaktan çok mutluyum ve kendimi şanslı hissediyorum. Bienali daha önce ziyaret ettim, ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Onunla yan yana olmak, o tartışmaya katkıda bulunmak anlamlı geliyor.

Tabii her bienalin zorlukları vardır. Bu yılki edisyon bana kırılgan görünüyor. Bir metin ve bir tema var, ama açılıştan önce kimse tam olarak nasıl olacağını bilmiyor. Şu an belirsizlik hâkim, gri bir alan var. Ama bu da bence ilginç. Sergi açıldığında neler olacağını ben de merakla bekliyorum.

Benim için önemli olan, bu daha geniş diyaloğa kendi sesimi katabilmek. Bu yüzden evet, bienaller değerli. Değiş tokuş alanını genişletiyorlar, pratiğinizi küresel—politik, toplumsal, sanatsal—bir çerçeveye yerleştiriyorlar. Bu da insanın kendi konumuna farklı bir gözle bakmasını sağlıyor.


ree

Åsa Jungnelius, Toprak, Ateş, Su ve Havayla Yazılmış Bir Dize sergisinden, 2025, Pera Müzesi izniyle


Mezuniyet serginizden Pera Müzesi’ndeki bugünkü sunuma uzanan süreçte pratiğinizi bir süreklilik olarak mı okumalıyız, yoksa bilinçli bir kopuş ve yeniden inşa ediş mi söz konusu? Geleceğe baktığınızda, cam ve mermerin felsefi ve şiirsel potansiyelini derinleştirmeyi mi düşünüyorsunuz, yoksa bütünüyle yeni kavramsal kırılmalara mı yöneliyorsunuz?


Belki bu soruya kesin bir yanıtım yok. Ama şunu söyleyebilirim: pratiğim hep kendi deneyimlerime dayandığı için süreklilik arz ediyor ve gelişiyor. Bunu, arayış içinde olduğunuzda önünüze açılan kapılar gibi görüyorum. Bir kapı doğayı daha derin anlamaya açılıyor, bir başkası mermerle, taşla çalışmaya… Her seferinde yeni bir bilgi alanına adım atıyorsunuz ve bu süreç pratiği genişletiyor.

Örneğin taş ve mermerle çalışmaya başladığımda, bambaşka bir anlayış dünyası açıldı. Ve bununla bir süre daha devam edeceğimi biliyorum, çünkü hâlihazırda tamamlamam gereken işlerim var. Hâlâ taşla çalışmaya âşığım. Yavaş, ağır, kalıcı… Ve ondan öğrenecek çok şeyim olduğunu hissediyorum.

Dolayısıyla pratiğimi bir kopuş olarak değil, malzeme ve perspektif değişimleriyle süreklilik olarak görüyorum. Her yeni malzeme, her yeni işbirliği, her yeni mekân bir eşik gibi. O eşiği geçtiğinizde siz de değişiyorsunuz, iş de.


Şu anda bu sergi devam ediyor, metro projesi de hâlâ sürüyor. Yakında başka büyük projeleriniz olacak mı?


Evet. İsveç’in kuzeyinde bir şehir için kamusal bir komisyon üzerinde çalışıyorum. Tabii Stokholm metrosundaki projeyi de bitirmem gerekiyor; bu çok uzun vadeli bir iş. Bunun yanı sıra İsveç’te iki sergi daha planlandı: biri Stokholm’de Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’nde, diğeri Göteborg’daki bir galeride.

Takvimim yoğun, ama aslında böyle çalışmayı seviyorum. Küçük, daha içsel işlerden devasa ölçekli kamusal projelere uzanmak… Hepsi aynı dili taşıyor: maddesellik ve deneyim dili.


All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page