top of page

Başrolde bir robot

Tekil Çoğul Çoğul Tekil serisinin ikincisi, Berlin’den Rimini Protokoll’ün Tekinsiz Vadisi’nden yola çıkıyor. Perihan Mağden’den El Cezeri’ye, Mohammad Salemy’den Adam Greenfield’e alıntılarla ortaya çıkan introspektif, metodik ve eleştirel soruları Hito Steyerl, Wesley Goatley, Holly Herndon ve Egemen Demirci’nin pratikleri etrafında şekillendiriyor. Beden ve ruh, robotlar ve biz, yapay zekâ ve Google, yerli ve milli arasında dönen bu ucu açık tartışmanın pek çok referansı Berlinli son durağı ise Kore


Yazı: Misal Adnan Yıldız


Rimini Protokoll


Doğduğum şehirde yeni açılan bir hastanenin palyatif bakım merkezindeyim. Perihan Mağden’in Refakatçi romanından cümleler yıllar sonra geri dönüyor: “Korku, bir leke gibi büyür. Bazen umulmadık sebeplerle çeker, daralır, küçülür; ama daima oradadır.”


Refakatçi bu kez benim, çaresizlik kendim olarak karşımda. Ne kitaptaki gibi uzun bir gemi yolculuğuna çıkıyoruz ne de kardeşim on iki yaşında ama romandaki gibi gündelik hayata dair tuhaflıklar, olağanüstü haller ve beklenmedik durumlar etrafımızda. Romandan bir başka alıntı:

Elimi uzatıp saçlarını okşamaya yelteniyorum. Beceremiyorum. O fark etmeden çabucak geri çekiliyorum. Bedensel diyalog, bende hep iğreti duruyor. Uzun boylu, endamı güzel üvey ablanın balo elbisesi gibi, oramdan buramdan sarkıyor. Yine konuşmaya başlıyorum. Ben yalnızca sözlerle kendini anlatabilenlerdenim -sakatım.


Sena, Youtube’dan çalan şifa duasını dinlerken ben de ayaklarına Viron’un bana verdiği Akıllı Krem’le masaj yapıyorum. Duayı bir makineden dinleme, duaların İnternet’te dolaşması, zikirmatik gibi fenomenleri düşünürken -açık kalmış kapıdan- koridordan geçen çok genç, adeta çocuk yaşta bir imam görüyorum. En az (Refakatçi’den) deha çocuğun yaptığı Panda Yiyen Çinlinin İdamı resmi kadar gerçek. Spinoza’nın “Her canlı kendi varlığını sürdürme çabasındadır,” cümlesini, Steven Spielberg’ün postmodern Pinokyo’yu tarifleyen Yapay Zekâ’sından bir replikle (Artificial Intelligence: AI, 2001) birlikte okuyorum:

Sen doğana kadar, robotlar hayal görmez; ne isteyecekleri söylenene kadar bir şey arzulamazlardı. Sen nasıl bir başarı olduğunun farkında mısın? Bir masal buldun ve sevgiden, ilham, tutkudan güç alarak onu gerçek yapmak üzere yola çıktın.


Kayda alınmış her performansın eninde sonunda loop edecek bir tekrara dönüşmesi; her tekrarın kaydedenini dönüştürme olasılığı ve Tanrı’nın yarattığı aleme, canlılara ruhundan üflediği mitosu, bana üst üste iki kere izlediğim Rimini Protokoll’ün Tekinsiz Vadi’sini (Uncanny Valley) düşündürüyor. Berlinli kolektif, uzun soluklu pratiklerinde dokümanter tiyatro dilini farklı alanlardan uzmanlar, form anlayışları ve medya olasılıklarıyla birleştirerek; gerçek hayattan tanıklıklar üzerine kurulu oyunlar, mekâna müdahaleler, geçici sahneler, eklektik yerleştirmeler ve radyo okumaları üretiyor. Yirminci yaşını kutlayan üçlü işlerinde etkileşim, bilgi aktarımı, haberleşme ve interaktif teknolojinin çeşitli katmanlarını sorguluyor. Giessen Universitesi’nde okurken tanışan Helgard Haug, Stefan Kaegi ve Daniel Wetzel 2002 yılından sonra, kişisel ya da ortak üretimlerini Rimini Protokoll adı altında gerçekleştirmiş. Kolektifin, jeolojist Colin Campbell tarafından önerilen; Uppsala Protocol olarak da bilinen, petrol fiyatlarını sabitlemeyi amaçlayan diğer Rimini Protocol ile (2003) tek ortak noktası, emekli siyasetçiler. Campbell’in önerisini en çok onlar desteklemişti. Kariyerleri boyunca Formula One yarışmacıları, evcil hayvanlar ve sahipleri, radyo dalgaları, ergen gençler gibi bir çok farklı sosyal grupla, değişkenle ve demografik profille çalışan Rimini Protokoll’ün video oyunu teknolojisi destekli Best Before projelerinin içeriği, aktif siyaseti bırakmış politikacıların katılımıyla birlikte şekillendirilmiş.


Tekinsiz Vadi, tek kişilik bir oyun. Başrolde, yazar Thomas Melle’nin animatronic kopyası var; yani onun mimiklerini, jestlerini, ifadelerini birebir “öğrenmiş” elektro-mekanik kuklası. Yüzü, elleri, her hareketi Melle’den referans alınmış, kopyalanmış, üretilmiş. Manik depresif tanısı konan yazar hayatında, yazı pratiğinden ve ruh sağlığından başka bir dert, tasa olsun istemiyor. Rimini Protokoll’den yönetmen Stefan Kaegi ile birlikte çalışarak etkileyici, otobiyografik ve deneysel bir metin üretiyor. Yazarın kopyası bu robot, mesleğinin gereği olarak imza günlerinden kitap lansmanlarına; sosyal olarak dahil olduğu etkinliklerde kendini pek iyi hissetmeyen yazarın yerine seyahat ederek, programlandığı gibi yazarın hikâyesini anlatıyor. Yazarın ergenliğinden robotun üretimine; Melle’nin hikâyesi üzerine kurulu Tekinsiz Vadi’nin en temel referansı, bilgisayar dilinin kurucusu sayılan Alan Turing. İngiltere ordusunda çalışan, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların haberleşme şifrelerini kıran buluşlarıyla adına ödüller verilen Turing, bilişim biliminin öncülerinden biri. Ölümü sırlarla dolu; hormonların giderek değiştirdiği bedeni, ondan kalan siyah-beyaz fotoğraflardan okunabiliyor. Melle’nin hayatından kesitlerin Turing’in hazin hikâyesine karıştığı bu performans, sanat tarihinin en eski konu başlıklarından “orjinali ve kopyası” sorunsalını da yeniden formüle ediyor: Robotlar sıkılarak yaptığımız işlerden bizi mükemmel performanslarıyla kurtarırken; bizi, bir gün kaçınılmaz olarak yerlerimizi alacakları korkusuyla mı dolduruyorlar?

Kablolar, elektronik çipler, sensörler, yazılımlar ve algoritmalardan oluşan hareketli kuklaya insan sureti eklemek, temsil politikaları, insanın dünyayı algılama biçimi ve kendini evrenin merkezine koyma dürtüsüyle ilişkili. Sistine Chapel, yaratılış tablosu. Humanoid (insansı), insan olmadan insana benzeyen; kendisi insan değil, ama insan görünümünde olanlar için kullanılan bir terim. En erken kaydı koloniyel tarihle paralel; sömürgeci Avrupalılar tarafından yerli halklar ve morfolojik olarak benzeyen, ancak özdeş olmayan fosilleri tanımlamak için kullanılmış. Elon Musk Mars’ı nasıl kolonize edeceğini düşünedursun, NASA uzaya göndereceği humanoid robotlar için bir program, nüfus planlaması ve etik değerler tartışması geliştirmeye başladı.


Rimini Protokoll


Türkiye'nin ilk humanoid robotları, benim bu yazıyı yazdığım hastane odasına yaklaşık 110 km uzakta üretiliyor. Konya’da bulunan AKINROBOTICS ve AKINSOFT yaklaşık 150 kişiyi istihdam eden, kendini “Türkiye'nin ve dünyanın ilk insansı robot fabrikası” olarak tanımlayan bir kuruluş. Boston Dynamics’le ilişkisini, Tülin Şahin ile Cindy Crawford ya da Coca Cola ve Cola Turca üzerinden açıklayabilir miyiz? Akdeniz Bilişim Zirvesi’nde Akıncı-4 modelinin sahneden düşmesi ile gündeme gelen AKINROBOTICS’in gelecek vizyonunun sınırı yok: Milli savunmada kullanılmak üzere “robot asker” üretmeyi planlıyor. Son olarak, geçtiğimiz Ocak ayında, İstanbul Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda gerçekleşen Evlilik Fuarı’nda, kına tepsisi taşıyan, türkü söyleyen ve göbek atan Robot Ada isimli projelerini tanıttı.

2018 yılında, (5 Şubat) Dünya Güvenli İnternet Günü Etkinlikleri’nde konuşan Denizcilik, Haberleşme ve Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan, sahneyi paylaştığı, sözünü kesen ve kendisine “ne diyorsun, anlamıyorum,” diyen Robot Sanbot’a kızmış, sahneden uzaklaştırılmasını istemiş. Çinli bir firma tarafından geliştirilen Sanbot, daha sonra yeniden programlandı ve özel bir televizyon kanalı aracılığıyla Arslan’dan özür diledi. Tam Cem Yılmaz’lık: “Peki Zeki Müren de bizi görecek mi?”


AKINROBOTICS ve AKINSOFT Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Özgür Akın konuyla ilgili olarak konuşurken, humanoid tartışmasına “yerli ve milli” bir hassasiyet getirmişti:


Gerçekleşen etkinlikte Ulaştırma Bakanı’nın konuşmasının robot tarafından kesilmesi ve akabinde bakanın robota müdahale edilmesi konusundaki ikazları dijital dönüşümün yaşandığı günümüz koşullarında hoş bir görüntü oluşturmamıştır. Yaşanan bu tatsız hadise; örf ve kültürümüzden uzak, yabancı menşeli bir robotun kullanımının, dışarıya olan hayranlığından kaynaklanmış olabileceği tartışmalarını da beraberinde getirmiştir... Yaşanan bu olayın Türk mühendislerine ve yerli üretimin kullanımının gerekliliğini bir kez daha gözler önüne seren son kötü örnek olmasını temenni ederken Türkiye’deki yerli robotik firmasının baş mühendisi olarak ülkemizdeki tüm etkinliklerde kullanılacak robotik teknoloji taleplerine cevap verebilecek potansiyelde olduğumuzu gönül rahatlığıyla dile getirebilirim.


Oysa, 1153 doğumlu ve Mezopotamyalı El Cezeri sibernetik bilimin babası sayılan otomatik saat, su pompaları ve otomatik abdest alma makinası icatlarıyla aslında tarihteki ilk robotları tasarlamıştı. El Cezeri, Kitâb fî marifeti’l-hiyeli’lhendesiyye’de (Olağanüstü Mekanik Araçların Bilgisi Hakkında Kitap) bu aygıtları çizimleriyle birlikte tarifliyor, takvimiyle birlikte bütün parçaların nasıl üretileceğini, birbirine nasıl monte edileceğini ve nasıl çalıştıklarını teker teker açıklıyor:


Benden çok evvel gelen âlimlerin kitaplarını ve onları takip edenlerin çalışmalarını gözden geçirdim... Nihayet nakillerden kurtuldum, başkalarının yaptıklarından sıyrıldım ve problemlere kendi gözümle bakabildim... Uygulamaya dönüştürülemeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında muallakta kaldığını gördüm.


13. İstanbul Bienali’ne katılımıyla bienalin sponsoru ve silah endüstrisi arasındaki ilişkileri açık eden Hito Steyerl, Robots Today (2016) filminde bilgisayar teknolojilerinin yeni savaş stratejilerinde nasıl kullanıldığını soruyor. Cizreli polymath El Cezeri’ye referans vererek, iPhone yazılımı Siri'ye sorular yöneltiyor:


- Bu şehri kim yerle bir etti, Siri?

- Seni anladığımdan emin değilim.

Berlin’de yaşayan ve çalışan Steyerl’in bu video çalışmasının üretim sürecinde, Cizre’de El Cezeri’den kalan mirası korumayı misyonu haline getiren, Özel Cizre İsmail Ebul-İz El Cezeri Müzesinin kurucusu, Büyük Kürt Mucit Cizreli İsmail Ebul-İz adlı eserin yazarı araştırmacı Abdullah Yaşın ile tanışma fırsatı yakaladım. Robots Todays’i, Rimini Protokoll vesilesiyle şimdi yeniden hatırlamak, zihnimde beni yakın zamanlarda gördüğüm bir sergiye götürüyor. Ürettiği ses temelli yerleştirmeler ve sunum performanslarıyla, verilerin ve yapay zekânın dünyayı anlamamıza etkilerini inceleyen araştırmacı ve sanatçı Wesley Goatley Londra’da yaşıyor ve çalışıyor. Berlin’in CTM festivali kapsamında açılan Interstitial Spaces isimli sergide mekâna özel olarak yeniden sunulan ses kurulum projesi Chthonic Rites (2018), Amazon'un Alexa ve Apple'ın Siri'si arasında bir sohbet olarak tasarlanmış. Enstalasyon, bir nevi “sımart pi eyler” (akıllı kişisel asistanlar) olarak düşünebileceğimiz Alexa ve Siri'nin tasarım, dolaşım, fonksiyon ve işlevlerinin ardındaki ideolojileri, problematikleri ve bilinmeyenleri ortaya çıkarmak için, onların birbirleriyle konuşma yeteneklerini kullanan bir strateji izliyor. Şölen kültüründen gündelik hayatın organizasyonuna, pek çok farklı bağlamda yapay zekânın (AI) güç politikalarıyla -modern öncesi de dahil- karmaşık ilişkilerini araştıran bu sunum, dostluk, muhabbet ve sohbet kavramlarına da yeni sorular getiriyor.


Adam Greenfield, geçen sene elimden düşürmediğim Radikal Teknolojiler: Günlük Yaşamın Tasarımı (Radical Technologies: The Design of Everyday Life) isimli kitabında, “zamanın, bugün bildirimler arasında kalmış kesitlere bölündüğünden” bahsederken, önermesinde Silikon Vadisi’yle dünyanın şu anda nasıl işlediği arasında cereyan eden küresel çatışmayı temel alarak, “günlük yaşamın bilgi işlem üzerinden kolonileştirilmesini” açıklar. Bugün, gündelik hayatın içindeki teknolojinin görünüşte en transgresif olan vizyonları bile, mutlak bir şekilde sermaye yatırımının, artan değer çıkarımının ve sonu gelmeyen sömürünün bilinen kalıplarına çark eder: “Artık ilerlemeden bahsetmiyoruz bile, onun yerini ‘yenileşim’ (inovasyon) aldı.”


Yeni teknolojiler konusunda hâlâ umutlu olanlar da var. Holly Herndon geçen Mayıs ayında çıkan, Godmother ve Eternal single’ları playlistimde sürekli çalan ve “yapay zekâ (AI) bebeği” olarak etiketlenen son albümü Proto için partneri Mat Dryhurst ve (aslında benim Hito Steyerl’in işlerinin yapım aşamasında tanıdığım ve UdK’da bir stüdyo paylaştığım) yapay zekâ uzmanı Jules LaPlace ile birlikte çalıştı. Albüm için geliştirilen yapay zekâ programı Spawn’a seslerin nasıl yorumlayacağını öğretirken, birlikte çalıştıkları vokallerin canlı etütlerini, ses açma egzersizlerini ve sonu gelmez halk şarkılarını temel aldılar. Twitter’da, Grimes ve Zola Jesus arasında geçen tartışmaya katılımıyla -o tweet’i daha sonra silinse de- Zola Jesus tarafından, “silikon faşist ve ayrıcalığın sesi” ilan edildi. Deneysel müzik dünyasında bir anda kızılca kıyametin kopma nedeni ise, şu basit soru: Gelecekte yapay zekâ müzisyenlerin yerini alacak mı? Berlin’ de yaşayan Amerikalı müzisyen Herndon bu soruya iyimser yaklaşıyor:

AI araçları, yetenekli müzisyenlerin yerini alamayacak, ama davul makinelerinin imkanları çoğaltılabilecek. Yani mesele davul, ama davulcular değil. Teknoloji ve otomasyon ideali, birlikte daha insani bir üretim ortam sağlayabilir. Yapay zeka ‘birbirine bağlı’ bir müzik modeline doğru evrilmek için kullanılabilir. Aşırı kişiselleştirilmiş başarılar yerine, koordinasyon halinde ve bağımsız olabiliriz.


Varşova’da bulunan Ujazdowski Castle, Güncel Sanat Merkezinde yaptığı “Yaşayan bir algoritma olarak bir sanatçının portresi” başlıklı sunumunda, The New Centre for Research and Practice’in kurucularından, Berlin’de yaşayan sanatçı ve küratör Mohammad Salemy güncel sanatın algoritma, yapay zekâ ve İnternet ile kurduğu problemli ilişkileri incelerken, birbiri ardına önemli ve eleştirel sorular soruyor: Bir sanatçının eseri bir algoritma olarak düşünülebilir mi, en azından diğer algoritmik süreçlerle karşılaştırılabilir mi? Güncel sanatın algoritmik mantığını ortaya çıkarmak; “özgün” ve insan odaklı öz-imajını silmek için ne tür metodolojilere ihtiyaç vardır? Sanatçı figürünü yaşayan bir algoritma olarak ontolojik bir bağlamda ve yeniden tarif edebilir miyiz?


Bu açık uçlu tartışma zeminine eklenecek son araştırma, Berlin’in, sergi ve etkinlik programına üyelerinin yılda bir kere toplanarak karar verdiği yani “Demokratik Kunstverein”ı; Kreuzberg’de bulunan NgbK’da, 2018 yılı sonlarına doğru açılan The Influencing Machine sergisinde yer alan Harekete Geçirici Mesaj (Call to Action, CTA series) isimli çalışma dizisine ait. Egemen Demirci, Greenfield’in bizi ele geçirdiğini söylediği telefon ve tabletlerle giderek simbiyotik bir hale gelen ilişkimizden yola çıkarak, “ekranlarımızın mülkiyeti” kavramını sorunsallaştırıyor. Ekranlar, sadece bilişim, bilgi ve iletişim mekanları değil; aynı zamanda ticari, ekonomik ve satılık alanlar. Yerleştirme önerisinde, mobil cihazların en çok kullanılan ölçülerinde seçtiği 1 mm “inceliğinde” camlar Google Ads’in boyut, renk ve ifade stratejilerine göre basılmış ve dizilmiş. Cam baskılar için ürettiği bu tasarımlar, kullanıcı kimliğiyle karşılaşacak olan izleyici için adeta fake button olarak işliyor. Renkler, tipografik oyunlar, önermeler İnternet’te karşımıza çıkan reklam, ilan ve kampanya alanlarıyla ilişkili; getirdiği okumalar, referanslar ve kavramlar ise felsefeden, sanat teorisinden ve ontolojiden ilham alıyor. Demirci’ye göre, “sınırlama kontrolün anahtarı.” Bu serinin önerdiği başlıklar, okuyucu için sanal dünyanın sürekli değişen değerlerini yeniden düşünmek için anlamlı; problematize ettiği soruları sınıflandırdığı bölümler gibi: Mutlak Saydamlık (Absolute Transparency), Maddeye Çev(r)il/Maddeye Dönüş(tür) (Convert to Material), Antropogerçekliğe Dokun (Tap into the Anthroporeal), Aksi/Eksi Katılım (Negative Participation), Özgürleşmenin Paniği (Panic of Emancipation), Tanımlanmadan Kaçınmak İmkansız (Impossible to Avoid Identification), Ya diğer tarafta hiçbir şey yoksa? (What if there is nothing on the other side?) ve -benim aralarında en sevdiğim olan- İnsan Değerleri/İnsani Değerler (Human Values)...


İnsana ait değerleri nasıl tanımlarız? Tekinsiz Vadi’nin sonlarına doğru, projeksiyonda beliren Thomas Melle, birden robot kopyası ile konuşmaya başlar; ayağını onun gibi 360 derece bir esneklikle kullan(a)masa da; yüzünü, sesini ve mimiklerini tekrar sahiplenmek ister: Bu benim… Benim sesim… Benim yüzüm… Bu hâlâ ben miyim? Bu an bana yakın zamanda, İnternet’ten izlediğim, dramatik anlarla dolu bir reality şovu hatırlattı. TV programcıları, 2016'da henüz yedi yaşındayken hayatını kaybeden bir çocuğu, sürekli onu düşünerek üzülen annesiyle “yeniden buluşturmak” için sanal gerçekliği kullanmışlar. VR yardımıyla, Nayeon sağ iken beraber sıkça gittikleri bir parkta kızını gören Jang Ji-sung’un performansını stüdyoda bulunan baba ve diğer kardeşler de, canlı yayında izledi.


Görünen o ki, “beden bir hapishane mi yoksa bir çift kanat mı?” sorusuna asla cevap veremeyeceğiz. Robotlar, yapay zekâ ve algoritma bize, bedenimizin, aklımızın ve dünyayla etkileşimimizin sınırlarını yeniden gösteriyor. Etten kemikten yaratıldığımızı, elbet bir gün malzemenin yorgunluğuna, yerçekimine ve zamana yenik düşeceğimizi er geç kabulleniyoruz. Yazının başına dönersek, Mağden’in Refakatçi’sinden o alıntı, Spielberg’in Yapay Zekâ’sının son sahnesinden bir repliğe karışarak, belki bizi biraz da olsa avutabilir: “Herkese doğarken belli bir ağlama kontenjanı tanınır; ne kadar çabuk tüketirsen o kadar iyi.”

“David, sen insan türünün kalıcı hafızasısın…”


bottom of page