top of page

Ak-sayanlar XI

Günümüzde aktarma ve saklamanın değerini vurgulayarak, farklı sanat alanlarının yan yanalığının imkânlarıyla anlatım olanaklarını çoğaltarak kendi içinde katranlanan diyaloglar yaratabilmek adına farklı alanlardan isimlerle bir araya geliyoruz. On birinci dosyamızda, sanatçı Ferhat Özgür’le yazar, editör, küratör Süreyyya Evren’i bir araya getirdik


Yazı: Çınar Eslek


Ferhat Özgür & Süreyyya Evren, Fotoğraf: Elif Kahveci

Ferhat Özgür: Sevgili Süreyyya Evren merhaba. Bu söyleşimizin siyaset ve felsefeye evrileceğini tahmin ediyorum. Geçmişteki ortak platformlarımızı ve bir dönem aynı üniversitede hocalık yaptığımız süreçteki sohbetleri de düşününce böyle bir sonuca vardım. Edebiyatın yanı sıra sanat ve kültür kuramları alanındaki üretimlerinde özellikle Parrhesia olgusu üzerinde yazdıklarından epeyce etkilenmiştim. Çünkü bu olgu Post Anarchism: A Reader, Aranan Kitap ve Anarşizmler: Anarşizmin Geçmişi ve Tarihleri adlı kitaplarında derinlemesine odaklandığın “anarşizm” kuramından da çok bağımsız değil ama ona daha sonra gelmek isterim. Hakikati risk alarak söylemenin ve iktidara onu görmek istemediği hâlde doğruyu ne pahasına olursa olsun dile getirmek anlamına gelen parrhesia kavramı hele ki bugünkü aşırı denetleyici siyasal ortamda daha bir aciliyet kazanmış görünüyor. Bu kavramda odaklanmanda seni tetikleyen neydi? Süreyyya Evren: Zannedersem bunları bağlayan şey etiğe öncelikli vurguyu form belirlemede de birhizasayananlayıştı. Yani tabii her şeyin formu kastedilen; “ne slogan atılacağına gelene kadar önce hangi sloganın atılacağına nasıl karar verilecek, esas ideoloji burada” diyen ses. “İdeolojimiz formumuzdur” diyen ses. Parrhesia konusunda çok yazdım ettim, epey uğraştım, denedim gibi geliyor, hani sanki bana bakınca akla gelecek kavramlardan olurmuş gibi, ama aslında parrhesia üzerine zannettiğim kadar da çok yazmamışım somut ne yapmıştım diye aranınca gördüğüm (bunu geçenlerde şaşkınlıkla fark ettim o yüzden sen böyle ilk soruda pat parrhesia ile gelince şaşırdım). 2007’de Hrant Dink öldüğünde Varlık dergisinde çalışıyordum ve Varlık dergisine bir Parrhesia ve Hrant Dink özel dosyası yapmaya karar verdiğimde Foucault üzerine çalışmalarından bildiğim yazarlardan birini ikna etmek için ne çok konuşmuştum telefonda, böyle bir bağın kurulabileceğine ve kurulmasının vaatlerine dair. O günkü motivasyonumu hatırlamaya çalışıyorum senin sorunu düşünürken. Kavramdan beklentim neydi?

FÖ: Dink bedeli ne olursa olsun parrhesiatik idi. 2004’te Agos’ta Sabiha’nın Sırrı adlı haber yazısı tam da böyle bir örnek değil mi? Yazısında Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in Ermeni kökenli olduğunu iddia etmişti. Antep asıllı Ermenistan vatandaşı Hripsime Sebilciyan Gazalyan, kendisinin Gökçen’in yeğeni olduğunu ve Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni yetim olduğunu öne sürmüştü. Genelkurmay tarafından “milli duygu ve değerlerin kötüye kullanılması” olarak değerlendirilen bu ve bunun gibi daha nice iddialarla dolu yazılarından dolayı hakkında defalarca dava açılması ve tutuklanması Dink’i parrhesiatik kılıyor. Kavramdan beklentin buymuş gibi geldi bana. SE: Neden Hrant Dink’i ve sonra hepimizi daha iyi anlamada kullanılabileceğine inanmıştım? Sanırım teorinin özellikle şu kısmı yüzünden, “kendi dediğine kendin inanıyor musun?” kısmı var ya parrhesiatik eleştirinin, oradaki etik konum besleyici geldiği için. Dink’in anısında bu her zaman çok güçlüdür ya: Kendi dediğine inanarak konuşan insan. FÖ: Öte yandan bu kavramı “hakikat-sonrası”ndan (post-truth) ayrı düşünebilir miyiz ki? Çünkü parrhesia hakikate eklemli, yani onun ifşa ettiği şey gerçek değil de hakikat. “Hakikat” ve “gerçek” arasında çatışmalı bir ilişki var. İlkinden bir doğrunun doğru olarak durmasını anlıyoruz. Tamam bilim ve teknoloji, bilgi ve tecrübe geliştikçe hakikatin objektifliği de değişebilir ve bu anlamda Marksizm de hakikatin diyalektik yanlarını araştırmasıyla ona materyalist bir temel sağlamaya çalışıyordu. Ama felsefe tartışmaları yine de hakikatin insanın arzu ve iradeleriyle meydana gelmediği yönünde mutabık. Bu da hakikati objektif kılıyor. Oysa gerçek hakikatin oynanmış, manipüle edilmiş, değiştirilmiş, yorumlanmış ve sübjeklifleştirilmiş hali olmasıyla “hakikat-sonrası”nı tanımlıyor. SE: Şu da var, bugün, post-truth çağında, parrhesia’yı ve oradaki etik anlayışını iki yönden hodri meydanlarla karşı karşıya kalan bir tutum gibi yeniden düşünmek gerekir. Bir yanda iktidara doğruyu söylemenin hâllerinin tartışılması, diğer tarafta doğrunun, hakikatin önemsizleştiği çağ diye bir çağdan bahsedilmesi. Post-truth kabaca şu demek herhalde: Arkadaşım hepimiz kralın çıplak olduğunu biliyoruz! Ve elbette, her sorumluluk sahibi yetişkin gibi, bunu umursamıyoruz, çok daha reel dertlerimiz var. Fantezilerimiz de mitlerimiz de reel hedeflere ayarlı. Hani aslında masalda da krala çıplak diyenin çocuk olması gibi, “bu bir çocukluk, yetişkinler için mesele kralın çıplaklığının sınanması değil bilginin faydasının sınanması olmalıdır” dercesine. Herhangi bir doğrunun sırf doğru olduğu için anlamı olabilir mi veya doğru inanışının, sırf o inanış hakiki olduğu için anlamı ne olur? Hakikati saklamaya gerek görmemek hakikati söylemeye yüklenen anlamı da istikrarsızlaştırır. Cümle hakikatten-bağışık çatılır olur. Bu kuşbakışı baktığımız, karşı cepheden gelen meydan okuma. Bir de yakın-kanattan gelen meydan okuma var. Çok yakında olduğu için görmek daha zor. O da günün yaygın etik-adabımuaşeret meselesi. Yüzyıl önce modern görünmek için düzenlenmiş görgü kuralları kitaplarının etik görünmek için hayatın her alanına yayılan (genelde e-) güncellemesi. Bu da garip bir biçimde, tersten, hakikati önemsemeyen bir tutuma platform sağlıyor.



Post-truth kabaca şu demek herhalde: Arkadaşım hepimiz kralın çıplak olduğunu biliyoruz! Ve elbette, her sorumluluk sahibi yetişkin gibi, bunu umursamıyoruz, çok daha reel dertlerimiz var. Fantezilerimiz de mitlerimiz de reel hedeflere ayarlı.
Süreyyya Evren
 



FÖ: Başta işaret ettiğim anarşizme gelelim isterim. Bir yazında, 1816’da İngiliz filozof Jeremy Bentham’ın “Anarşizm”i, “kötü bir yasa için insanları ona karşı ayaklanmayı örgütlemekten ziyade yasanın varoluşunu inkâr etmek, geçerli- ğini reddetmek ve yasanın yürütülmesine karşı ayaklanmalar için kışkırtmak” olarak tanımladığını belirtiyorsun. Böyle bir anarşizmi kültür-sanat sistemine uyarlamak mümkün olabilir mi? İlla ki bir olguyu kültür-sanata adapte edebilme saplantımı da itiraf ederek sormak zorundayım. Ya da başka bir deyişle anarşizmi sadece siyasal alanla mı sınırlamalıyız?

SE: Anarşizmde siyasal alandan taşma siyasal alanın dışına da talip olma şeklinde gelişmez de siyasetin neresi olduğunu yeniden tanımlayarak gelişir. Bunun kökeni de şudur aslında, anarşizan etik prefigüratif siyaset de denen, “amaçlar araçları belirleyemez” anlayışından doğar. Yani eğer iyi ideale varmak için her şey mubah değilse, davanın neliği edimin neliğini öncelemez hele ki hiç aklayamaz denirse, yani bir nevi yapılan şeyin kendisinin ütopya içinde olması gerekiyorsa hem bir bakıma ütopya yoktur, o özel gün beklenmez, hem de sürekli her adımın nasıl atıldığı siyasetin kendisi olur ve bu da her kararın, her edimin, niyetinden ve amacından ziyade şeklini, etiğini, sorgulanabilirliğini masaya getirir. Yani garip durum şu ki etiğe günümüzdeki vurgu anarşizan bir geçmişe sahip olduğundan anarşizan ilkeler yayıldı izlenimi verebilir; peki niye vermiyor? Sorun donukluktan doğuyor galiba. Ve kabul etmek istemesek de “sahicilik”e duyulan gereksinimden. Sahici bir şeyleri istediğimizi kabul etmek güç ama kabul etmeli miyiz acaba? Bu da aslında kültür-sanat dışında bir yerden, siyasetten bir fikri alıp kültür-sanata uyarlamanın ötesine geçeni, kültür-sanatın içinde anarşizan edimlerin neler olabileceğini soran bir yaklaşım muhtemelen. Ama neyin “etik-adabımuaşeret” neyin “sahici etik” olduğunu kim belirleyecek? Her şey bir yana sahicilik arayışından felsefi bir cümle doğar mı? Dahası, politik refleks olarak, anarşizmin doğası böyle bir yargı mevkiinin de altını oymayı getiriyor. Belki de ütopya, kimse belirlemeden kendi kendini belirlemesidir.

FÖ: Bu bahsettiğin nokta etiğin en can acıtıcı hali ve işler burada donma noktasına geliyor. Felsefe tarihi “sahici etik” üzerine çatışmalarla dolu çünkü. Materyalistler etik alanında teolojik görüşlere karşı mücadele ederken “ahlâk” standartlarının “dünyasal” bir kökene ve kaynağa sahip olduğunu savunuyorlar, teolojik ve idealist yorumlardan uzak duruyorlardı. Bu yüzden etiği gerçeklikteki “pratik” ahlâk ile ve ahlâki davranışla aynı şey olarak da görmemek gerekiyor. Ahlâk etikten daha önce doğduğuna göre, ilki bir doktrin ikincisi de bilim oluyor. Haliyle etiğin, iyi, kötü, faydalı, zararlı gibi sorunları incelemesi ve ahlâki bir davranış kuralını, neyin yapılması, neyin yapılmaması bağlamında ortaya koymaya çalışmasıyla “ahlâk”ı içine alan bir yapısı var. Bu anlamda kültür sanatta anarşist hareketlere yönelik yüklü bir avangard sanat tarihi var elimizde ve kanımca bu öncü çıkışların temel dertlerinden biri de “sahici etik” idi. Çünkü onlar bütün bir kültür endüstrisi içinde “kral çıplak” demenin mü- cadelesi içindeydiler. Peki “kral çıplak” yerine krala “sen çıplaksın” diyebilmek bağlamından baktığımızda hem hakikati dile getirmek hem alternatif olabilmek hem de sanat sisteminde var olabilmek mümkün mü? Çünkü hakikati söyledi- ğinde sanat sisteminde de pekâlâ tutuklanabilirsin. SE: Post-truth çağının bir özelliği de resim-karşıtı resmin, anti-art sanatın, sinema karşıtı sinemanın, roman karşıtı romanın boşa düşmesi. Sanat karşıtı sanat jestinin hiçbir anlamının ve karşılığının olmadığı bir çağın genel olarak bir umursamazlığı var demektir hakikate, çünkü bu anti-sanatlara meyyallik her zaman mevcut tüm kanalların iptalinin olasılığına göz kırpar(dı). Bu da masada olmayan bir doğrunun hakikat olma ihtimalidir. Bu ihtimal heyecan uyandırmıyorsa veya merak, hakikate de aslında o kadar gereksinim olmadığını anlayabiliriz. Onun yerine “etik adabımuaşerete” uygun, iyi, yeni, taze, rafine sanat kalır elimizde. Böylesine olumlu sıfatlar hep sanat-karşıtı sanat hareketlerini sanatın içinde tutar. Köhne olana, passé olana bakmak istersin, retro olana değil ama bu isteğin uçup gider retroyu görür görmez çünkü (burada zor bir bağ kuruyorum ama açıklayabilirim) post- truth’u besleyen temel şey “iyi”nin yerinin belirsizliğindeki tırmanış olabilir. İyi ile kötünün ötesinde, Nietzsche’ye sarıldığın, yeniye mahkûm olmadığın, olanakları kurcalayabildiği bir açıklık vardı ama iyinin ve kötünün konu olmaktan çıktığı momentte “biraz daha yeni” dışında ne dileyebilirsin ki Tanrı’dan? İnsanın daha uzun, daha sağlıklı, daha az sorunlu, daha keyifli ve daha güzel hayatlar yaşaması için yapılan hemen her şey bir zamanlar “iyi” kategorisindeydi. Bu da anti-iyi, anti-sanat ve “anti-güzel”den bambaşka ufuklar bekleyebilmeyi doğuran bir hakikat arayışları şebekesi doğuruyordu zamansız ve mekânsız aslında. Fakat şimdi 150 yaşına kadar hayatta kalacak milyarlarca keyif düşkününün haz, prestij, etik üstünlük ve estetik arayışı sanatçıları korkutuyor. Kimse “insan-için-iyi”de “iyi”nin ta kendisini görmek istemiyor, çünkü bütün ütopyalar nihayetinde insana daha iyi bir hayat vaat ederdi ama şimdi insanın daha iyi bir hayata kavuşmasında bir iyi var demek ikna edicilikten düştü.


Ferhat Özgür, Hayvan Çiftliği, 2017, Sergi görünümü, THE PILL, Fotoğraf: Rıdvan Bayrakoğlu, Sanatçının ve THE PILL'in izniyle

Materyalistler etik alanında teolojik görüşlere karşı mücadele ederken “ahlâk” standartlarının “dünyasal” bir kökene ve kaynağa sahip olduğunu savunuyorlar, teolojik ve idealist yorumlardan uzak duruyorlardı. Bu yüzden etiği gerçeklikteki “pratik” ahlâk ile ve ahlâki davranışla aynı şey olarak da görmemek gerekiyor. Ahlâk etikten daha önce doğduğuna göre, ilki bir doktrin ikincisi de bilim oluyor.


Ferhat Özgür

 

FÖ: Bu alternatifliğin sonu mu? Alternatif kültürün alternatif emek istediğine inandığını bildiğimden soruyorum. Gregory Sholette’nin “yaratıcı karanlık madde” kuramına da yaslanıyor bu konu aslında. Eylemci-sanat, kültürel aktivizm ve müdahalecilik, gerilla sanatı gibi çeşitli isimler altında kendi kendine örgütlenen alternatif direnişleri (tüm occupy-işgal hareketleri dahil) içeren yaratıcı karanlık madde olgusu, Sholette’e göre, sanat dünyasının söylemini ya da özel çıkarlarını düzenlemeye kalkmıyor ama sanat tarihçilerinden müzecilere, galericilerden sanat yöneticilerine kadar her alana kurumsal olarak sızıyor. O da bir nevi parrhesiatik, anti-art, ne dersin? SE: İnsan için “iyi”nin artık “iyi”den sayılmayacağı bir değerlendirmede alternatif olarak ne için iyi önemsenecektir? Belki de (bugün) iyi olan karanlık maddenin ve karanlık enerjinin iyiliğini düşünmektir! Sanat karanlık maddeye hizmet edebilir mi? Sanat için sanat insana sanatın katkısında bir iyi buluyordu, toplum için sanat da insanın sosyal düzenlemesine sanat ile katkıda bir iyi buluyordu, bu kutuplar geçersizleştikçe yeni formlarla reenkarne oldular. Günümüzde belki ama üçüncü bir hat, gerçek bir çıban başı, karanlık madde için sanat olarak çıkıyordur!

Anti-art sanatın altını oymak için değil inanılırlığını korumak için oradadır. Anti-art jestlere açacak anlam alanımız kalmadığında beğenilerin sofistikasyonu ve etik adabımuaşerete uygunluğu dışında konuşacak çok az şey kalıyor. Sanatla ilgili herhangi bir hakikati söylemenin de bugün ilginçlikten uzak ve çocukça görünmesi hep bağlantılı değil mi? Herkesin bildiği sırlardan olmayan sır bulamıyoruz... Karanlık maddedeki adlandırma silsilesine de bayılıyorum bu arada ve trene eklemlenmek zevkli olabilir gibi geliyor. Dark matter ifadesi zaten durumu gereksiz dramatize eden bir adlandırma, bir de bunu Türkçeye çevirirken sanki darkness matter imiş gibi karanlık madde yapmamız ikinci bir dramatizasyon katmanı. Bir üçüncü dramatizasyon katmanı bir sanatçıdan beklenmeli belki de... Çünkü eğer mesele maddenin ve giderek karanlık maddenin de iyiliği ise, insanın karşısına geçip de hakikatin anlamlı olduğunda ya da anti-art’tan sanat için bir şey beklenebileceği fikrini ciddiye alması gerektiğinde ısrarcı olmak zordur. Böylece çok da sofistike olmayan bir sinizm yönetimi devralıyor. Tarif etmeye kalkınca insanın diline yapışan bir canlı gibi: Erkinden, kazandığı güçten memnun bu sinizm, gittikçe kalabalıklaşan insanoğlunun iyi bir fikir bulmaktan da aynı süratle uzaklaşmasından hayli memnun. Bak işte bu yönetimi devralan zehirli sinizm canlısı imgesi bana senin The Pill’de gördüğüm 2017 yılındaki Hayvan Çiftliği adlı kişisel serginde buluntu seçim sandık- larıyla yaptığın kurguyu hatırlatabilir! Orada eski buluntu seçim sandıkları birer zehir gibi mekâna yayılmışlardı. Ya da belki tersine mekânın zehrini emiyorlardı! Bunu işte konuşmaya çağırmak isterim, yanılıyorum belki, belki alakası yok zehirle düşündüğünün, ama senin için buluntu olan ne, nasıl bir madde? Hem Hayvan Çiftliği’nde seçim sandıklarını hem kullandığın bütün buluntu malzemeleri soruyorum...

FÖ: Buluntu nesneyi bir zehir metaforu olarak düşünebilirim önerin üzerine. Beni öteden beri buluntu malzemelere yönelten şey Duchamp’ın 1913’te ortaya attığı o zehirleyici soruda: “Sanat olmayan yapıtlar yaratılabilir mi?” Buluntu olan aynı zamanda canlı olana denk geliyor ve içlerinde hakikati saklıyorlar. Artık kullanım dışı kalmış ahşap seçim sandıklarından yaratacağım formlar, sandıktan demokrasinin çıkmadığı hakikatine işaret edeceklerdi. Seçim sonucundaki gerçekle sandıktaki hakikat farklıydı. Yüzün üzerindeki sandıkları tek tek parçalamak gerçeği de parçalamak anlamına geliyordu benim için. Çıkan çiviler, menteşeler, vidalar bile bir bedenin öteki organları olarak mekânda görünmeliydiler. Seçim sonucunda önümüze sürülen gerçek; paranın, med- yanın, kamuoyu araştırmalarının ve lisansız yazılım programlarının yarattığı bir gerçek olarak sandıktaki hakikate ters düşüyordu. Ancak ben tüm sergiye yayılan bu buluntu nesnelerle Türkiye ve Avrupa’da yakın dönemlerde hızla yükselişe geçen milliyetçilik ve muhafazakârlık olgularına da işaret etmek iste- dim. Büyük kurt formu bu milliyetçiliği simgelerken kuzular azınlığa ilişkindi. Çoğunluğun seçimi kazananın seçimiydi ancak herkesin değil. Demokrasi işte tam da o noktada kaybeden azınlıkların taleplerini yerine getirebilme gücünü gösterebilmek anlamını taşıyordu. Mesele özgürlüğü tüm bu zeminlere yayabil- memizdi. Bilmiyorum buluntu nesneler olarak bu sandık yığınlarını bir depoda görür görmez bahsettiğimiz “karanlık madde” beni de kuşatmış olabilir.

bottom of page