Son zamanlarda aktarma ve saklamanın değerini vurgulayarak, farklı sanat alanlarının yan yanalığının imkânlarıyla anlatım olanaklarını çoğaltarak kendi içinde katmanlanan diyaloglar yaratabilmek adına farklı alanlardan isimlerle bir araya geliyoruz. Dokuzuncu dosyamızda, sanatçı Pınar Öğrenci'yle şair Fırat Demir’i bir araya getirdik
Yazı: Çınar Eslek
Pınar Öğrenci, Direnen Orman, Yerleştirme, 7. Sinop Bienali'nden görünüm,Buzhane, Sinop, 2019, Fotoğraf: Pınar Öğrenci
Fırat Demir: Ben New Mexico’dan New York’a henüz döndüm, sen ise Karadeniz’i bir motorun üzerinde gezmeye devam ediyorsun. New Mexico’nun manzarasına çok şey sığar: Sarp kayalıklı düz tepeler, dağ sıraları, alçak çöl havzaları, devasa bulutlar... Ressam Agnès Martin’in 50’li yıllarda New York’taki atölyesini herkesten habersiz terk edip New Mexico’ya yerleşmesinin yegâne nedeni bu manzaraymış. Peki sen Karadeniz’de nerelere bakıyor, neler görüyorsun? Pınar Öğrenci: Doğu Karadeniz’deyim. HES mücadelesine öncülük eden kadınlarla buluşmak için köy köy dolaşıyorum. İlginç bir şekilde Sinop Bie- nali için yaptığım araştırmanın odağında duran dere, orman, su, ağaç gibi manzaraya -ya da tabiata demek daha doğru olur- ait her şeyi kadınlardan öğreniyorum. Araştırmamın başında aldığım bir karardı bu, fotoğraf ya da hareketli görüntü kaydetmek yerine bu uçsuz bucaksızmış gibi görünen doğayı kadınların tarif ettiği şekilde belgelemek; kadınların oluşturduğu antropolojik bir peyzaj denemesi. Öğretici bir yolculuk oldu, Karadeniz kadınının toprak ve doğayla olan ilişkisinin ne kadar güçlü olduğunu öğrendim. Günlük hayatını çay üretiminin gerektirdiği koşullara göre organize eden, tarlada çalışan, eken, biçen, hasat toplayan, bir taraftan da ev işleri ve çocuk bakımıyla uğraşan hep kadın. Dereler tehlikeye düştüğünde neden kadınların en önde olduğunu, canını bile siper ettiğini anlamak çok zor değil, su kadın için her şey demek burada. Sadece tarım için değil, yorulan bedenini dinlendirip serinletmek, geceleri sesine kulak verip dinlemek için de... Ben bu seyahatte kadının üretim, yaşam ve direniş, erkeğin ise yıkım, şiddet ve hatta ölümle sembolleştiğini gördüm. Güney-kuzey aksında akan coşkun dereleri takip edip yüksek rakımlı köylerden deniz seviyesindeki şehirlere indim, şehirlere indikçe manzara erkekleşti. Derelerin denizle kavuştuğu ağızlar betondan istinat duvarları, köprü, üst geçit ve trafik ışıklarıyla sarılmış, suyun rengi yeşilden bulanık bir kahverengine dönüyor. Duble otoyollarla betona bulanmış sahil boyunca batıya doğru ilerliyorum, istisnasız her ilçe ve şehrin girişi, ortası ve çıkışında şehitlere adanmış üstgeçitler takılıyor gözüme; manzaraya bakınca ölüm görüyorsun, insan bedeni betonla yer değiştiriyor âdeta... Hasta bir peyzaj gibi ya da bozuk. FD: Peyzajı yeniden kurgulamanın iki yolu var sanki; dil ve haritalandırma. Ece Ayhan bu iki metodu kendi şiirinde teke indirgedi mesela –Açık Atlas gibi her yana sızan bir şiir yazabildi. Küçük İskender’in Türkiye şiiri ya da “böyle masum böyle mazlum uyu Türkiye,” diyebildi. Sen şimdi üretilmekte olan sanatın peyzajla ilişkisini nasıl buluyorsun? Şairler kadar tehlikeli mi sanatçılar da, yoksa aslında mevcut tek bir arka plan üzerinde mi çalışıyorlar? PÖ: 70’lerin politik ortamından gelen sanatçıların peyzajla ilişkisi çok güçlüydü. Mesela Nil Yalter, Gülsün Karamustafa... Bu sanatçılar peyzajı politik gündem, işçi hareketleri, devlet şiddeti, yerinden edilme üzerinden okumayı başarabildi. Bugün bu rolü daha çok sinemanın üstlendiğini görüyorum. Emre Yeksan’ın Körfez filmi, İzmir manzarasına alternatif bir bakış öneriyor, keza Kaan Müjdeci’nin Sivas’ı, Didem Pekün’ün ödüllü filmi Araf, manzara ve şiddet ilişkisine bakan güçlü yapımlar. Çağdaş sanat alanınıysa fazlasıyla korunaklı buluyorum, ya fazlasıyla arşive yaslanan, ya da aşırı derecede kavramsallaşıp çıkış noktasını unutan işler görüyorum. Sanatçılar tehlikeden ya da risk almaktan uzak duruyor. Küratör ve organizatörler de çoğunlukla öyle. Sinop’a vardığımda bienalin direktörü Melih Görgün “Başımızı belaya sokmayacaksın değil mi? Aman tehlikeli şeyler yapma burada,” dedi. Günlerce Karadeniz’de çalışıp “Nerelisin?” sorusuna “İstanbulluyum,” diye cevap verecek kadar ihtiyatlı davrandıktan sonra “suçlu ya da tehlikeli” durumuna düşürüldüğüm bu karşılama çok derinde bir şeyleri kopardı benden. Anlatması zor, derin bir kırgınlık... FD: Korunaklılık demişken, mesela Pierre Bourdieu fotoğrafta perspektifin öncelikle kaydetme ve düzeltme fonksiyonu için tercih edildiğini söyler. İşte burada sanatçının işi zorlaşıyor bence -elindeki bu güçle ne yapacak? Perspektife sığdırdığı insanlara iade-i itibar yapmaya çalışsa bir küstahlık, onları soysa başka bir bilmişlik. Sen yerleştirmelerinle bu gerginliği kırmaya çalışıyorsun sanki, ne dersin? PÖ: İşlerimde belgeselci bir unsur hep var, arşivlemek ya da biriktirmekten gelen bir tavrın sonucu oluştukları için bu kaçınılmaz. Ancak belgeselci, an- latımcı dili kurguda yaptığım müdahalelerle aşmaya çalışıyorum. Hikâyenin tamamını aktarmak yerine, çoğunlukla tekrar eden imge ya da aksiyona yo- ğunlaşıyorum son kertede. Zira tekrar ve rutini hem estetik hem de kavramsal açıdan güçlü buluyorum. Tekrar eden imge bir süre sonra mekân ve zamandan bağımsızlaşarak, sadece kendi formundan kaynaklanan özgün bir dile kavu- şuyor, temsil ettiği kavramlar da çoğalıyor böylece. LED Işıklı Şehir İstanbul işi yüzlerce reklam görüntüsünün arşivlenmesiyle oluştu. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte yasaklanan Arap alfabesinin yaklaşık 100 yıl kadar sonra başka bir savaşın etkisiyle İstanbul sokaklarına geri dönüşünün öyküsü. Bir süre baktıktan sonra kavramsal çerçevesinin dışına çıkarıyor insanı, renk ve ışıklardan oluşan dijital bir İstanbul manzarası görülüyor. Keza son işlerimden Un Peso da öyle: Suya dalıp denize atılan bozuk paraları bularak ağızlarının içinde biriktiren çocuklar var sahnede, tekrarlanan bir hareketten oluşuyor video. Hareketli görüntüyle fotoğraf arasındaki ilişkiden yola çıkıyorum aslında. Tekrar eden fotoğraflar olarak da bakabiliriz bu işlere, zaman ve ses katmanlarını da ekleyerek tabii.
Pınar Öğrenci, Fotoğraf: Savaş Poyraz
FD: Senin işlerinde hep bir manzara, açı arama hali söz konusu. Üs- tümüzden Hafif Bir Rüzgar Esti işin mesela. Tek bir kare içerisine tüm Akdeniz’i sığdırabilmeyi başarmışsın. PÖ: İşlerin büyük bir bölümünde tek ve akılda kalıcı bir imge kullanmaya çalışıyorum. Üstümüzden Hafif Bir Rüzgar Esti işi Akdeniz’de yüzen bir ut manzarasını içeriyor. Bir göç ve kayıp hikâyesinin ötesinde... Fernand Braudel’in Akdeniz’le ilgili yorumunu hatırlamak gerek bu noktada. "Akdeniz’i Akdeniz yapanlar sadece orada yaşayanlar değil aynı zamanda oradan geçenlerdir," diye tanımlıyor. Akdeniz bir eşik, bir pasaj olmanın ötesinde iltica umudunun başlamadan bittiği yer çoğu kez. Bir tür ölüm havuzu ya da sudan müteşekkil bir tuzak... Az önce manzaranın politiğinden bahsetmiştik, işte Akdeniz’e derinlemesine bakarsak bu sıcak suların örtük hikâyesini görürüz. Bu yüzden Üstümüzden Hafif Bir Rüzgar Esti işi tek bir imgeye yaslanıyor: Hızla akan global dünyada durup, uzun uzun Akdeniz’e bakmak gerektiğini düşündüm.
FD: İmge dedin, aklıma İlhan Berk geldi. “İmge, varlığın gölgesidir,” demişti bir keresinde. PÖ: Evet imge, imajdan fazlası, ilk bakışta görünmeyen anlam çokluğu... FD: Şiir; bize sunulan yaşantının darlığıyla varoluş tasarısının genişliği arasındaki ölçüsüz, anlaşılmaz, çelişki dolu mesafenin aşılmaya çalışılmasıdır biraz. Bu çabaya resmin kattığı destek malum ama nedense video sanatının şiirle ilişkisi hep deneysellik üzerinden kuruldu, fotoğraf ise “hikâyecilik” ile ilişkilendirilip düzyazı ve öykünün yanına konumlandırıldı. Kendi adıma video sanatındaki “hareket”i hep ilham verici bulmuşumdur. Hareket hep baki, bazen kurguya destek çıkıyor, bazen kurgunun dışına çıkıyor. Düşünce ve hareket, Nazım’ın şiirleri gibi, kinetik. PÖ: Sinemanın hareketli görüntüden çok edebiyatla ilişkisi üzerinde durulur, gerçekten de storytelling, anlatımcılık filmin en önemli unsurudur. Videoysa bu ilişkiyi sekteye uğratır. En azından ilk ortaya çıktığı 60’lı yıllarda tıpkı deneysel sinema gibi video da deneysellikten beslendi. Ancak video sanatı son yıllarda prodüksiyon bütçeleri bağlamında sinemaya yaklaşırken, temsil biçimleri bağlamında televizyon ekranı ya da tek projeksiyona bağlı sınırları aşarak çoklu ve zengin bir görsel anlatım biçimi yakaladı. Öyle ki bazı video işler resim, heykel ve hatta tiyatroyla ilişkilendirilebilir. Benim videoyu temel medyum olarak seçmemin temel nedeni de hareket yani aksiyon. Hareketin duyguyu tetikleyen sezgisel bir tarafı var, izleyiciye bu duygunun bulaşmasını önemsiyorum. Bu arada “ses” üzerinde de durmak lazım, videonun gizli kahramanıdır ses. Bu sene Berlin Film Festivali’nde Ghassan Salhab’ın Rosa Luxemburg ile ilgili An Open Rose isimli şahane bir filmini izledim, film az sayıda görsel ancak şiir, mektup ve şarkıların farklı dillerde üst üste getirilmesiyle oluşturulmuş güçlü bir ses tasarımı içeriyordu. Ses katmanlarının kaynağınıysa dil oluşturuyordu tabii... FD: Dilin görüntüdeki kaymaları daha kolay tespit edebilme ayrıca- lığı var sanki. Manzaranın önce yaşanan gerçeklikle örtüştüğü, sonra da o gerçekliği değiştirdiğini anlatmışsın bir yazında. PÖ: Vahap Avşar ve Huo Rf için yazdığım yazılarda yoğun bir Anadolu manzarası tasvir etmeye çalıştım. Manzara seyirlik olmanın ötesinde politik, kültürel, antropolojik okumalara açık bir görüntü. Robinson manzaraya yeterince dikkatli bakarsa, ona tarihsel olayların moleküler temelini göstereceğini ve bu şekilde geleceği görmeyi umduğunu söylemişti. Gerçekten de manzarayı anlamaya çalışmak eğitiyor insanı. Tek meydanı olan bir şehir demek, herkesin birbirini tanıdığı, günlük hayatını takip, hatta kontrol ettiği bir şehir demek. Grafiti kaplı duvarları olan bir şehirde yaşıyorsanız itirazı olan insanlarla birliktesiniz demektir. Berlin böyle bir yer mesela, David Harvey’nin asi şehirlerinden... Sanırım Robinson’un deyimiyle “geleceği” yani Berlin’de tutunma potansiyelini görmemin sebebi de bu itirazdı. Berlin’deki isyan potansiyeli şehirle ilişkimi kısa sürede sağlamlaştırdı. New York nasıl? Uzun zamandır New York’tasın. Seni orada tutan şey nedir? Asi bir şehir olduğu söylenemez sanırım.
Fırat Demir, Fotoğraf: R. S. Tate
FD: New York’ta bir örtüşme, kamaşma yaşıyorum. Yaşam bilgisini tekrar tekrar unutarak baştan başlamanın, kendini her şeyin ortasında buluvermenin aklı sürekliliğin dışına çıkartması gibi bir faydası var. Bu noktada New York çarpıyor ve sana yeni bir yol bulmanı dikte ediyor. Şehirdeki garip zaman algısını seviyorum; tarihin önemi aşınıyor ve bu bana çok somut bir bakış açısı katıyor. Dışında hissettiğim, dışında kalmak istediğim pek çok anlamsızlığı da var. Fakat bir şehirde o şehrin negatifi olarak dolaşıp yine de var olabilince sizi şehre bağlayan yaşamsal bir duygu açığa çıkıyor. O duygunun peşinde en çok kendimle meşgulüm sanırım. Yalnızlığım, daha medeni bir yalnızlığa evrildi. Bu yalnızlığı çok önemsiyorum. Doğu’ya ait mistik bir yalnızlıktan farklı bir yalnızlık hali içerisindeyim aslında. Dışarıya karşı daha çok olduğum kişiyim. Ve bu bir saklanma sorunu yaratmıyor. Hem şu da var: İstanbul’da verdiğim savaş, sınıfsal bir savaştı. Burada o gerilimi daha az hissediyorum en azından, kurşunların menzilinden çıkmış gibiyim. Tabii zorladığım anlar da oluyor. Emine Sevgi Özdamar’ın Haliçli Köprüsü’nü okudun mu? Özdamar Berlin’e Telefunken firmasına işçi olarak gitmiştir ve kalabalık bir yatakhanede geçer yılları. Şu an ben de kapısı olmayan bir odada uyuyorum, benim “odam” başka birinin odasının üzerinde, geceleri yatağımın yanından geçip gidenleri izliyorum. Yazarlık tanıklık işidir ama gecenin köründe gelip gideni izlemek de pek hoş olmuyor doğrusu. PÖ: Emine Sevgi Özdamar’ı Berlin’e taşınınca keşfettim. 60’ların politik ortamıyla tanışması, genç bir kadın işçi olarak Almanya’daki göç atmosferini tasvir edişi, pes etmeden hayallerinin peşinden koşarak kendini gerçekleştirmesi... İnanılmaz bir karakter gerçekten de. Berlin’deki farklı göç dalgalarını izlemek yeni bir göçmen olarak kendi konumumu belirmemi sağlıyor. Bizler politik sebeplerle göç eden farklı bir kuşağın temsilcileriyiz. Görece konforlu bir göç gerçekleştirdik diyebilirim. Ancak göçmen olmak, bildiğin, aşina olduğun topraklardan koparak bambaşka bir sistemin içinde var olmaya çalışmak bizleri eski göçmen kuşaklarla birleştiren bir tür duygudaşlık yaratıyor. Başını sokacağın bir yer bulmak en büyük problem Berlin’de. Bir sene içerisinde dört kere yer değiştirmek zorunda kaldım. Senin dediğin gibi bu tanıklık etme hali işimizin önemli bir parçası. Bugünlerde Berlin’de kaldığım üç evin hikâyesinden oluşan üç kanallı bir video üretiyorum. FD: Hareket etmek şimdiki anlamıyla ilerlemecilik olmamalı ama. Şu an sanat dünyasında herkesin bir koşu yüksek lisans, workshop ve benzeri rasyonel eşikleri aşmak için birbirleriyle yarışmaları hakkında ne düşünüyorsun? PÖ: Çoğunlukla bir akış çağında yaşadığımız söylenir. Her anlamda akış halindeyiz, fiziksel ve sanal ortamlarda. Hardt ve Negri politik bir strateji olarak hareketliliğin moderniteyi karakterize eden kesinliğin altını oyacağını savunuyordu. Mobil olmak, hareket halinde sanat üretmek benim açımdan politik bir tavır bir taraftan da. Bu yüzden maddesel (materi- al) işler yerine video gibi kolay yer değiştirebilen, mobil işler üretiyorum. Ancak şunu da eklemek isterim; çok hareket etsem de her durakta gerçekten durmayı, demlenmeyi seviyorum. Hareket etmek benim için ilerlemeci bir anlam taşımadı hiçbir zaman. Gittiğim misafir sanatçı programları bile kariyerimde bir aşama sağlayacak, önüme bir takım yeni imkânlar getirecek hamleler olmadı. Örneğin, Meksika seyahatim. Kimselerin bilmediği, anarşist bir ruhla çalışan, hatta sanat dünyasına biraz mesafeli insanlarla vakit geçirdim. Yaptığım performans, araştırma ve film projelerini tamamen kendi içimden gelen bir dürtüyle, bütçesiz, sponsorsuz yaptım. Gösterecek hiçbir kurum ya da kişiyle ilişkim olmadan üstelik... Günümüzdeki yaygın sanatçı modeli sponsor, finansör gibi bir kurum ya da kişi olmadan kılını bile kıpırdatmıyor. Ben bu tür bir üretimi samimi bulmuyorum. Workshop meselesine gelince, söyleyecek çok şey var... FD: Nedir, açsana biraz. PÖ: Almanya’da Senato yani Berlin Belediyesi’nden bir burs aldım. Bu burs kapsamında benim gibi yaklaşık 20 sanatçıyı bir workshop için davet ettiler. İçimizde birçok Türkiyeli, sanat camiasının yakından tanıdığı isimler de vardı, 40-50 yaş aralığında yetişkin sanatçılardan bahsediyorum. Bir takım eğitimci, workshop uzmanı profesyoneller gelip halka şeklinde oturmamızı isteyerek, renkli kalem, kağıt gibi şeyler dağıtıp bir oyun oynayacağımızı söyledi. Konu bir defile ve bizler de katılımcılarız; model, kuaför, tasarımcı gibi... Bizi dokuz yaşındaki çocuğun yerine koydular resmen. İtiraz ettiğimde Almanya’da güç ilişkilerinin önemli olduğunu ve bunu öğrenmemiz gerektiği söylendi. Baya aşağılayıcı bir durumdu anlayacağın. FD: İnsanların hem kendilerini bu kadar önemseyip hem de ellerindeki her türlü imkâna ölesiye sarılmalarını gülünç buluyorum. Kürtlerin bir atasözü var: “Tilkiden kurnazı yoktur, ama ortalık derisiyle doludur.” Kendi adıma tilkileri rahatsız etmekten büyük zevk duyuyorum. Rasyonel ilerlemecilikle hayatımı anlamama imkân yok. Cebimde beş dolarla Columbia Üniversitesi’ndeki Rönesans Edebiyatı dersime girmek absürt geliyor bazen. Ne koleje gittim, ne herhangi bir okula. Lisemde bir sırada en az üç kişi otururduk. İngilizceyi aç kala kala zar zor biriktirdiğim parayla satın aldığım kitaplardan öğrendim. İnsanlar yıllarca bir maça hazırlanır, onları ringe ilk çıkışımda nakavt ederim. Ama sonra hiçbir şey akmaz, aylar bomboş geçer. Galiba benim hayatım büyük şanslarla günden güne devam eden şanssızlıklar arasında sallanacak hep. Ama zaten üretmenin imkânı da, heyecanı da bu rasyonaliteyi kırdıkça ortaya çıkıyor.
PÖ: Ben de İngilizceyi 30 yaşıma girdiğimde kocamı boşar boşamaz yazıldığım bir kursla öğrenmeye başladım. Annem ilkokula bile gitmemiş, ben ilkokulda okuma yazmayı öğrenirken annem de televizyonda başlayan eğitim programlarını takip ediyordu; bana "hadi kızım dersini çalış," diyen kimse olmadı yani. Ne annem ne de babam veli toplantılarına katılmazdı. İlkokul son sınıfta okurken Van’daki Anadolu Lisesi daha yeni açılmıştı. Sınıf birincisi olduğum halde evde, Anadolu Lisesi sınavlarına girme ihtimalim tartışma konusu bile olmadı, çünkü daha ciddi sorunlarımız vardı. Hiç unutmuyorum, sınıf öğretmenimiz son derslerde Anadolu Lisesi Sınavı'na girecek olanları matematik çalıştırırdı, sınava girmeyeceğim halde tahtaya kalkıp soruları cevaplardım... Bazen daha iyi bir eğitim alsaydım, beni destekleyen, şımartan bir ailem olsaydı acaba nasıl biri olurdum diye düşünüyorum. Kesin sıkıcı biri olurdum, belki daha kendine güvenli, kim bilir? Konforlu şartlarda büyüyen insanlar risk almayı sevmez zira kaybedecekleri şeyler bizimkinden fazla. Ben hep risk aldım hayatta. Kumarbaz babamdan bulaştı herhalde. Gerçekten de yapmak istediğim her şeyi gerçekleştirmek için sürekli ortam değiştirmek zorunda kaldım. Daha ortaokul yıllarında seçme şansım olmadan okuduğum Kız Meslek Lisesi’nden, ailemden gizlediğim bir manevrayla ayrılışım, Van’daki tutucu çevreden çıkma çabalarım, ilerleyen yıllarda rasyonaliteye bayılan, kendini tanrı zanneden mimarlar grubundan ve onların temsil ettiği eski kocamdan ayrılışım, kimsenin desteklemediği bir ortamda sanat yapmaya çalışmam ve şimdi de 40’lı yaşların ortasında Berlin macerası... Kendimi Van Gölü’nde yaşayan inci kefaliyle özdeşleştirmem bundan, Yalnızca Ölü Balık Akıntıya Kapılır yerleştirmesindeki balıklar gibi hissediyorum bazen, hep akıntının tersine yüzüyorum sanki, engel ve barikatlar peşimi bırakmıyor.
Pınar Öğrenci, Yalnızca Ölü Balık Akıntıya Kapılır, Agah Uğur Koleksiyonu, Recent Acquisitions sergisinden görüntü, 2019, Fotoğraf: Pınar Öğrenci
FD: Ben de ikinci kitabım Öte Geçeler’i yazarken seyahat halindeydim. Öte Geçeler’in zaman aksı geçmişe ait olabilir, imgeleri usa yakın olabilir ama kitabın çok somut bir yanı da var. Bir travelogue gibi yazıldı Öte Geçeler. Aylarca otostop çekerek seyahat ettim; Mardin, Van, Diyarbakır... Haritanın Doğu’sunu. Şunu anladım: Şair kişisel olanı haritaya tutar ve eline bambaşka koordinatlar geçer. İlk kitabım Yeni Cüret Çağı’ndan sonra önümde iki yol vardı; ya daha içe dönük ve parçalı bir şiire gidecektim ya da ilk kitapta başladığım meseleyi biraz daha kazıyacaktım. Kazı, daha gerekli göründü benim için. Çünkü bu kazı köklere eğilmenin rahatlığıyla değil, kök denilenin rahatsızlığıyla ilgili olacaktı. Tarih ve coğrafyayla ilgilenen şiirlere sirayet edebilecek yüce gönüllüğün yerine yabancı olanları, gizlileşmek isteyenleri, temsilsiz bırakılmışları anlatan bir atılmışlık hissiyle yarattım o peyzajı. PÖ: Henri Bergson Yaratıcı Evrim’de şöyle yazar: “Bilinç ne kadar entelektüellerse, o kadar fazla mekânsal hale gelir.” Ve böylece yolculuk yol haline gelir ve bu bağlamda manzara, örneğin harita, fotoğraf hatta film olur. Şair yani bu durumda sen, yolculuğu yola, manzarayı haritaya indirgemeden, insan içine karışarak yarattın Öte Geçeler’i, gücü de buradan geliyor kitabın, başkalarının gömleğini giyerek bir tür melek gibi dolaştın Doğu’da. Gaye Boralıoğlu’nun Meçhul’unde İbrahim’i ararken kendini bulan insanlar gibi... FD: Mesela şimdi de tamamen temsillerin uzağında, tarih ve coğrafyanın artıklarından aldığı gücü, bir başka artığa dönüşmek için harcayan şiirler yazmak istiyorum. Mondrian’ın resim serüveni gibi biraz. Mondrian, bir teologdu. Fakat resminde asıl etkiyi birkaç renk, birkaç siyah şeritten oluşan soyut resimlerde yakaladı. O resimler, kendisi dışında hiçbir şey temsil etmiyorlar, herhangi bir referans yok, harita yok, kitap yok, yalnızca bir iç kompozisyon var. Manzarasız, hareketsiz neler üreteceğini de merak ediyorum doğrusu.
Soldaki: Fırat Demir'in ilk kitabı, Kapağındaki resim Çınar Eslek'e ait
Ortadaki: Fırat Demir'in ilk iki şiir kitabı 2020 yılının ilk ayında tekrar yayımlanacak. Tekrar basımları yine aynı yıl yeni şiirlerden oluşan iki farklı toplama kitap takip edecek.
Sağdaki: Edmund White'ın Marcel Proust biyografisini Türkçeye ilk defa Fırat Demir çevirdi.
PÖ: Gerçekten de devam ve hareket birbirini imliyor. İlginç bir örnek verebilirim bu konuda. 2015 yılında Meksika’ya ilk gidişimde Gezi’nin hafızası çok tazeydi, durduramadığım bir enerjiyle doluydum o zamanlar, şarkılar filan söyleyip Facebook’tan paylaşıyordum. Bir taraftan da insanı büyüleyen egzotik manzaranın kötü giden bir şeylerin üzerini örttüğünü hissediyordum... Sokak aralarına dalınca ne olduğunu anladım: Devlet şiddeti, uyuşturucu trafiği ve sınıfsal eşitsizlik. Türkiye’ye ne kadar da çok benziyordu, benim açımdan ilham verici bir durumdu bu, oldukça üretken bir seyahatti. Bu sene tekrar Meksiko’ya gittim ve 2015’teki o ilk duyguyu bulamadım, Meksiko yerinde duruyordu ama ben çok değişmiştim. Görmek istediğim mahalle ve yapılar olduğu halde pek dışarı çıkamadım, evde oturdum. Ne olmuştu? Neden bu kadar suskundum? 2015 seçimleriyle başlayan korku dolu politik atmosfer, Berlin’e göç etmemi tetikleyen dava süreci, kayıplar, göz altılar... Bütün bunlarla tekrar yüzleşmek için mi başka bir kıtaya yolculuk etmiştim? Elbette ki hayır! Ancak baktığım manzara karşısındaki kayıtsızlığım üzerine çok düşündüm ve bu durum içe dönüp kendi kendime bakmaya doğru itti. Sonra bir gün yazmaya başladım. Günlerce evden çıkmadan yazdım, sadece yemek yemek için dışarı çıktım diyebilirim. O duyguyu tarif etmem imkânsız, gece gündüz yazıyordum. Böylece kısa hikâyelerden oluşan ilk kitabım ortaya çıktı. Yazarken karşımda duran pencerenin çerçevelediği manzarayı hiç unutmuyorum, zira gece, gündüz, gün batımında, sabah erken hep aynı manzaraya bakarak yazdım. FD: İlk gençliğimde etrafımda çok insan vardı. Manzaradan da öte, kalabalığın ortasına tüneme, o kalabalıkta manzarayı göremez olma gibi bir isteğim vardı. Büyüdüğüm mahallenin tek güzel tarafı Taksim’e kalkan otobüs durağına yakın olmasıydı galiba. Evden kaçıp İstiklâl’e giderdim. PÖ: İlk gençlik yıllarımı hatırlıyorum. Tek derdim üniversite sınavlarını kazanıp kendimi İstanbul’a atmaktı. Başka hiçbir şehri hayal etmedim İstanbul kadar. Van’daki muhafazakar çevreden ne yapıp edip uzaklaşmalıydım. Sınavları kazanmasam ne yapardım bilmiyorum, kız kardeşim gibi evden kaçardım herhalde... Nihayet İstanbul’a geldiğimde büyük bir şok yaşadım tabii, başlangıçta çok zorlandım... Hayatımda ilk kez belediye otobüsüyle bir yerden bir yere gidiyordum. Küçük şehirde alışık olmadığımız bir şeydi bu. Hiç unutmuyorum, halamların Bahçelievler Yayla’daki evinden Yıldız’a gidene kadar üç otobüs değiştiriyordum ve otobüs tuttuğu için ara duraklarda inip biraz nefes alıp tekrar biniyordum. Sinemaya da ilk kez 17 yaşımda İstanbul’da gittim, Sine Pop’ta. Camdan Kalp filmiydi, Fehmi Yaşar yönetmiş, başrolde Genco Erkal oynuyordu. Sinemadan çıkışımda büyülenmiş gibiydim, o duygu hâlâ aklımda; "keşke mimarlık yerine sinema okusaydım," diye iç geçirmiştim. Sonra İstanbul’un ışıkları... Kara ve deniz trafiği, gece hayatı, kaotik yapısı. İstanbul benim için ışık demekti. Yıllar sonra LED Işıklı Şehir İstanbul işini yaptım. Sanırım bu işin kökleri bendeki ilk İstanbul izleniminde saklı. Işıklı, renkli, kaotik, hareketli, hızlı ve yorucu. Senin ilk İstanbul deneyimin nasıldı? İstanbul sahte bir hikâye mi gerçekten de, bir şiirinde yazdığın gibi? Edebiyatla ilişkini nasıl etkiledi İstanbul manzarası? FD: Kavafis’e -henüz- katılmıyorum ama, İstanbul “dönüp dolaşıp geri döneceğim” şehir değil. Parasızlık ve yalnızlık yüzünden çok bunalır gibi olduğumda şehrin “arkamdan geleceğini” düşünür gibi oluyorum, orada deneyimlediğim ve aşmaya çalıştığım şeylerin hep tekrar edeceğinden korkuyorum. Fakat sonra tüm bu deneyimlerin aslında şartlarla ilgili olduğunu hatırlayıp İstanbul’u geride bırakıyorum. İstanbul ile meselimi ilk şiirlerimde bitirdim; o kitap odasından çıkıp şehre karışmak isteyen birisiyle ilgiliydi ve bunu başardım. İstanbul görüntüsü silindi, dili de tükendi. Düzyazı içerisinde anlatacağım ama, biri İstanbul’un negatifi, ötekisi parodisi olmak üzere, iki hikâye. PÖ: Bir gün İstanbul’dan ayrılacağım kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, hele hele bir Orta Avrupa ülkesine, hiç... Senin New York’ta yaşadığın yalnızlığa benzer bir duyguyu yaşıyorum ben de Berlin’de. Alman toplumunun ilişkilere koyduğu mesafe, günlük hayatı zorlaştırma becerileri ve yabancı düşmanlığından kaynaklanan korkularımı bu yalnızlığa ilave etmek lazım. Ancak İstanbul sanat ortamının vefasızlığını düşününce aslında İstanbul’da da son derece yalnız olduğumu düşünüp avunuyorum Berlin’deki yeni çevremle...
Pınar Öğrenci, Led Işıklı Şehir İstanbul , Şam'da Kayısı sergisinden görününm, SALT Galata, İstanbul, 2015, Fotoğraf: Mustafa Hazneci
FD: İnsan hayatının ışığına binip gitmeli, o yüzden şaşırma bence. Bir de gerçekten de ekmek (sen buna iş de, ben şiir diyeyim) neredeyse ev orada. Hem son tahlilde “varlığın evi dil,” görüntüler ise sonlu. Çocukluk manzaralarını merak ettim bu arada, biraz anlatsana. PÖ: Dil görüntüden daha zengin orası kesin, sınırları daha muğlak. Yaz kış karlı dağlarla çevrili bir manzaraya bakarak büyüdüm ben. Havalar ısınınca evimizin önünde briket üretilen arsanın ortasına kurulan dönme dolap görüntüsünü hiç unutmuyorum. Şehirde lunapark olmadığı için senede bir kere gezici dönme dolap getirirlerdi, etrafında onu tamamlayan başka eğlence araçları olmadığı için anlamsız bir görüntü çıkardı ortaya. Önde arada bir birkaç kişiyi taşıyan, coşkusuz, cılız neşesiyle kocaman bir dönme dolap, arka fonda yüksek, devasa karlı dağlar. Sen nasıl bir manzarada büyüdün? En çok etkilendiğin ya da hiç unutmadığın bir manzara var mı? FD: Bak mesela “yayla” dedin sen az önce. Ben Yayla’da doğup büyüdüm. Manzara adına pek bir şey yoktu. Gri apartman daireleri dışında. Sobalı bir evde büyüdük. Kalorifere geçtiğimizde 2008 yılı filandı. Sık sık kömür sobası tüter, her yeri gri duman kaplardı. Çocukluğumdan en çok gri rengi hatırlıyorum. Gerçi babam beni sık sık Taksim’e, İngiliz Pasajı’na götürürdü. İngiliz müzik dergileri satan bir sahaf vardı, büyülenmiş gibi Bowie’nin, Marc Bolan’ın filan resimlerine bakardım. En renkli anılarım Pasaj’da babamın işten dönmesini beklerken geçen günlerden. Pasolini’nin Mamma Roma’sını izledin mi? Orada Anna Magnani’nin oynadığı anne karakterinin serseri oğlu Roma’nın yeni yeni apartman daireleri dikilmiş gettolarının henüz imara açılmamış arsalarında saatlerce dolanır durur. Öyle arsalar hatırlıyorum oyun alanları olarak. Mesela New York’ta iki apartmanın arası boşsa, boş alan çitlerle çevrildiyse, o boşluğa bakmayı çok seviyorum. Beni garip bir şekilde sakinleştiren bir görüntüdür. PÖ: İzledim tabii, bütün film dediğin gibi yeni apartmanlarla boş arsalar ve üzerindeki harabelerde geçer, genç oğlanların buluşma yeri olan boş arsalar modern aileyi simgeleyen apartmanlara uzaktan bakabilme fırsatı verir Pasolini’ye. Sanırım seni o boş arsalara doğru çeken şey toprakla olan ilişki, hatta belki de Anadolu’yla. Erken dönem şiirlerinde yoğun bir Türkiye duygusu vardı. 90’lı yılların karanlık atmosferinden çıkan genç bir şair olarak politik ve isyankâr bir dilin manzaraya sızdığını söyleyebiliriz. Amerika’da yazdığın henüz yayınlanmayan son şiirlerinde ilk şiirlerindeki isyankar ruhun yerini, daha güvenli, gözleyen, oyuncu, âşık başka bir ruh almış. Amerika’ya gidişinle birlikte kullandığın dil ve temalar nasıl bir dönüşüme uğradı? Günlük rutinin, çevreni saran atmosfer ve hareket şiirlerini nasıl etkiledi? FD: Birincisi, kelimelerim azaldı sanki. Artık yaşamımı kendime addettiğim bir şairlik atmosferi içerisinde yaşayamıyorum. Yaşamak da istemiyorum. Kimseye zihnimi kanıtlamam gerekmiyor. Herkesin kendi haklılığına düşkün olduğu bir çağda çok konuşmayı gereksiz buluyorum. Hayatımda boşluklar daha az, kaygılarımla daha somut şekilde yüzleşmem gerekiyor. Gündeliğim ise bir şeyleri yeniden inşa etmeye çalışmakla geçiyor. O yüzden ezkaza yeni bir şiir yazarsam ortaya daha soğuk ve gerçek bir şiir çıkıyor. İkincisi de okuduklarımla alakalı galiba. Benim New York’a taşındıktan sonra yazdığım “şehir-hareket” şiirlerini nasıl buldun? PÖ: İnsanın hafızasında yer eden bir manzara, hareket halindeyken gördüğü manzaradan daha farklı yansıyor dile. New York, New Mexico.... Her kent yıllanmış bir tarih ya da hafızaya değil de, daha çok geçici bir duyguya karşılık geliyor sanki, ya da her kent bir aşığa... Tam bir yolda olma durumu, halet-i ruhiye dediğimiz şey gibi... Hepsinde ortak olan bir göçmen özne, yalnız, arayan ve özleyen bir özne... Bu şiirleri yazarken etkilendiğin kaynaklar neler? FD: O şiirleri yazarken pek çok şeyden etkilendim: Ahmet Haşim’in O Belde’sinden, Nazım Hikmet’in yuttuğu materyalist şairlerden, Frank O’Hara’dan... Ama en çok da elektriğin hareketinden. Fizikte gerilim dediğimiz şey iki nokta arasındaki yük farkıdır (potansiyel fark). Yani iki farklı ortam arasındaki yük farkı ne kadar fazla olursa gerilim o kadar fazla olur. Gerilim arttıkça elektrik daha yoğun bir şekilde akar. Şiirlerin Amerikan eyaletlerinin polaroidi olmasının da ötesinde parasızlık, kötü bir evlilik, uyuşturucu bağımlığı gibi şeylerden çekinmeden ve çok somut bir dille bahsetmesinin sebebi hareketi kışkırtmak olabilir. Gerçekten de ne kadar zorlanırsak o kadar hareket ediyor gibi değil miyiz seninle?
Comments