top of page

Ak-sayanlar XII

Günümüzde aktarma ve saklamanın değerini vurgulayarak, farklı sanat alanlarının yan yanalığının imkânlarıyla anlatım olanaklarını çoğaltarak kendi içinde katranlanan diyaloglar yaratabilmek adına farklı alanlardan isimleri bir araya getirmeye devam ediyoruz. On ikinci dosyamızda, 17 Nisan 2021’e dek x-ist’de devam eden Ak-sayanlar sergisinde de ortak üretimleriyle bulunan sanatçı, şair Ece Eldek ile yönetmen, akademisyen Emin Alper’in diyaloğuna yer veriyoruz



Dosya: Çınar Eslek

Fotoğraflar: Elif Kahveci



Ece Eldek ve Emin Alper

Ece Eldek: Bu sohbete ilk önce hangimiz başlayalım derken ben başlamış oldum. Bu yüzden, tüm yaratım süreçlerinin olağan gerginliğiyle başlıyorum. Tüm başlangıçların gerginliğiyle… Aslında “şerefe" demek gibi bir şey bu. Bardağı havaya kaldırdığında, vücudun o ani hızlı kalkışıyla başlayan -uçağın pisten kalkması gibi- ve o bardak yere indiğinde sona eren ancak devamında içte beliren bir coşku gibi... Kimi başlangıçlar böyle herhalde ve bu iki hareket arasında bir boşluk var. İşte her şey orada gizli. Düşünceler, hisler, eylemler, o boşluktaki tüm iç sesler, havada asılı kalan her şey; tüm geçmişin, benliğin o gerginliği ne kadar artırdığı ve azalttığı ile ilgili. Durmak, boşluk, hız, heyecan ve devinim. Gerilmiş ipin kendini salıvermesi. Bebeğin doğum anındaki gerginliği ya da... Tabii, hatırlamıyoruz o anı elbette. Sanırım çoğu şey, unuttuğumuzu sandığımız o anlarda gizli.


Emin Alper: Bahsettiğin gerginlikle en etkin baş etme yöntemi benim için, başladıktan sonra nereye gideceğinden aşağı yukarı emin olmak galiba. Planlamadan, taslak oluşturmadan başlayamıyorum. Öbür türlüsü başlamak değil, başlama denemeleri, başlama tasarıları olabilir sanki. Hatta daha da ileri gideyim, ancak nereye gideceğini bildiğin bir yola başlanabilir gibi geliyor bana. Öbür türlü, bir eyleme “başlama” diyebilmek ancak geriye dönük bir adlandırma ile mümkün olabilir. Şu an saçmalıyor muyuz yoksa “başlıyor” muyuz? Bunu gittiğimiz yer gösterecek. Neyse… Asıl demek istediğim şu: Planlayamadan başlayamamak zaman zaman şikâyet ettiğim bir takıntım. Aile terbiyesi mi, akademik disiplin mi yoksa bizim mesleğin bir gereği mi bilmiyorum. Ama gelişimi ve sonu konusunda hiçbir fikre sahip olmadan bir hikâye yazmaya oturanları çok kıskandığım oldu. Hiç beceremedim bunu. Bu yazı/söyleşi belki de ilk denemem.





Ece Eldek: Belki ilk paragraf, ilk imge, ilk fikir... Bunlar oluştuktan sonra sürecin esas kısmını halletmiş gibi hissediyorum. Kabaca bir taslak ile yola çıkıyorum. Yoldayken işin gidişatından başka bir yere evrileceğini hissediyorum. Aslında buna müsaade ediyorum. Süreç içerisinde bazı kazalar ya da tesadüfler, başka bir soruya, başka bir yola, başka bir heyecana meyledebiliyor. Tıpkı bir bahçıvan gibi bu tesadüflerin işimi başka yöne savuruşunu budamam gerekiyor. Yine sonucu bilmeden ancak sezgisel bir şekilde akışa yön veriyorum. O yolun sonunda ne çıkacağını bilirsem, belki heyecanımı kaybedebilirim. Sanırım, o gerginliğin yarattığı adrenalinden de besleniyorum.

Bu “planlı-plansız” arasında gidip gelirken aklıma yakınlarda okuduğum bir sivil itaatsizlik yorumu olan Herman Melville’in Kâtip Bartleby isimli kitabı geldi. Bir hukuk bürosu, büronun sahibi olan avukat ve kâtipleri, son derece planlı bir hayat sürerler. Kâtiplerin işleri bellidir. Hiç kimse birbirini şaşırtmaz. Her gün yapılması gereken işler yapılır, herkesin bilinen karakterine göre hamleler yapılır. Belli bir rutinde hayatlarına devam ederken, aralarına yeni bir kâtip katılır, Kâtip Bartleby. Bartleby, kitap boyunca herkesin stabil bir şekilde onayladığı her şeye “Yapmamayı tercih ederim.” diye yanıt verir. İnsanı çileden çıkaran sivil itaatsizlik, bu cevabın yarattığı şaşkınlık, tüm alışkanlıkların ötesinde bir şey. Sanırım alışkanlık haline gelmiş olan “şey”ler, tüm sorunların kaynağı. Tabii Kâtip Bartleby’in hayatın akışı içinde filizlenen dalları budaması, olayları ortada dal kalmayana kadar sürüyor. Hikâyenin bu kısmına girmiyorum.


Emin Alper: Hemen bir düzeltme yapayım. Başlarken az çok nereye gideceğimi bilmem işin sonunda zorunlu olarak oraya gideceğim anlamına gelmiyor. Rehberin çizdiği yol sadece başlamak için gerekli bir motivasyon. Ondan sonra tamamen özgürüm. Yoldan sapabilir, bambaşka hedeflere doğru yol alabilirim -ki genelde yazdığım senaryolarda böyle yaptım. Senaryoyu bırak, kurgu aşamasında bile çok farklı yönlere meylettiğim oldu. Çalışma stillerimiz arasındaki fark sanırım üretim yaptığımız alanların getirdiği çalışma disiplinlerinden de kaynaklanıyor biraz. Bizim camiada benim yaptığım, yani aşağı yukarı bütüne dair bir fikir sahibi olmadan senaryoya başlamamak daha yaygın bir tutum.

Kâtip Bartleby’den bahsetmen beni heyecanlandırdı. En sevdiğim uzun hikâyelerden birisidir. Bahsettiğin o karşısındakini çaresiz bırakan garip itaatsizliği gerçekten çok etkileyici. Bu hikâye benim “tuhaf” başyapıtlar listemin vazgeçilmez bir parçası. Kâtip Bartleby gibi etkisini anlatmakta çok zorlandığım, tam tarif edemediğim, karakterlerinin gariplikle delilik arasında gidip geldiği, “normal”ler dünyasından dışlanmış ama “normal”leri de garip bir biçimde rahatsız eden, onların alışıldık davranışlarını ve tepkilerini boşa çıkaran “tuhaf” insanların anlatıldığı “tuhaf” hikâyelere karşı çok derin bir hayranlık besliyorum. Yakın zamanlarda okuduğum, Robert Walser’in Jakob van Gunten isimli “tuhaflığı” da bunlardan birisiydi. Hali vakti yerinde bir ailenin çocuğuyken maddi bağımsızlığına kavuşmak için uşak olmaya karar vermiş ve ülkenin saygın hizmetkâr yetiştiren kurumlarından birinde eğitim görmeye başlamış biri Jakob. Hikâyesinin tuhaflığı burada başlıyor ama burada bitmiyor. Tabii ki bu karakterlerin bitmek bilmez haznesi Rus edebiyatıdır. Gogol’un Burun’u, Palto’su, Bir Delinin Hatıra Defteri; Dostoyevski’nin Öteki’si, Timsah’ı, Yeraltından Notlar’ı; Kafka’nın Dönüşüm’ü; Nabokov’un Cinnet’i böyle garip, zaman zaman irkiltici ama en sonunda hep hüzünlendiren karakterlerle dolu. Böylesine “tuhaf” karakterler ya da durumlar yaratmayı ne çok isterdim. Peki senin tuhaflıkla ilişkin nasıl? Çalışmalarında, şiirlerinde senin için “tuhaflık” bir hareket noktası mı? Sana ilham veriyor mu garip manzaralar, nasıl tarif edeceğini bilemediğin hafif kaçık karakterler?





Ece Eldek: Burun’u ilk okuduğum zamanı hatırlıyorum, bu gerçeküstü hikâyeye karşı inanılmaz bir heyecan duymuştum. Şimdi sen “tuhaf şeyler” deyince, daha önce onları hiç “tuhaf” olarak tanımlamadığımı fark ettim ve çocukluğumdan bugüne, okuduğum kitaplarla izlemiş olduğum filmlerin çoğunda, bahsettiğin “tuhaf”ı fark ettim. Karakterlerin tuhaflığı, metnin yazım dilindeki tuhaflık… Sesler de öyle! Bazı sesleri ve müzikleri dinlerken çok heyecanlanıyorum. Arka arkaya defalarca dinlediğim sesler var. O bahsettiğin garip manzaralar gibi, içimde bir yerleri dürtüyor ve bu his bana ilham veriyor. Hayvansı bir dürtüyü açığa vuruyor. İçeride bir yerde cılız bir şeyin hırçınca filizlendiğini ve büyüdüğünü hissediyorum. Bu tarif edilemez duygular her nereden çıkarsa çıksın, o andan itibaren işlerimde, şiirlerimde bir hareket noktası oluyor.

Eve kapandığımız son aylarda özellikle, bu yeni-normal/eski-normal düşüncesi içinde, biyografik okumalar, biyografik filmler fazlasıyla ilgimi çekmeye başladı. Gerçek hayattaki “tuhaf” karakterleri aklımdan geçirmeye başladım. Jane Austen, Sevim Burak, Isidore Ducasse (Comte de Lautréamont), Günter Wallraff, James Matthew Barrie, Andy Kaufmann... İlk aklıma gelen isimleri hızlıca yazdım. Bu isimlerin inanılmaz ve tuhaf hayat hikâyeleri var, gerçek hayatlarından yaptıkları işlere bakmak çok merak uyandırıcı.

Bu “tuhaf” karakterleri çok sevmemin bir başka sebebiyse bana büyük sorular sordurtmaları, içinde bulunduğumuz sistemi sorgulatmaları olabilir. Kâtip Bartleby’ı okurken, “Hayat nedir ya, bunca insan nereye doğru gidiyoruz?” gibi devasa sorular atılıyor ortaya. Bu karakterler, böyle sorular sorma cesareti veriyor yoksa insan günlük hayatta durup dururken bu soruları soramıyor. Ben de çalışmalarımda böyle sorular sormayı seviyorum. Örneğin what’s art isimli video işimde, “Sanat nedir?” diye soruyorum. Bu soru, bir romanda dolaylı yoldan sorulsaydı, biz o tuhaf karakterin çıkıntılığı üzerine sanat nedir diye düşünmeye başlasaydık… Sanatın ne kadarı öz, ne kadarı pasta, ne kadarı tekrardan oluşmalı?

Tüm bu yamukluklara bakmak, elbette bizim de o hallerimize işaret ediyor. Bu tuhaf karakterlerin bu çapraşık kurgularındaki tüm o garipliklere dokunabilmek, gülmek ve yamuk düşünmek. Bir roman gibi uzun soluklu bir iş üretseydim, böyle tuhaf karakterler yaratmak benim için çok keyifli olurdu. Düşüncesi bile beni çok heyecanlandırıyor.

Senin filmindeki bana sorular sordurtan bir “tuhaf” karaktere bakmak istiyorum. Abluka filminde belediyeye çalışan Ahmet karakteri; belediye için köpekleri vuruyor. İşi bu. Bundan para kazanıyor. Bir köpeği ıskalıyor, köpeğin ayağı yaralanıyor ve köpek kaçıyor. Ahmet, köpekle tekrar karşılaşınca, onu evine alıp, iyileştiriyor. O köpekle bir süre sonra yakınlık, samimiyet kuruyor. İşten atılmayı bile göze alabiliyor. İç içe bir hikâye, bir abluka içinde abluka. Köpeğin sevecenliği, Ahmet’te karşılık buluyor ve onun vicdanına dokuyor. İç hikâyedeki küçük abluka kırılmış oluyor. (Bu benim yorumum elbette.) Bu da belki şu soruyu sordurtuyor; vicdanlar alışkanlıklarla örtülü olmasa, diğer ablukalar da kırılabilir mi?


Emin Alper: Senin yazdıkların aracılığıyla ben de kendi senaryolarımdaki tuhaf karakterleri ve tuhaf durumları düşünmeye başladım. Gerçekten de Ahmet’teki tuhaflığı sevmiştim. Eli başka bir köpek tarafından ısırıldığı için yaralı, bu halde yaralı bir köpeğe bakması ve giderek ona tutkuyla bağlanması… Belki dediğin gibi içerideki ablukanın kırılışı ama dışarıya karşı sadece ikisini içeren yeni bir ablukanın kuruluşu… Bana en çok sorulan sorulardan biri Ahmet’in neden evindeki eski kapıyı duvarla örüp, başka bir duvarda yeni bir kapı açtığı idi. Tam olarak bilmediğimi ama sezdiğimi söyleyerek cevap veriyordum bu soruya. Belki uzaktan uzağa tahmin ettiği olası bir baskın durumunda polisler kapının yerini şaşırsınlar istiyordu. Belki yaşadığı yere dış kapıdan ulaşmak daha da zorlaşsın istiyordu. Belki eski kapıyı çok büyük bulmuş onun yerine daha küçüğünü yapmak istemişti. Belki de sadece kendisinin de ifade ettiği gibi “böyle daha güzel” olmuştu. Doğru cevabı tam bilememem belki de Ahmet’i gerçekten de benim için “tuhaf” kılıyordu.

Kız Kardeşler’deki Veysel’in ya da ortanca kardeş Nurhan’ın tuhaflıklarını da seviyorum. Senin de yazdığın gibi bu karakterler alışıldık olanı sorgulatıyor sanki bize. Kaçıklıklarıyla bizi bir yandan güldürürken bir yandan da rahatsız ediyorlar. Yabancılaştırıcı, rutin kırıcı, beklentiyi boşa çıkarıcı, sinirlendirici ama çoğu zaman haklılar. Dünyaya “yamuk bakarak” bizim doğru bakışımızdaki yamukluğu açığa çıkarıyorlar sanki.

Galiba “güzel” olan alışılmadık ve tuhaf olanla yan yana geldiğinde gerçekten heyecan verici oluyor. Tek başına “güzellik” değil de garip, yadırgatıcı, vahşi, korkutucu, rahatsız edici güzellik bize ilham veriyor.


Ece Eldek: Evet, Ahmet’in o eski kapının yerine neden duvar ördüğünü söylemiyorsun filmde. Dediklerinin yanı sıra, belki de Meral ile Ali’yi orada saklıyor da olabilirdi. Filmin bir yerlerinde bu da aklımdan geçmişti. Sonuçta; oraya noksan, var olmayan, tanımlanmamış anlar yerleştirmiş oldun. O noksanlığı, izleyicinin doldurmasını istedin belki de. Her şeyi açıklamamak, benim de üretimlerimde önemsediğim bir nokta. İzleyicinin, içgüdüleri ile olan bağını merak ediyorum. Acaba oraya ne koyacak, benden farklı ne düşünecek gibi... Bu yüzden izleyicinin işimle duygusal bir bağ kurması önemli. Örneğin, masada… isimli yerleştirmemde; üç ayağı üzerinde duran bir masayı işaret ediyorum. Bu noksanlık üzerinden ilerleyerek neden masanın bir tarafının olmadığının, neden üstünün sökülmüş olduğunun ve politikacıların mış gibi diplomasi çabalarının üzerine düşündürmek istiyorum. Ya da izleyiciden gelen, başka bir hissi, düşünceyi ağırlamak istiyorum.

Bir şeylerin noksanlığı... Ya da ne gördüğümüzden çok, nasıl gördüğümüz; nereye baktığımızdan çok, kaçırdığımız neresi var görüş mesafesinde; hangi bakışa tutunmuşken, o tutunmanın o bakış değil de asıl bizde olan düşüncenin bizzat kendisi oluşunu fark etmek bazen ya da güzel görünenin ardına sığınmayıp, kendi parçalarımızla da birleştirebileceğimiz bir başka şey inşa etmek, yeni kurgular yaratmak. Bu tuhaflıkları, vahşiyi, rahatsız olanın akışını izlemeyi seviyorum. Biraz da şehirde yaşamanın bize unutturmaya çalıştıklarına karşı inatçıyız sanırım. Biz de bu sohbetle, birbirini tanımayan iki kişi olarak, benzer bir tuhaflıkla bir araya gelmiş olduk aslında.



bottom of page