top of page

Bir çağ yangının sonunda yeni sinema yasası


“Türkiye’nin bir çağ yangının arifesinde olduğu daha 1990’ların ortasına gelinmeden belli olmuştu. Bunu öngörebilip tereddütsüz dile getirebilen çok az kişi oldu. Bu uzgörülü ve gözüpek kişilerin çoğu süreç içerisinde ya yakılmaya çalışıldı ya öldürüldü ya da hürriyetleri ve/ya ruh sağlıkları en azından belli aralıklarla ellerinden alındı.” Füruzan Andaç, yakın tarihin ve bugünün sosyo-politik atmosferi ışığında sinema sektörünün başat sorunlarının altını çiziyor

1870 kelime

İklimler, Nuri Bilge Ceylan, 2006

I.

Türkiye’nin bir çağ yangının arifesinde olduğu daha 1990’ların ortasına gelinmeden belli olmuştu. Bunu öngörebilip tereddütsüz dile getirebilen çok az kişi oldu. Bu uzgörülü ve gözüpek kişilerin çoğu süreç içerisinde ya yakılmaya çalışıldı ya öldürüldü ya da hürriyetleri ve/ya ruh sağlıkları en azından belli aralıklarla ellerinden alındı. Dünyanın pek çok başka coğrafyasına göre çok daha çalkantılı yaşanan bu çeyrek yüzyılın Türkiye sanatına geleceğe kalacak şekilde ne kadar yansıyabildiği ciddi tartışma götürür.

Sinema, en kitlesel ve kusursuz 20. yüzyıl sanatı olması ışığında, gelecek kuşakların bu dönemi anlamak için döneceği belki de en önemli kaynak olacak. Peki Türkiye sineması, bu çağ yangını yansıtabilecek kudrette kaç iş çıkarabildi bu koca çeyrek yüzyılda? Çıkan; üzerinde uzlaşı sağlanabilecek çizgi üstü; zamanla kolay kolay eskimeyecek filmlerin daha içsel, kişisel bir yerden dünyayı kavradıkları ve sinemalarını kurduklarını söylemek mümkün. Genel olarak döneme hâkim olan minimalist anlatıların otuz yorgan altına sakladıkları misketin peşinde giden sakınımlı tutumları da pek tabii ülkedeki bu çağ yangınına damgasını vuran muhafazakârlaşma / (içine) kapanmanın dön dolaş suretiydi. Bu anlamda dönemin sınırlarını da aşarak Türkiye sinema tarihinin en önemli yaratıcısı hâline gelen Nuri Bilge Ceylan’ın bu yangın içindeki çağın en önemli (sinema) sanatçısı olduğu ve bu çağın erken dönemine denk gelen kendi erken döneminde ortaya koyduğu Mayıs Sıkıntısı’nda Muzaffer, Uzak’taki Mahmut, ve en pir-u pak örneği, İklimler’deki İsa başkarakterlerinde gördüğümüz türden sinik, nihilizme teğet geçen, içine kapanmacı bir küçük burjuva konformizmini son kertede yeğ tutan karakterleriyle bu dönemin ruhunu, kendi ruhu üzerinden en derinlikli şekilde yansıtan olduğu rahatlıkla söylenebilir.

NBC’nin kuşakdaşlarıyla kurduğu sinemanın serpilmesi, hiçbir zaman bir endüstri hâline gelememiş ülke sinemasının iki finansal kaynaktan beslenmeye başlamasıyla ortaya çıktı.

Bunların ilki, İzmirli ve Yeni Asır gazetesi kökenli “eski Türkiye” burjuvası Dinç Bilgin’in ATV’de rakipleriyle kıyasıya sürdürdüğü reyting savaşında dâhiyane bir retro çözüm üreterek “refurbished Yeşilçam”ı icat edip dolaşıma sokarak TV dizilerini başlatmasıydı. Dönemin ikonik dizisi Süper Baba’yı ilk örneği sayabileceğimiz, günümüze dek ana akım medyayı domine eden bu süreç, 90’ların başında dip noktasını bulmuş görsel işitsel sektörün canlanmasına ve ülkenin -tabii ki en başta İstanbul olmak üzere- teknik ekip ve ekipman açığının hızla giderilmesine yol açmıştı. Özellikle 2000’lerle beraber dünyada ABD’den sonra en çok TV izlenen ülke sıfatını taşıyan Türkiye’nin akşamlarını dizilerin domine etmesi; muhafazakârlaşmaya feci şekilde hizmet etmiş; sahne sanatlarının kan kaybına yol açmış ve daha sonra ülkeyi kıskıvrak ele geçirecek siyasal İslam’ın toplumu dönüştürme çabalarının da merkezine, hem içerik hem de üretimi anlamında görece ucuzluğu ve son derece efektif oluşuyla oturacaktı.

Kabaca çeyrek yüzyıldır ülkeyi domine eden dizi furyası, sonuç olarak İstanbul’un dünyanın en çok Arri Alexa kameralarının bulunduğu şehri olacağı bir taze ekipman çılgınlığına ve Kapıkule’nin 10 metre ötesindeki muadillerinin bile kat be kat gerisinde olmalarına rağmen; son derece yetersiz teknik ekiplerin akıldışı paralar kazanmasına yol açacaktı. Bunun dışında, pıtrak gibi çıkan oyuncu olma iddiasındaki yüzlerce yeteneksiz genç kısa yoldan zengin ve meşhur olma arzusuyla neo-liberalizmin gönüllü halkalı kölesi olacak ve diziler üzerinden ivmelenerek süregiden seviyesizleşmeyi daha da körükleyecekti.

Sinemanın ciddiye alınamayacak popüler tarafı da nitekim bu dizi furyasından oluşturulan niteliksiz insan havuzu ve sermaye birikiminden istifade edecek ve 70’lerdeki muadilinin aksine nostaljik değer bile taşımayan patlamaya hazır koskoca bir çöp yığını üretecekti.

Sinemanın bu yazının esas konusu olan ciddiye alınabilir tarafının serpilmesinin ikinci ve esas finansal kaynağı, 2004 yılında Türk sağı standartlarına göre çok yüksek bir entelektüel seviyeye sahip olan ve profesyonel olarak da sinemacılıktan gelen Erkan Mumcu’nun Kültür Bakanlığı döneminde, Mumcu’nun kişisel inisiyatifiyle çıkartılan sinema yasası ve bu yasanın sağladığı destekler olmuştu. Bu yasa, benzer ülkelerin hepsinin yeni ve/ya güncellenmiş sinema yasalarını çıkardığı ve dijital sinemanın kesin zaferini artık ilan ettiği 2010’ların ilk yarısında çoktan miadını doldurmuştu. Ancak siyasal İslam’ın içinde yaşanan kırılmalar; tüm gücün tek kişinin elinde toplanması yönünde atılan adımlar ve bunun gerektirdiği ‘’yılda bir sandık’’ süreci, yeni sinema yasasının meclise gelmesine bir türlü olanak tanımadı. İyi-kötü uluslararası bir tanınırlığa sahip olan ve süreç içerisinde Cannes’da bir Altın Palmiye, iki Grand Prix, bir en iyi yönetmen; Berlinale’de bir Altın Ayı; Venedik’ten iki Jüri Özel ödülü gibi ödüllere ulaşmış; San Sebastian’dan, Sundance’e, Moskova’dan Locarno’ya dek “A tipi” festivallerde boy göstermiş ve ödüller almış bu sinema, hepten arkaik kalmış 2004 tarihli sinema yasası ve bu yasaya ‘’uygun’’ olarak çıkarılmış; ancak iktidarın kristalleşmesi ve keyfileşmesiyle gün geçtikçe ucuzlaşan ve tek bir kişinin emrine giren siyasetçilerin çocuk oyuncağına dönmüş yönetmeliklerin cenderesinde boğulmuş ve ülkenin ciddiye alınabilir sineması bundan ciddi yaralar almıştır.

Özellikle 2013 sonrası süreçte değerini hızla kaybeden TL ve yasa gereği sinemaya aktarılması gereken rüsum vergilerinin yarısına yakınının mâliye tarafından bitmek bilmez seçim harcamaları ve popülist, günü kurtarmacı politikaları finanse edebilmek için alıkonulması; sinemaya verilen desteğin döviz bazında hepten kuşa dönmesine yol açtı. 2010’ların ortasına gelindiğinde durum kabaca şuydu: Her yenisinin bir öncekini arattığı, sinema sanatıyla bugüne kadar nasıl bir ilişki içinde olduğuna dair en ufak bir emare olmayan türlü liyakatsizin ve/ya dinozorun üye seçildiği bir sinema destek kurulu. Zaten son derece kıt olan, mâliye tarafından tırpanlanmış kaynağın aslan payının, tek bir kişinin aşağılık kompleksinin tezahürü olarak yaratmak istediği, ideolojik açıdan boynundan bağlı bir yeni sinemacı kuşağı adına; ne idüğü belirsiz; liyakatsiz, kifayetsiz figürlere dağıttığı bir besleme düzeni. (Kısa film ve belgesellerdeki durumun daha da fecaat olduğu ve apaçık bir “dükkân döndürme” dip seviyesine indiğini not etmeli.)

2004 tarihli yasanın aceleye getirilmişliği ve bir Türkiye klasiği olarak mesleği layığınca icra edenlere hiç kulak asılmadan çıkarılmışlığının en billur nişanesi olarak en büyük eksikleri, filmlere post-prodüksiyon için bir destek öngörülmemiş olması ve sadece çoğunluk hissesi Türkiye tarafında olan ortak yapımlara destek çıkılmasıydı. Bu durum şöyle bir kısır döngü yaratıyordu: Her kurulda 10’u ilk uzun metraj olmak üzere toplamda 30 kadar uzun metraj kurmaca filme toplam 30-35 milyon lira arası bir destek dağıtılıyor; bu otuz filmde toplamda en fazla yedi hadi bilemediniz sekiz film hayatını sinema sanatına vakfettiğine şahadet edilebilecek yönetmenler veya yönetmen adaylarının projelerine veriliyor; geri kalan bütçe yeni sinemacı yaratma sevdasına; saçma sapan ideolojik projelere ve yandaşlara tashih ediliyordu. Elbette ki bu rendeden geçemeyen pek çok iyi film projesi ve yönetmen oldu. Geçemeyenlerin de birkaç istisna dışında neredeyse tek şansı bütçe yaratabilmek için yurtdışına yönelmekti. Rendeden sıyrılabilenlerin de aldıkları euro bazında kuş kadar parayla ve üzerlerindeki yönetmelik, vergi baskısıyla filmi bitirmeleri neredeyse imkânsız olduğundan, onlar da el mahkûm dışarı dönüyorlar ve orada da yok senaryo geliştirme, yok pitching platform, yok work in progress, türlü neo-liberal sanat komiserliği zımbırtısında filmlerini çokbilmiş bazı festival zerzevatının “değerli” fikirlerinden korumaya çalışıyorlardı. Bu neo-liberal “artistik” festival mafyasının CNC’den çıkarırcasına birbirine benzettiği ve dayattığı sanat sineması kalıplarına boyun eğenler; üç kuruşluk ödülcüklerle bir hype’a oturtulup akıl ve filmleri ellerinden alınıyor; daha film çekilmeden bir yarış atı kılınıyor ve o yönetmenleri çoğu kez daha doğmadan kaybediyorduk.

Özetle sinema eserinin peşindeki yaratıcı dört taraftan kıskaca alınmış durumda:

1. Siyasetin, pratik olarak tek kişinin rehinesi kıldığı bürokratlar ve mutlak muktedirin dayattığı sosyo-kültürel ve politik konjonktüre göre keyfî değişen “yönetmelik” kılıfına uydurulmuş uygulamalar. Özetle bürokrasi.

2. Neo-liberal bir aç kurt kârgözlüğüyle dizilerde kabul gör(dürül)müş anlatı ve “estetik” kalıpların zinhar dışına çık(a)mayacak; sinemanın neliği ve niteliği üzerine üç saniyelik tefekkürü olmayan kifayetsiz yapımcılar, genel anlamıyla türlü yetersizliğiyle sektör ve talep edecekleri nitelikli sinema filmlerinin karşılayamayacağı maaşları oranında filmi baltalayacak teknisyenler. Özetle sektör.

3. Yönetmenlerden kabaca Turkey bashing talep eden ve ülkelerindeki merkez sol “sanat sineması” seyircisine kendilerine iyi hissettirecek tersinden feel good movie’ler talep eden; ülkelerindeki tanıdık fonların sadece birinden euro bazında fon çıkarıp bu paranın fon tarafından kabul edilen kısmından fazlasını naylon fatura ve benzeri yöntemlerle cukka ederek filme neredeyse hiç efor sarf etmeden ortak olan ve filmle doğru dürüst ilgilenmeyen ortak yapımcılar.

4. Bütün bunlar hasbelkader aşılırken veya aşıldıktan sonra bölüm sonu canavarı misali karşılaşılan günümüz “doğru’’larından başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen konformist, süklüm püklüm neo-liberal sanat komiserleri; festival küratörleri; ortak yapım platformu direktörleri; kotalı jüri üyeleri; vesaire...

II.

Yazının başında bahsi geçen tüm bu çağ yangının baş özelliklerinden biri “bağlamından koparılmak”tı. Ülkemiz sineması ve bileşenlerinin de bundan nasibini almaması mümkün değildi elbette. Bu bağlamından koparılmışlığın şahikası, yeni sinema yasasının, iki seçim arası bir ana sıkıştırılıp mecliste görüşülmesi öncesinde yaşananlar oldu. Daha önce yeni sinema yasasıyla ilgili hiç ortada görünmeyen; yukarıda anılan ciddiye alınamaz popüler sinemanın temsilcileri, Mars grubunun kartelleşmesiyle yaşadıkları kâr kaybını bertaraf etmek ve asıllarına rücu edip kâr maksimizasyonlarını yeniden tesis edebilmek için büyük bir PR kampanyasıyla, yeni sinema yasasıyla ilgili tartışmayı bağlamından kopartıp; bütün mesele mısırlı promosyonlar üzerinden Mars grubunun yapımcıları finansal olarak kenara sıkıştırmasıymış gibi bir hava yarattılar. Saraydaki buluşmada billurlaşan Mefistovarî “ruhumu tamamen verdim, insanları uyuttum, kârımı geri aldım” ittifakının taarruzu, Mars grubunun acemi mi acemi savunusunu deldi geçti ve sinema yasası yine bir kez daha, mesleğini kâr dışı amaçlarla da icra edenlerin zerrece sözü dinlenmeden -muhakkak ki çağa uygun bazı düzeltmelerle- geçti.

Bu yeni sinema yasasıyla ilgili olarak da ülkedeki kamplaşmaya paralel iki ayrı ezber üretildi. İlki, geçen on yıllara rağmen sefilliğinden zerrece taviz veremeyen sağ/muhafazakâr ezber: “Ülkeyi dışarıda kötüleyen projelere para vermeyelim.” (Zira bu devlet ve bütün bu para kaynağı bizim doğal hakkımızdır; zira bu ülkenin asıl unsuru biziz. [Diğer bir deyişle mütedeyyin sünnî, Türk, Müslümanlar])

Bu 1970 model nato mermer nato kafa trajikomik ezberin bozulması (sol) liberal entelektüel payandaların da çoktan çöpe atılmış olmasıyla kısa vadede mümkün gözükmüyor. Bu ezberin bir aksesuarı da, “bu filmleri zaten kimse izlemiyor” lakırdısı pek tabii ki. Yaklaşık 150 milyon insanın konuştuğu Türkî dillerde üretilen görsel-işitsel içerikte sıradışı cümlelerin, imgelerin kurulduğu tek mecranın kurutulması arzusu da hep bu aşağılık kompleksiyle kavrulan kafanın alâmet-i farikalarındandır.

Diğer tarafta da devrime dek sevişmeyi erteleyecek arkaik sol romantizme ait bir başka ezber var: “Yeni Sinema yasası sansür yasası.”

Tamam ama dışarıdan gelen baskıyla zorla çıkarılan birkaç istisnai yasa dışında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, hele hele herhangi bir sanat dalına finansman kaynağı olduğu bir alanda, elindeki tokmağı herhangi bir devirde, bir şekilde bıraktığı vaki değil ki! Türkiye’de kaynağını kamu kaynağından alan, tümüyle özgün bir kurum hiçbir zaman var olmadı ki! Türkiye’de hiçbir zaman devletin uygun görmediği bir sanat eseri baş ağrısız, finansal, hukukî sancısız üretil(e)medi ki… Tüm bunlar sadece zevksiz döşenmiş, et kokan bir kebapçının ortasındaki devridaim çeşmesi gibi akan Türkiye tarihinde otoriterizmin yine yeniden baskın olduğu bir dönemin tezahürü. Tek farkı, bu dönemin otoriterlerinin cumhuriyet tarihi otoriterlerinden çok, çöküş dönemi imparatorluk otoriterlerine daha yakın oluşu.

Ezcümle yeni sinema yasası kendi başına hiçbir şey ifade etmeyecek. Yasaya göre çıkartılacak ve dönemin baskıcı ruhunu yansıtacak yönetmelikler de. Kendini -Hindistan gibi- bir “alt kıta” sanan ve dış dünyadan yalıtılmış, özgül bağımsız bir zeitgeist’a sahip olduğu yanılgısında / büyüklük kompleksinde olan Türkiye özgün ağırlığı olmayan ekonomisi, siyasal yaşamı ve kültürüyle dünyadaki neo-liberalizmin çöküş sürecinin sonuçlarını birebir ve anlık yaşayacak ve buna göre kaçınılmaz olan “iklim değişikliği”ne ayak uydurmak zorunda kalacak. Sinema yasası, bileşenleri ve sektörel şartlar da, dünyadan ülkeyi başta iktisadî, sonra da siyasal ve en en nihayetindeyse sosyo-kültürel yollarla domine edecek bu yeni konjonktüre göre yorumlanacak ve işletilecek. Her hâlükârda ülkedeki keyfilik ve yasaların aksesuarlığı konusundaki korkunç gerilemenin rehabilitasyon süreci daha belli ki -yeni- bir çeyrek yüzyıl daha alacak.

bottom of page