Berlin sahnelerinden izlenimler II: Volksbühne ve Theatertreffen
- Ayşe Draz
- 6 gün önce
- 11 dakikada okunur
Berlin'in çok kültürlü strüktürünün devingen gündemi ve şehrin sahnelerinde gösterilenler üzerine izlenimlerimizi aktarıyoruz
Yazı: Ayşe Draz

Method, Fotoğraf: Luna Zscharnt
Yaklaşık 3.9 milyonluk nüfusuyla Berlin, yalnızca Almanya’daki değil, Avrupa Birliği sınırları içindeki en kalabalık şehir. Ve nüfusunun yaklaşık %24’ü yabancı uyruklu; yani bu şehirde yaklaşık 170 farklı ülkeden gelen insanlar bir arada yaşıyor. BLC’ye (Berlin Business Location) göre ortalama yaş 42,8 ve nüfusun önemli bir kısmı, yani %56’sı, 45 yaşın altında. Ortanca yaşı 43,6 olan Berlin’de nüfusun %50,5’i kadın, %49,5’i erkek. En kalabalık yaş aralığı ise 30-39 yaş. Uzun lafın kısası Avrupa standartlarına göre Berlin, kozmopolit ve genç bir şehir.
Resmi nüfusu 15,7 milyon olan İstanbul’a bakarsak, Urbistat’a göre şehrin ortalama yaşı 33,9 ve de TÜİK verilerinden anladığım kadarıyla en kalabalık yaş aralığı 40-44 yaş. Ortanca yaşı 33 olan İstanbul’un nüfusunun yaklaşık %7’si yabancı uyruklu ve bu nüfusun %50,2’si kadınlardan, %49,8’i ise erkeklerden oluşuyor. Uzun lafın kısası İstanbul, Berlin’in yaklaşık dört katı bir nüfusa sahip, Berlin’den daha genç ama çok daha az kozmopolit. Kadın-erkek dağılımı açısından iki şehir neredeyse aynı.
Semih Fırıncıoğlu’nun T24’e ve farklı mecralara yazdığı yazıları takip edenler onun İstanbul seyircisine dair yaptığı tespite, yani seyircinin çoğunluğunu 25-35 yaş arası kadınların oluşturduğu gözlemine aşina olabilirler. Semih’in yolundan giderek ben de, ikinci evimde geçirdiğim henüz kısacık ve bol gitgelli zamana rağmen bir sene içinde yaptığım bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.
Maalesef Berlin’de, gösteri sanatları alanı seyircilerine dair yaş ve cinsiyet gibi demografik verileri içeren kamuya açık bir kaynak bulamadım ancak benim gözlemim, gösteri sanatlarını sadece genç nüfusun değil çok daha karma bir yaş grubunun ve ufak bir farkla olsa da kadınlardan -ve de dikkate değer bir kalabalıkta kuirlerden- oluşan bir çoğunluğun takip ettiği oldu. Yani sahnelerini yakından takip etmeye ve kendine ait kodlarını anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığım Berlin gösteri sanatları, yalnızca gençlere hitap etmiyor; seyirci kitlesi yaş açısından daha karma, cinsiyet dağılımında ise hâlâ kadınlar ağırlıkta, fakat fark daha dengeli ve de seyircisi kesinlikle çok daha renkli. Bu karşılaştırmada ortaya çıkan sonuçlara dair henüz benim kafamda oluşmuş net cevaplar yok; ayrıca bunun için ne gözlemim ne de bilgim yeterli; muhakkak farklı toplulukların kültür sanata ve hatta kamusal alana erişimi ile ilgili çok daha büyük bir resmin parçası bu farklar, ancak gene de belki sizler de üzerine düşünmek istersiniz diye paylaştım.
Berlin’in gösteri sanatları dünyası pek de bizim alıştığımız gibi iki ana eksende, ana akım ve alternatif sahnelerde, şekillenmiyor; bazen öyle gözükse bile bu iki yapı arasında kesinlikle Türkiye’de olduğundan çok daha yumuşak ve organik geçişler var. Adeta şehrin kendisi gibi; ana veya tek bir merkezi yok. Ben de, maalesef artık uluslararası ve nitelikli yapımların ender ziyaret ettikleri İstanbul’dan çıkmanın tetiklediği (1) ve de “üçüncü dünya ülkesi açlığı” olarak tanımladığım bir açlıkla, çeperlerden önce, merkez kabul edilen yapıların repertuarlarını tüketmeye yöneliyorum. Alternatif ya da henüz filizlenmekte olan sahnelere adım atmadan önce ilk eğilimim, uzaktan dahi olsa aşinalık hissi veren, yerleşik ve tanınmış kurumların programlarını takip etmek, onların sunduğu estetik ve ideolojik evreni gözlemlemek. Daha az yerleşik sahnelerin yaratıcılık ve risk alma potansiyelinin çok daha yüksek olduğuna inanmakla birlikte, şu anda hala bir yön bulma, yerleşik yapılar üzerinden kendime bir zemin oluşturma sürecindeyim. Bu bağlamda, istediğim sanatsal haritayı çıkarırken Volksbühne ve Schaubühne, iki temel merkez, Berlin’in eşit derecede önemli iki dayanağı olarak karşıma çıkıyorlar. Maalesef Berliner Ensemble, en azından benim gözlemlediğim kadarıyla eşit önemde bir merkez değil şu günlerde çünkü Claus Peymann ertesi yönetimde belirsizlikler, sanatsal karmaşa ve kimlik arayışı gibi sorunlarla boğuşarak pek istikrar gösterememiş ve kendi merkezini kaybetmiş.
1914 yılında işçi hareketinin “Sanat halka!” (Die Kunst dem Volke) çağrısıyla kurulmuş olan Volksbühne, yani “halk sahnesi/tiyatrosu”, “yüksek sanatın” erişilebilirliğini demokratikleştirmeyi hedefleyerek tarihsel olarak hep sol siyasete yakın bir çizgide konumlanmış. Özellikle, provokatif üslubuyla tanınan Alman yönetmen Frank Castorf’un sanat direktörlüğü boyunca (1992-2017) bilinçli olarak yaratılan kaotik atmosferler, sistem karşıtı, kışkırtıcı politik mesajlar üreten, klasik anlatı yapısını reddedip postdramatik estetik ve deneyselliği benimseyen, cesur yapımlara ev sahipliği yapıyor. Castorf’u takiben başa gelen, Tate Modern’in eski direktörü Belçikalı Chris Dercon ise özellikle tiyatro kökenli olmayışı nedeniyle tepki çekerek bir sene içinde, ofisinin önüne bırakılan “dışkıyla protesto”yu (2) takiben görevinden ayrılıyor. Dercon’u takiben 2018’de Klaus Dörr sanat direktörü olarak atansa da çeşitli taciz ve kötü muamele suçlamalarıyla o da 2021 yılında görevinden istifa ediyor. 2024 yılında, 61 yaşında aniden vefatına kadar sanat direktörlüğü görevini René Pollesch üstleniyor. Alman tiyatrosunun en özgün yönetmenlerinden biri olarak anılan, felsefi metinleri pop kültür unsurları ve kendine has mizahı ile harmanlayan Pollesch, böylece, Volksbühne’nin çalkantılı yıllarına son veriyor. Önümüzdeki sezon itibariyle ise sanat direktörlüğünü üstlenecek Berlin doğumlu dramaturg ve yönetmen Matthias Lilienthal, hem 1991-1998 yılları arasında Frank Castorf’un ekibinde dramaturg olarak çalışmış olduğu, hem de ardından gene Berlin’in bir diğer merkezi HAU ve Münchner Kammerspiele gibi önemli sahnelerde yönetmenlik yapmış olduğu için olsa gerek, merakla ve heyecanla bekleniyor.
1962 yılında kurulan ve adını 1981 yılında taşındığı eski bir sinema binasından alan Schaubühne am Lehniner Platz (Lehniner meydanındaki seyir sahnesi/tiyatrosu) ise, Peter Stein’in sanat yönetmenliğinde (1970-1985) klasik modernizme ve psikolojik gerçekçiliğe dayanan, metin odaklı ve topluluk temelli bir tiyatro anlayışını benimsiyor. Stein ayrıca, tiyatroyu yalnızca bir estetik alan değil aynı zamanda toplumsal tartışmaların yürütüldüğü kamusal bir alan olarak kurgulayan bir yaklaşım geliştiriyor. 2000 yılından beri sanat yönetmenliğini yürüten (ilk beş yılında bu görevini Sasha Waltz (3) gibi başka isimlerle de paylaşarak) İstanbul seyircisinin de yakından tanıdığı Thomas Ostermeier ise, Stein’in çizgisini biçimsel olarak yenilikçi, ve de politik olarak daha angaje bir tavırla harmanlayarak, Schaubühne’yi uluslararası düzeyde daha çok tanınan bir merkez haline getiriyor.
Volksbühne am Rosa-Luxembourg Platz (Rosa Luxembourg meydanındaki halk sahnesi/tiyatrosu) Berlin’in merkezinde, Alexanderplatz yakınlarında ve 1949-1990 arasında Doğu Almanya’nın en önemli sahnelerinden biri olarak hayatını sürdürmüş; Schaubühne ise batıda, Charlottenburg’da konumlanıyor. Biri eski doğu/yeni merkezde, öteki batıda yer alan bu iki sahnenin seyircileri arasında da gözlemlediğim bazı farklar şöyle oldu: Schaubühne’nin seyircisi şık giyimli, orta yaş üzeri Batılı Almanlar ve onlara eşlik eden genç ama daha çok “hipster” olarak tanımlayabileceğimiz, gelir düzeyinin göreceli yüksek olduğunu tahmin ettiğim bir kitleden; Volksbühne’nin seyircisi ise kuir estetiğin, deneysel arayışların ve daha fazla riskin hakim olduğu, genç ve marjinalize olmaktan hoşnut bir kitleden oluşuyor.
Volksbühne kışkırtma ve başkaldırı geleneğini bünyesinde taşımaya devam edip daha fazla risk alırken, Schaubühne daha cilalı ve küresel ölçekte yankı bulan çağdaş tiyatro yapımlarını ön plana çıkarıyor. Aslında bu iki merkez, Berlin sahnelerinin nabzını tutan canlı bir diyalektik de oluşturuyor diyebiliriz. Bir yanda risk almaktan çekinmeyen, sahnede her boyutta çatışmayı kutsayan Volksbühne; diğer yanda göreceli hijyenik prodüksiyonlarıyla daha geniş bir kitleye göz kırpan Schaubühne. Her iki sahnede de sık sık İngilizce üstyazılı gösterimlere denk gelmek mümkün; hatta o kadar mümkün ki bazen benim gibi her oyunun İngilizce üstyazısı olmadığını unutup Almanca oyunlara bilet almış olabiliyorsunuz. Bu yazımın devamında sizlerle Volksbühne’de izlediğim bazı yapımlara dair izlenimlerimi paylaşacağım; Schaubühne’yi merak edenlere ise “arkası yarın” diyerek yazımın ikinci takipte kalmalarını öneriyorum.

Method, Fotoğraf: Luna Zscharnt
Volksbühne’de izlediğim Method’la başlayabilirim. Oyunun yazarı Kata Wéber ile yönetmeni Kornél Mundruczó, tiyatroda olduğu kadar sinemada da tanınan Macar bir ikili olarak birlikte epey iş üretmişler. Volksbühne için gerçekleştirdikleri ikinci ortak yapımları olan Method ile ikili, sanatsal üretimin sınırlarında gelişen otoriter ilişkileri, rol ve kimlik arasındaki geçirgenliği ve sanat ortamının çoğu zaman güvenli sayılan ama olmayan çelişkilerini sorgulayan katmanlı ve de eğlenceli bir sahneleme kurgulamışlar. Sahnede, oyun içinde oyun misali, uzayda geçen bir kurt adam filmi setinde, kurt adam karakterine girebilmek için gerçekten film setindekileri öldürmeye başlayan başrol erkek oyuncusu olarak, Tarantino’nun Inglorius Basterds filminde de Hitler’i canlandırmış olan Martin Wuttke’yi izliyoruz. Method, Strasberg’in ünlü “metod oyunculuğu”na göndermede bulunarak, fail, tanık ve seyirci pozisyonlarını iç içe geçirerek, ve nedense sağlıklı bir şekilde bir türlü kurulamayan sanatsal sınırları sorgulayarak, performatif şiddetin hem gerçekliğini hem de temsilini aynı anda ifşa ediyor ve onu bir b-movie estetiğinde bizleri de eğlendirerek parodileştiriyor.

Ophelia’s Got Talent, Fotoğraf: Nicole Marianna Wytyczak
Volksbühne’de izlediğim diğer iki yapım, uzun süredir işlerini izlemek istediğim Avusturyalı koreograf/performans sanatçısı Florentina Holzinger’e ait. Yapıtları “feminist freak show” olarak da tanımlanan, seyircilerinin bazı gösterilerinden tiksinerek ve fiilen mide bulantısı ile çıktığı sık sık basında yer alan Holzinger’in işlerine, benim de başta büyük bir önyargıyla gittiğim, ama gene de gittiğim doğrudur. İlk izlediğim ve de bir Volksbühne yapımı olan Ophelia’s Got Talent, televizyondaki yarışma programlarının insanları nasıl birer “freak” yani ucube gibi sunduğunu ters yüz ederek, çırılçıplak ve farklı bedenlerden (ve yanılmıyorsam hepsi She She Pop gibi bilindik farklı tiyatro topluluklarından tanıdığımız oyunculardan) oluşan bir jüri ve birincilik için yarışan, gerçek hayatta da kılıçları yutmak ve bedenlerini kesmek gibi freak-ish performanslar sergileyen, gene çırılçıplak kadınlardan oluşan bir yarışmacı grubu ile perdeyi açıyor. Aralarında sahne sempatisi yüksek olan Holzinger’in de yer aldığı ekip kuir bedenlerle çoğalıyor; “yarışma programı”, sahnede uçurduğu helikopterle sevişip orgazm olduktan sonra ondan hamile kalan kadının sahnesine, oradan da, erken yaşta uğradığı erkek tacizinden sonra bedenine zarar vermeye başladığını gösterinin bir noktasında paylaşan performansçı, sahnenin bir ucunda kendi bedenini kesmeye, delmeye devam ederken, başka bir uçta mayolu çocukların (4) sahnede kurulan akvaryuma, ya da havuza girdiği anlara evriliyor. Shakespeare’in Ophelia’sına gönderme yapan ve ondan yola çıkarak su imgesini kullanan yapımda Holzinger, eril bakışı, kan-ter-gözyaşı gibi her türlü bedensel sıvıyla aşırılıktan kaçınmadan, grotesk bir şekilde tersyüz ederek eleştirdi demek yanlış olmayacak. Bir yandan Semih Fırıncıoğlu’nun benzer gösterilere dair (kaldı ki benim önerimle New York’ta Holzinger’in bir işini izlemiş olduğunu bildiğimden ona referansla yazdığını düşünüyorum) yaptığı tespite katılıyor, Ophelia’s Got Talent’ın “eski burlesk gösterilerini anımsatan, şiddet, sadomazoşizm, çıplaklık, cinsellik, beden sıvılarının akıtılması gibi ‘çarpıcılığı’ ezelden beri bilinen öğelerle” bezeli bir iş olduğunu kabul ediyorum. Öte yandan Alman bir kuir sanatçı olan arkadaşımın, özellikle Alman sahnelerine dair tespitine de katılıyorum; yani çoğumuz erkek egemen sahnelerde, sürekli uzuvlarını sallandırıp, tükürükleriyle bizleri yıkayan (evet, aynen Lars Eidinger misali) çıplak erkeklerden sıkıldık; bazı eylemleri şiddet içerse bile, bu şiddeti sahnede birbirlerine gösterdikleri şefkatle etkisiz kılan, estetize etmeden çıplak bedenlerini tüm farklıkları ile bizlere sunan ve dolayısıyla bizim de bir süre sonra üzerimize giydirilen toplumsal normlardan özgürleşme arzumuzu tetikleyen Holzinger yapıtları, adeta sahnede dev bir vajinayı açarak bizi içini keşfetmeye davet ediyor. Tabii bu gösteriyi 8 Mart’ta izlemiş olmam; ve de aslında büyük çabalarla kazanılmış olan birçok özgürlüğün bugün adeta biran önce orta çağlara ulaşmak isteniyormuşcasına artan bir hızla ve de benim “bully boys” (zorba delikanlılar) olarak tanımladığım, bir ergen erkek çetesi tarafından kaybettirilmekte olması, çok özel bir bağlam yarattı…

Sancta, Fotoğraf: Mayra Wallraff
İşlerini, ortalama 2,5 saat süren halüsinatif bir deneyim veya “anlatılmaz ama yaşanır” olarak tanımlayacağım Holzinger’in izlediğim ikinci işi ise, Theatertreffen kapsamında gene Volksbühne’de gösterilen Sancta idi. Evet, teatral açıdan yeni bir şey yoktu, mizahı kaba ama eğlenceliydi; hem farklı bedenlerle çoğalmış olan hem de tanıdık yüzlerden oluşan bir ekibi izlemek, sahnede sadece Holzinger adının değil kuir bir topluluğun gücünü yansıtıyordu; çoğunluğu sonradan soyunan koronun da bir tür opera olan bu yapıta katılması işe ayrı bir boyut getirdi; evet, sahnede incelikli bir eleştiri değil sevişen lezbiyen çiftlerle, (gerçekten sevişmediklerini ama çok iyi ve gerçekten erotik bir illüzyon yarattıklarını düşünüyorum) paten kayan çıplak rahibelerle ve kuir bir İsa figürüyle dolu, cinsiyet normları ve Hristiyanlığın eril anlatılarını yerle bir eden bir “statement” izledik. Sancta’nın sonuna geldiğimizde Berlin seyircisi, ekip sahneden “Günahlarını paylaşmak isteyen var mı?” diye sorduğunda, sessiz kalarak Holzinger’i biraz hayal kırıklığına uğrattı ama “Free Palestine” (Filistin’e Özgürlük) diye bağıran bir seyirciye de “ama bu günah değil ki olması gereken” cevabını yapıştırdılar. Kaderin bir cilvesi, bu sefer seyirciliğim tam da yeni papanın seçildiği güne denk gelmiş ve de salonda, hep birlikte, sahnede yeni papamız olarak lezbiyen çırılçıplak bir kadını seçmiştik.
Tiyatro ve performans sanatının tarihçesi içinden bakarsak Holzinger’in işlerinde aslında içerik ve biçim bakımından çok da yeni bir şey bulunmuyor ancak onun sahnede zaman ve mekan kompozisyonunu çok iyi işlettiği ve de profesyonel oyuncularla, aslen oyuncu olmayan diğer ekip arkadaşlarını ve performansçıları çok iyi dengelediği kesin. “Rahatsız edici ama dönüştürücü” işler üreten Holzinger’i Lilienthal, kendi dönemi için Volksbühne’nin sanatsal kuruluna da aldı; Şunu da belirtmeden geçemem; zaten yüksek bütçeli olduğu tartışma götürmeyen yapımları, seneye eline daha da yüksek bir bütçe verilince nasıl evrilecek bakalım hep birlikte göreceğiz. Bu arada ölümsüzlük arayışımızı ve AI ile teknolojik müdahalelerle kuşatılmış günümüzü ele aldığı yeni işi A Year Without Summer da Mayıs ayında Volksbühne’de prömiyerini gerçekleştirdi. Ayrıca Holzinger, önümüzdeki Venedik Bienali’nde Avusturya pavyonunu temsil edecek sanatçı olarak açıklandı.

Bernarda Albas Haus, Fotoğraf: Thomas Aurin
Bir sonraki yazıma Schaubühne ile devam edeceğim ancak bir başka merkeze atlamadan önce kısa bir durak verip Theatertreffen’den söz etmek istiyorum. Festivalin tarihçesi ve bugün konumlandığı yer için İlker Çalışkan’nın kaleme aldığı pek keyifli yazıyı okumanızı tavsiye ederim ancak ben kısaca şöyle özetleyeceğim; Theatertreffen, 1964’ten bu yana Berlin’de düzenlenen ve Almanca konuşulan ülkelerden (Almanya, Avusturya, İsviçre) seçilen yılın “dikkate değer” on prodüksiyonunu Berlin sahnelerinde bir araya getiren, jürinin yılın seçkisini yaparken neyi neden seçtiği açıklamasını herkesle paylaştığı, Berliner Festspiele bünyesinde gerçekleşen önemli bir tiyatro festivali (5). Bu festival kapsamında izlediğim bir diğer iş ise Katie Mitchell’ın Deutsches SchauSpielHaus Hamburg için sahneye koyduğu Bernarda Albas Haus idi (6). Dünya tiyatrosunda önemli bir yere sahip olan Lorca’nın Bernarda Alba’nın Evi, ataerkil baskının ev içi iktidar yapılarıyla nasıl örüldüğünü anlatır. Mitchell ise, farklı dönemlerde feminist ve politik yorumlara açık yapısıyla sahneye yeniden ve yeniden uyarlanan bu metnin, İngiliz yazar Alice Birch tarafından uyarlanmış halini sahneliyor. Bu uyarlama, anlatıya güçlü bir müdahalede bulunarak, büyük kıza mirasın öz babasından değil, onu taciz edip hamile bırakan adam, yani üvey babasından kaldığını ima ediyor. Mitchell’in iç içe geçen diyalog kompoziyonları, bükerek, uzatarak kullandığı zaman tasarımı, dönemi ve mekanını tam olarak kestiremediğimiz, dolayısıyla da şimdimize sızan sahnelemesi de bizim üzerimizde, boğucu bir kabus etkisi yaratıyor. Ancak, sahnede izlediklerimin neden bana bunu çağrıştırdığını hala tam olarak kendim bile anlamış olmasam da, ilginç bir hisle çıkıyorum oyundan; Giselle Pelicot’yu düşünüyorum; suçun ait olduğu tarafa, yani mağdur değil faillere yönlendirilmesinin ne kadar önemli olduğunu düşünüyorum…
Comments