top of page

Evrensel yabancılaşma ve savaş aygıtı arasında


9/8fight41 isimli belgesel filmi yönetmen Gizem Aksu ile İstanbul’dan üç dansçı ve aktivist; Gizem Nalbant, Banu Açıkdeniz ve Sema Semih’in performanslarını izleyiciyle buluşturuyor. Aksu’nun Sinti-Roma kökenli boksör Johann Rukeli Trollmann’ın hikâyesi üzerine kurguladığı belgeselin ortaya koyduğu mücadele tavrına baktık


Yazı: Mahsum Çiçek


Dans ve boks güçlerini, hareketlerini sürekli kılan ayaklardan alır. Dans ve boks şiddet, koruma, arzu ve isteklere yönelik bedeni harekete geçirir ve bir ritme kavuşturur. Belirli bir amaca, mücadele edilecek, dövülecek bir rakibe ya da sevişilecek bir partnere göre şekillenen bu zıt iki ritim, iki insan arasında karşılıklı bir ilişkiselliğe dayanır. Yönetmen, dansçı ve koreograf Gizem Aksu’nun 9/8 fight 41 isimli kısa belgesel dans filmi aynı koreografide bu iki zıt pratiği, göbek havası ritimlerini ve boksun tekniklerini bir araya getirirken, iki farklı coğrafyaya Almanya’da Dresden, Berlin (yazıda Almanya için Berlin kıstas alınacak) ve Türkiye’de İstanbul’un imgelerine göre şekillenen koreografi bir seri performans ortaya koyar.


İki şehre göre neredeyse zorunlu olarak farklılaşan performanslar, şehirlerin gündelik hayatta ve sanatta işgal ettiği yeri de gösterir. Şehirlerin gündelik hayatını ve rutinlerini belirleyen bu zorunlu ilişkisellik, şehirlerin sosyo-ekonomik, politik, bir taraftan da Berlin’in II. Dünya Savaşı sonrasında neredeyse tamamen yıkılıp yeniden yapılanmasından sonra binaların eşit yükseklikte oluşu sosyal bir eşitliğe, alt-üst olarak addedilen sınıflar arasındaki farkı görünmez kılarken, İstanbul’a dair görsellerdeki şehir yapılanmasının hiçbir kıstasa göre yapılmaması ise, gecekondu ve yüksek rezidansların iç içe geçtiği ve insanların tıpkı savaş durumunda olduğu gibi bir mübadele içinde herkesin kendi gücü doğrultusunda bir şeylere sahip olması ya da olmamasının zorunlu söylemini alt-üst eşitsizliğinin göstergesine dönüşür.


Berlin’de sergilenen iki performans, sanatçının yalnız, bireysel yabancılaşmasının tekil pratiğini, dansçının kendi bedeni karşısına geçip bir tür gölge boksu, hayali bir düşman ya da partnerden ziyade kendisiyle dövüşen arzu dolu homoerotik bir kendinden geçme deneyiminde pasif, edilgen bir durma halini yansıtır. İkinci bölümde, İstanbul’da gerçekleşen performanslarda ise bir anda harekete geçen, konumlanan, farklı kişilerin katılımı ile genişleyen ve sosyal bir duruma dönüşen bu durum aktif, saldırgan bir mücadeleye dönüşür. Beden hareketlerini ve sosyal yaşamı manipüle eden iki şehre dair iki farklı okuma Berlin’de sanatçının yalnız başına sergilediği performanslar Louis Althusser’in korkunç bir aşırılık sonrası yaşanan ve “evrensel yabancılaşma” olarak addettiği durumu, İstanbul’da bir anda kalabalıklaşan, herkesin elinde olanı koruma altına almaya çalıştığı, mücadele verdiği bir mübadele alanına, Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin göçebe toplumlar için kullandığı “savaş aygıtı” pozisyonuna çeker. Bu iki farklı okuma aynı zaman da yaşam pratiklerine dönüşen iki farklı modaliteye, gündelik hayatı, arzu istek, algı ve duyum olarak ayrıştıran iki farklı yaşam biçim biçimine dönüştürür.


Gizem Aksu, Fotoğraf: Elif Tekneci

Faşizme karşı pasif direniş


Sanatçı, HELLERAU European Center for the Arts’ta 2020 Mart’ından itibaren yaptığı üç aylık rezidanstan sonra gittiği Dresden’de Holocaust’ta infaz edilen, boksör Rukeli’nin hikâyesi ile tanışır. Almanya'da yaşamış Sinti-Roman kökenli boksör Johann Rukeli Trollmann’ın (1907-1944) hikâyesinden yola çıkan sanatçı “Çingene gibi dans ederek boks yaptığı” gerekçeleri ile ayrımcılığa uğrayan Rukeli’nin son unvan maçında ortaya koyduğu performans, Aryan stereo tipini eleştirmek için yüzünü unla kaplayıp (ya da beyaz bir toz) saçlarını da sarıya açarak çıktığı pasif direnişinden ilham alır. Çingene olduğu gerekçesi ile tutuklanıp kamplara gönderilen Rukeli, üstün ırk propagandası için boksör Nazi Subayı Emil Cornelius ile ringe çıkarılır. Ringde son dansını yapan Rukeli, maçı dövüşerek kahramanca kazanmasına karşılık mahkumların gözü önünde sırtından vurularak infaz edilir. Rukeli, öldüğünde daha 36 yaşındadır ve siyasallaşan, gündelik hayata sirayet eden ideolojilerin en ağır baskılarını yaşamıştır. Sanatçı, Berlin’e göç sürecinde bu hikâyeden yola çıkarak bir seri performans, dansın ve boksun bir arada sergilendiği bir koreografi gerçekleştirir. Koreografi boks teknikleri ve 9/8’lik ya da kırık ritim -ki kırık, öteki addedilen çingeneler, eşcinseller ve kürtler için kullanılan politik bir niteleme- roman havası ya da bir diğer ismi olan göbek dansını bir araya getirdiği melez bir form ortaya çıkarır. Documenterist Özel Jüri Ödülü’ne layık görülen belgesel filmin orjinal müziklerini Emre Malikler yapar ve Kardeş Türküler’in, Şukar Şukar ezgileri eşliğinde bir seri performans ile bir koreografi ortaya koyar. Tabi sadece sanatçı Rukeli’den hareketle çingene ontolojisinde önemli yer tutan göstergeleri, boks eldivenlerini anımsatan pembe eldiveni, puantiyeli pembe penye bluzu, rahat eşofmanı ile birlikte yüzüne yapıştırdığı simli küçük aynalar kimliksel bir temsile dönüşür. Çingenelerin ontolojik bir göstergesine dönüşen gerek pembe rengi gerek yüzüne yapıştırdığı simler ve kendi kafasına göre her yerde attığı göbekler doğrudan steril toplum algısına karşı bir tavra da dönüşür.


9/8fight41, Fotoğraf: Derin Cankaya, Dresden


Belgesel, Dresden sokaklarında yer alan ve Rukeli’nin isminin yazılı olduğu bronz levhanın, Günder Beming’in Stolpersteine (tökezleme taşı) anıtının üzerini temizlenmesiyle başlar. Avrupa’yı toptan bir mezarlığa dönüştüren bu kaldırım taşlarıyla sanatçı şimdiye kadar 70 bine yakın tökezleme taşı yerleştirdiği kaldırımlarda, yaşanan katliamın -Holocaust sadece Almanya ile sınırlı değil; İstanbul’a da uzanan “büyük bir felaket”- izlerini de sürer. Holocaust’ta, İbranice’de HaŞoah’ta kurbanlarının isimlerinin ve kısa bir tanıtım yazısının eklendiği taşlar her an yüzleşilen bir geçmişin, “insanlıktan çıkma durumunu”, “büyük kötülüğün”, “evrensel yabancılaşmasını” da ortaya koyar. Althusser, ki bu Rousseau’nun başka bir yerde kötülüğü ortadan kaldırmanın yolunun, doğrudan doğruya onun aşırı biçiminde aranması gerektiğini söylediğinde, bilinçli olarak dile getirdiği şeydir. Kısacası zorlamaya dayanan toptan teslim olma (toptan yabancılaşma), gönüllülük temeline dayanan bir toptan teslim olmaya döndürülmelidir” (1) şeklinde çıkış bulmaya çalışır. Batı olarak addedilen pratiklerin, insanlığın sonu olarak gösterilen Holocaust sonrası Berlin neredeyse toptan yıkılır ve sonradan yeniden inşa edilir. Toplum mühendisliğini ve şehir yapılanmasının tek elden şekillendirdiği sokaklar, kaldırımlar ve binalar -ki binaların arasındaki aralıklar, yükseklikler ve cephelerinin güneşi görme açılarına kadar belirlenir- savaş sonrasında tekrar kurulur. Sınıfsal göstergelerin arasındaki uçurumun kaybolduğu bu tekdüze mimari, toptan yabancılaşmanın etkilerini devam ettirir. İnsanların bir araya gelmesine olanak sunmayan bu yabancılaşma sanatçının performansına da sirayet eder.


 

"Mevcut şehir yapılanmalarının kapatamayacağı aksine daha da derinleştirdiği bu eşitsizlik Demokles’in kılıcı gibi mekânın ayrıcalığını, ayrımcılığını, avantajını ya da dezavantajını bedene yükler. "

 

Belgeselin ilk performansı heykeltıraş Bewegung Nurr’un Dresden’deki 9841 anıt heykeli yanında dikilen Rukeli’nin bir boks maçı için çektirdiği ve gardını almış vaziyette çekilen fotoğrafı, posteri karşısında sergilenir. Rukeli’nin görsel imaji ile girişilen bu tek kişilik gölge boks-dans performansı sanatçının Berlin’de ilişki kurduğu yegane figür. Nurr’un Rukeli anısına, 2010 yılında yaptığı asimetrik boks ringi şeklindeki 9841 anıtı, adını Rukeli’nin kampta koluna kazınan mahkum numarasından alır. Nurr’un eğik zeminli boks ringi şeklindeki anıtı, içine girildiğinde, bedeni dengesiz ve tekinsiz hissettirecek şekilde tasarlanmış. Bir parkta asimetrik olarak inşa edilen anıt insanlar arasındaki ayrımcılığın doğal ve sosyal eşitsizliğini de vurgular. 9/8fight41 belgeseli ki 9/8 ritmi ve Rukeli’nin koluna kazılan 9841 rakamlar her ne kadar tesadüfen 9/8 rakamları benzerlik gösterse de Rukeli’in gardını aldığı posteri ile göbek havasını da karşılıklı bir etkileşime sokar. Sanatçının, Kardeş Türküler’in Şukar Şukar ezgisi eşliğinde boksun, boşluğa yumruk sallama, bir ileri bir geri ayak oyunları temel hareketleri ile başlayan performans, savunma durumundan, gardını alan yumrukların gevşeyerek serbest stil göbek havası ritmine bırakır ve kendini savunmasız kalır.


9/8fight41, Fotoğraf: Gizem Aksu, Berlin


Nurr’un, Rukeli anıtı başında başlayan koreografisi, Almanya’nın başka bir şehrinde Berlin’de kentin dışında karlar arasında donan bir gölün üzerinde ikinci bir tek kişilik göbek dansı performansı ile devam eder. Göbek dansının göçebelikten farklı olarak bir akışkanlığa değil yere doğru meylettiğini anlatan sanatçı performansta dizleri üzerine çöker ve pan natüralist bir ritüel sergiler. Pagan inanışlar ve animist bir ritüeli andıran performans köklerini toprak ile buluşturacak tohumun şiddetli kasılmaları arasında bir birleşimi canlandırır. Toprağa tohumun ekilmesi, bir yerde kök salması ve ağaca dönüşmesiyle -ki Rukeli lakabı, Roman dilinde “iyi yetişmiş ağaç” anlamına gelir- sanatçı kendi göçebeliğine adeta bir durak noktası arar. Almanya’nın “kara orman” imgesi, Hegel’in “o ormanlar her zaman özgür halkların yaşama yerleri sayıldılar” sözleri yerleşik hayatın Nazım’ın “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...” dizelerindeki toplum hayalini de barındırır.


1930’ların Almanya’sından, II. Dünya Savaşı’na oradan da günümüz Dresden ve Berlin’e kadar uzanan belgeselin ikinci durağı ise İstanbul’dur. İstanbul’un tarihsel hafızasına kazınan ve hala yüzleşilmeyen, gerek II. Dünya Savaşı’nda Holocaust'un bir parçası olması ve gerekse de 6-7 Eylül olayları, “İstanbul pogromu” olarak da bilinen Rum azınlığa karşı organize edilen toplu saldırılar, zorunlu yerinden edilme politikalarından sonra günümüzde kentsel dönüşüm ile yine zorunlu göç, mübadele alanlarına tanıklık etmekte. Şehir ve cinsiyet problematiklerinin ağırlıkta işlendiği İstanbul bölümü aynı zamanda katmerleşen ataerkiye ve genel ahlaki sorunsala da kamerasını çevirir. İstanbul’un kalabalık, gürültülü, her an hareket halinde olan inşa ve yıkıma dair görselleri gecekondu ve rezidansların asimetrik dağılımı ve yükseklikleri şehir hayatına dair iki farklı sınıfın (zenginler ve fakirler) zorunlu eşitsizliğin de göstergesidir. Mevcut şehir yapılanmalarının kapatamayacağı aksine daha da derinleştirdiği bu eşitsizlik Demokles’in kılıcı gibi mekânın ayrıcalığını, ayrımcılığını, avantajını ya da dezavantajını bedene yükler.


Mekânların bu ayrıcalığı, mal-mülk farkını, özel mülkiyeti, eril tahakküme dönüştürürken bundan yoksun olanları, bir şeye sahip olmayan ötekileri, dişil bir karakterde her an yerinden edilecek göçe zorlanacak bir edilgenlikte görselleştirir. Demir saçlarla kapatılmaya çalışılan bu iki zıt uçurum arasına sıkışan insanlar tıpkı savaş durumda içgüdüsel olarak kendine yol bulma bir araya gelme ve farklı bir yere göçme pratiklerini andırır. Bireylerin tek başına karşı koyamadığı güçlere karşı bir araya gelmesiyle performans, senkronize olmayan farklı mücadele biçimlerinin ortak bir tavrına dönüşür. Ortak olarak karşı konulan ve atılan göbekler artık yere meyleden göbek havasından ziyade ayakta gardını bırakmadan savunma ve korunma pozisyonuna geçer.


9/8fight41, Fotoğraf, Ece Latifaoglu, İstanbul


İnsanların mevcut problematikler karşısında zorunlu olarak bir araya gelerek harekete geçtikleri, dans-boks yaparak mücadele verdiği film farklı kişilerin ki artık bireysel tikel bir pratik değil de aynı toplumsal arızaları yaşayanların bir araya gelerek kendi hikâyelerini anlatarak gelişir. Performansa katılan ve doğup büyüdüğü Sulukule mahallesine kentsel dönüşüm uygulanan Gizem Nalbant, iktidar pratiklerinin kişide bıraktığı çaresizliği ve öfkeyi saldırganlık olarak değil de rap müzik ve dans ile şekillendirdiğini anlatır. Gizem Nalbant sadece kendi durumunu değil lezbiyenlerin, transların, çingenelerin, Kürtlerin ayrımcılığa uğrayan ötekilerin de sesine dönüşür ki filmdeki diğer karakterler de farklı bir durumu dile getirmemektedir. İstanbul’a dünyanın en gürültülü şehrine, bir mübadele alanına Okmeydanı, Sulukule,Kuştepe, Feriköyve Fikirtepe’deki kentsel dönüşümün, mutenalaşmanın merkezlerine bakar ki iktidarlar zaten bu bölgeleri yerleşiklere ait olarak görmez ve farklı sınıflara vererek dönüştürür. Çingenelerin yaşadığı müstakil evler öyle durumdadırlar ki yıkımları her an gerçekleşecek gibidir, öyle ki yerleşikler kendilerini göçe zorlayacak bir sürecin, gecikmeli bekleyişin kaygısını da taşır. Belgeselin bu mahallelerde yaşayan insanlar arasında gerçekleşen performans kısmı yayılarak kitlesel bir direnişi andırır. Gilles Deleuze ve Felix Guattari devlet pratikleri ve göçebe “savaş makinasını” birbirinden ayrıştırdığı Kapitalizm ve Şizofreni 1, Göçebebilimi İncelemesi: Savaş Makinası kitabında, kesinlikle mistik bir yolculuk hikâyesi ya da özgürlüğe giden bir yol olarak değil de toplumsallaşmayan, daha doğrusu izin vermeyen coğrafi oluşumların çöl ve bozkırda akışkan ilerleyişlerini konu edinir. Toplumsallaşan devletlerin kalıcı, pürtüklü mekân politikalarına düşmeden; çünkü “bir ırk temasını ırkçılığa, başat ve kendi içinde toplayan faşizme yahut da aristokratlığa, mikro-faşizmdeki mezheplere ve folklora dönüştürmemek için neler yapılmalı? Karate, zen, yoga gibi tüm diğer faşizmleri başka türlü harekete geçiren Doğu kutbunun bir fantazma olmaması için nasıl davranmalı?” (2) sorularını sorar. Toplumsallaşma süreçlerin “savaş aygıtı” ile tüm bu pratiklerden geçmesi zorunlu olarak gören iki düşünür “toprağın üzerinde oluşan, her sefer kemiren ve her yöne doğru büyümeye yatkın kaygan mekân neredeyse, göçebe de oradadır” (3) der. İstanbul’u birinci derece deprem bölgesi yapan kaygan zemini kadar yüzeyindeki mekânlar da kaygan bir zeminde sürekli değişime tabi. Şehir merkezlerine yerleştirilen ve ardındaki yıkımı görünmez kılan saç demir duvarlar zorunlu bir geçişin, göçün doğrultusunu da belirler. İstanbul’un mübadeleyle geçen istila tarihi modern dünyada pogromlarla el değiştirme ve zorunlu göçlerle kendi imgesini, eşitsizliği sağlayan bir şehir vasfını sürdürmektedir.


9/8fight41, Fotoğraf: Ece Latifaoğlu, Fikirtepe


Berlin’in neredeyse donmuş, toplumsal yabancılaşmaya uğrayan soluk imgesinin karşısına İstanbul’un hareketli, duyumsal ve mücadele içindeki insanların bitmeyen çabasını karşı karşıya yerleştiren sanatçı bu iki şehre dair zorunlu bir okuma yapar. Berlin’den İstanbul’a gelip kalabalığa karışan sanatçı sadece bize iki şehrin siyasal, politik estetik farkını göstermez. Şehirlerin kendi imgeleri ile insanların yaşantılarını zorunlu olarak nasıl şekillendirdiğine dair iki okuma da sunar. Almanya’da geçmişin arızalarından, mimari ve anıtlardan yola çıkan sanatçı farklı bir kıyıda, kıyıma uğrayan İstanbul’un göçebeliğe, mutenalaşmaya ve sürekli bir mübadele alanında yaşanan pratikleri de karşılaştırır ve sanat ile edilgen bir çıkış yolu da bulmaya çalışır. Pek çok ödül alan film “dansın birilerini değiştirmek, ayırmak ya da bir kesimin değerini düşürmek için kullanılamaz. Dans ederek boks yapmanın olsa olsa müthiş bir öneri” olduğunu söyleyen sanatçı iki farklı şehrin görsel ve toplumsal yaşantılarında kendi okumalarını sunar. İstanbul’un göç yoluna dönüşmesi, Gilles Deleuze ve Felix Guttari bahsettiği “savaş aygıtını” pratiklerini devreye sokarken, Berlin ise Althusser’in tüm aşırılıkların yaşandığı bir “evrensel yabancılaşma” söylemlerinde ifade bulur.


Fotoğraf: Ece Latifaoğlu, Fikirtepe


* Berlin'de yaşayan İstanbullu bağımsız koreograf, dansçı ve akademisyen Gizem Aksu, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü ve MSGSÜ Devlet Konservatuarı Çağdaş Ana Sanat Dalı'ndan onur dereceleriyle mezun oldu. Yüksek Lisans ve Sanatta Yeterlik programlarını aynı ana sanat dalı'nda tamamlayarak Dr. oldu ve birçok ders verdi. Kendi üretimleriyle Belçika, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Almanya, Hindistan, İspanya, Portekiz, Avusturya'da birçok festivale, bienal ve rezidans programına katıldı. Sanatçı bedene kolektif ve ilişkisel bir süreç olarak; koreografiye tarihsel, toplumsal ve enerjitik bedenlere yazılan ve kazınan ilişkileri araştıran bir alan olarak yaklaşmaktadır. Film, metin, enstalasyon gibi disiplinlerarası bir zeminde üretimler yapan sanatçı, tüm sanatsal üretimlerini koreografinin geniş tanımı içerisinde konumlandırmaktadır. https://www.gzmaksu.com/


Notlar:

1. L. Althusser, Politika ve Tarih, Alaeddin Şenel-Ömür Sezgin (çev), V Yay. S. 110

2. G Deleuze-F. Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni 1, Ali Akay (çev), Bağlam Yay. S. 79

3. G Deleuze-F. Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni 1, Ali Akay (çev), Bağlam Yay. S.84

* https://www.gzmaksu.com/


All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page