top of page

Ak-sayanlar II

Böyle zamanlarda aktarma ve saklamanın, yapılabilecek en iyi şey olduğunu düşünerek, edebiyat ve görsel sanatlar arasında bir zamanlar var olan -şimdi ise ayrılmış- iki alanın yan yanalığını daha sıkı dokumak, anlatım olanaklarını genişleterek kendi içinde katmanlanan bir iz yaratabilmek adına yazarlar ve sanatçılarla bir araya geliyoruz. Kendine ait bir sanat ve yazı diline sahip olan yazar ve sanatçıların birbirine ulaşma olanağını arttırmak ve bu temas aracılığı ile oluşan nefesin izini tarla sürer gibi sürmek ve bu sürecin mümkün olduğunca devam etmesini sağlayabilmenin başka bir eşik oluşturabileceğine inanıyoruz. Şule Gürbüz ve Erinç Seymen’den sonra ikinci dosyamızda Şebnem İşigüzel ve Kemal Özen’i bir araya getirdik


Yazı: Çınar Eslek


Şebnem İşigüzel & Kemal Özen, Fotoğraf: Elif Kahveci


Bir yılı bitirip başka bir yıla geçtiğinizde okuduğunuz her roman ve öykü geçmişinizle temas edip izlerini hafif hafif söğüt ağacı kokusu gibi salmaya başlar. Yeni yıla başlamak, içinizde keskin bir burukluk bırakıp, sizi hiç olmadığınız kadar, günlerce beklemiş bir ananas ka- buğunun içi gibi, kendi içine büzer. Öyle bir büzer ki ananasın kabuğundaki her noktacık, sizi gözetleyen bir alana dönüşür, ekşi küf kokusu yoğunlaşır. Kokunun nereden geldiğini bilmediğiniz gibi nerede olduğunuzu da bilemezsiniz. Böyle zamanlarda dokunduğunuz, temas ettiğiniz her şey titrer.

Bir de İstanbul’da yaşıyorsanız, yıkılan her ev, yok olan her alan, sizi, sırf anılarınız silinmesin diye, çocukluğunuza ya da eski hikayelerinize sarılmanız için tetikleyebilir. Hele ki siyaset biçimleri kanser hücreleri gibi her yere yayılmışken, yok olmamak ve aktarabilmek adına, hikaye anlatıcılarına hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyuyor olabiliriz. Hikayeler ölümlerin önemsiz birer ayrıntıya dönüşmemesi için bize nefes verir. Hikayeler ile şefkat göstermeyi öğreniriz. İnanıp inanmamak artık önemini yitirir. İşte tam bu noktada İstanbul’da yaşayan yazar Şebnem İşigüzel ile Samsun’da yaşayan sanatçı Kemal Özen’in bir araya gelerek gerçekleştirdikleri diyaloglar hem onların birbirlerini tanımalarını hem de bizim onları tanımamızı sağlayan bir köprü niteliğinde. Bu köprünün önemine dayanarak Şebnem İşigüzel ile birlikte Kemal Özen’in Sanatorium’da gerçekleştirdiği Yapay Cehennemler sergisini ziyaret ettik.



"İlginç olan bu güzel resimlere bakarken yazdığım bazı şeyleri hatırlamam oldu. Mesela Dinle Sevgilim adlı resminizin duygusu bana Kirpiklerimin Gölgesi’ndeki iPod’lu çocuğu hatırlattı." — Şebnem İşigüzel




Kemal Özen, Dinle Sevgilim, Yapay Cehennemler sergisinden, SANATORIUM 10 Eylül-14 Ekim 2017


Şebnem İşigüzel: Zihin çok ilginç bir şey. Uçsuz bucaksız, derin. Bütün dünya kafamın içinde derim bazen. Fizikçilere bakılırsa gerçekte yalnızca atomlar ve boş bir uzay var. Ama bunun diğer yüzü korkularımız, arzularımız, heyecanlarımız. Yani en temelde her şey farklı. Aslında aynı. Edebiyat alanında ben buna “Bu kadar farklı bir şey hayatı yaratıyorsa,” diye bakıyorum. Yazarken her şeyin mümkün olduğu bir yerden bakıyorum yani. Aslında beni edebiyat kadar resim de besledi. Hatta bazen edebiyatın yerini aldı. Çoğu zaman bir kitaptan değil, bir resimden, kavramsal bir yerleştirmeden ya da video sanatından etkilenerek çıktı romanlarım. Kemal Özen: Ben de sizin kitaplarınızdaki gibi çev- remde gördüklerimi hikâyeleştirmeyi ve bunu görsel bir dil kullanarak 'plastik' araçlar üzerinden bu dünyaya ta- şımayı seviyorum. Şİ: Ben gördüğümü yazamıyorum ama... Bazen bendeki bir şeyi ateşliyor o kadar. Gerisiyse hayal... KÖ: Sahi mi? Özellikle Kaderimin Efendisi kitabınızdaki hikayeler sanki yanı başınızda gerçekleşmiş- çesine yazılmıştı, öyle canlıydılar ki! Okurken her detayı gözümde canlandırabilmiştim. Behiye karakterini telefonla arayıp ona kendisini hikâyeleştirdiğinizi yazdığınız bölümler, çok iyi oyunlaştırılmış ve kurgulanmıştı.

Şİ: Yazdıklarımın inandırıcı olmasını çok saf ve küçük bir cümleyle özetleyebilirim: Bütün kalbimle yazıyorum. Oliver Sacks’ı çok severim. Kör ve sağır bir hastasının zengin içsel hayatını anlatırken onun için altıncı duyu denilen iç algısının gücünden söz eder. Yazmak benim için belki öyle bir şey. Siz de bu güçlü ve zengin resimleri ortaya çıkarırken belki benzer şeyler hissediyor olabilirsiniz. İlginç olan bu güzel resimlere bakarken yazdığım bazı şeyleri hatırlamam oldu. Mesela Dinle Sevgilim adlı resminizin duygusu bana Kirpiklerimin Gölgesi’ndeki iPod’lu çocuğu hatırlattı. Ailesiyle kaplıca otelinde kalan iPod’lu çocuk, küçük kızın acılarını sezmiş ama adlandıramamıştı. Kaktüs, ona sarılmak gibi. Bazen bir resim bazen bir müzik yazdığım karakterleri bana hatırlatır. Bu yüz, öğrencinizin yüzü mü oluyor gerçekten?


Kemal Özen, Yapay Cehennemler sergisinden, SANATORIUM 10 Eylül-14 Ekim 2017

KÖ: Kurgusal ve resmin hikâyesinin içeriği olarak çok paralel bağlantılar bu söyledikleriniz. Bu resim sevgilimle tartıştığımız ancak henüz tam olarak eski modumuza giremediğimiz bir anda, gözümde beliren bir imgenin sonucunda oluştu. Bu gibi anlarda zihnimde beliren anlık imgeleri telefonuma metin ya da hızlı küçük eskizler olarak kaydediyorum. Eğer ileride tekrar tekrar aklıma gelirse bu imgeyi resmetmeye ve ona can vermeye karar veriyorum. Olayları ve anlatımları kendi deneyimlerim üzerinden de ilerletmeyi seviyorum. Yapay Cehennemler sergisinin çoğu asgari, basit, katıksız, ilk elden yaşadığım duygulardan ve gözlemlediğim olaylardan hareketle yola çıkarak oluşturduğum çalışmalar. Birinci elden müdahil olamadığım ya da hissedemediğim durumların resmini yapamıyorum... Samsun gibi büyük şehir ile küçük şehir olmak arasında kalmış bir şehirde yaşamak hem çevremi daha iyi gözlemlememi sağlıyor -çevresel kalabalıktan kendimi daha kolay soyutlayabiliyorum- hem de yapacak çok şey olmadığından kendimi sanki elimde büyük bir teleskop, her şeyden uzak, ıssız, sessiz köşemde büyük bir panorama olan bu şehri, ülkeyi, dünyayı ve olayları bazen geniş açıdan bazen ise detaylıca izleyen biri olarak görüyorum. Bu resmin Yapay Cehennemler isimli bir sergide olmasının nedeni ise ikili ilişkilerin, beklentilerin ve karşılanmayan beklentilerin, söylenmeyen, ertelenen, içe atılan isteklerin, yanlış seçimlerin de insan hayatını yaşarken cehenneme çevirmesini simgeliyor benim için. Kaktüs dikenleriyle korunaklı -belki konformist- risk alamayan insanı da temsil ediyor. Diğer yanda bir erkek, dingin bakışları, elinde kulaklığı (dinlediği belki de romantik bir şarkı) ve dostane sarılışıyla bu korunaklı alana -bedel ödeyerek- dahil olma niyetinde. Genel olarak bakacak olursak imkânsız bir ilişkiyi imkânlı kılma çabası, bunun gerilimi ancak aynı zamanda bunu başarabilecek gücü hissetmenin verdiği dinginlik de resmin atmosferinde yer alan moleküller arasında. Kaktüs her ne kadar bir bitki olsa da onun burada bir sevgili metaforu olduğu aşikâr. Sevgiliyi bu şekilde betimlemek bir çok hikâyeye kapı açıyor bu muhafazakar ülkede... Sanırım sizde durum daha tersi bir şekilde işliyor? Biraz önce birebir yaşadığım olayları ele almıyorum dediniz. Karakterlerinizin çoğu kurgu mu? Şİ: Evet kurgu. Bu benim çok hoşuma gider. Gerçeği yazın deseniz yazamayabilirim. Zorlanabilirim. Hayal etmek daha çok işime geliyor. Sarmaşık romanımda kahramanlarımdan birisi yalvarır gibi “Hakikatin hakikat olduğunu söyleyecek bir sese ihtiyacım var,” der. Aklıma gelir bazen. Bakın oradaki kahramanlarımdan birisi ressamdır, sanat tarihini iyi bilir. Sevgilisi büyük eserlerin orijinal sayılabilecek kopyalarını yapar. Sizin resimlerinizde bir yanı ile gerçek var bir yanı ile bir hayal var sanki değil mi? KÖ: Biraz öyle denilebilir. Resimdeki durumların çoğu gerçek hikâyeler, bunun yanı sıra benim ilgimi çeken ve referans aldığım ressamlar Jérôme Bosch, Pierre Paul Ru- bens, Caspar David Friedrich, Paul Delvaux, Arnold Böcklin gibi romantizm ile sürrealizmi harmanlayan ressamlar. Benim de resim dilim bu dile yakın, ruh halim duygusal ve melankolik. Hikâyeler gerçek, kurgular bu resim diline yakın, ruh halim de böyle olunca bahsettiğiniz durum ortaya çıkıyor sanırım. Ben de trajedilerden ve vahşetlerden bahsediyorum ama resimlerimde insana "komik" gelen bazı tatlar da var. Karakterlerin tuhaf duruş ve bakışları buna bir örnek olabilir. Fatih Özgüven, sergim için yazdığı metinde bu noktaya vurgu yapıyor ve şöyle açıklıyor: “Kemal Özen’in yeni işlerinde garip, insanı baktıkça kavrayan (ve bırakmayan) bir enerji var; sürekli ve mutlak kahkaha. Bu resimlerde komik olan tekinsizle, rengarenk karanlıkla, çocukluk yetişkinlikle, taşra dört bir yanı saran popüler kültürle yanyana kahkahalar atıyorlar.” Hayata tutunmak için içimizde biraz da olsa neşe barındırmak gerek ama benim resimlerimdeki komikliğin neşeyle ilişkili olduğunu düşünmüyorum. Bu biraz psikopatlığa varan bir ruh halini benliğinde barındıran insanın (Otomatik Portakal'daki Alex (A Clockwork Orange, Anthony Burgess, 1962) ya da Amerikan Sapığı'ndaki Patrick (American Psycho, Bret Easton Ellis, 1991) gibi) gözünden bakılınca komik gelebilecek bir kurgu/hikâye bütünü. Belki ben de bu ruh haline bürünmüş olabilirim. Samsun'da yaşayınca daha nasıl olunur da hayatta kalınır bilemiyorum. Çinli ressam Yue Minjun sanki benim yaptığım şeyin tam tersini yapıyor... Onun karakterleri bize tuval içinden bu dünyaya bakıp, halimize neredeyse çıldırmışçasına kahkahalar atıyorken ben tuvale çıldırmış bu halimizi ve yarattığımız cehennemleri yansıtmaya çalışıyorum. Bu yaptığım, dünyanın şeytanı olan insana esprili görünebiliyor belki de. Çünkü herkes bir başkasının şeytanı bu dünyada. Benim tuvalime işlediğim olaylar "şeytanlaşmış" insanın ürünü. Bu şeytanlar hırslı, aç gözlü, manevi hiç bir değerleri kalmamış insanlar. Sizin hikayelerinizde de sanki böyle şeytanlar var. Ne kadar trajedi ve vahşet olaylarından bahsetseniz de karakterlerinizin açık açık konuşması insanı biraz şaşırtıyor. Bu doğrucu hareket biz içten pazarlıkçı insanoğlunun hoşuna gidiyor ya da komik gelebiliyor. Dedim ya her insan bir başkasının şeytanı adeta bu dünyada...


Kemal Özen, Huzursuz Yatak, Yapay Cehennemler sergisinden, SANATORIUM 10 Eylül-14 Ekim 2017

Şİ: Huzursuz Yatak resminde rüyalardan parçalar var. Sanatla arasında mesafe olan biri bu resmi gördüğünde direk rüyalardan yola çıkarak bir şeyler söyleyebilir. Bende bir sürü çağrışım yaptı. Rüyalar dedim... Dün Kazuo İshiguro Nobel Ödülü’nü kazandı. Rüyalardan yola çıkarak bir roman yazmıştı. Bu romanı yazma fikrini nasıl bulduğunu bir röportajında anlatıyordu. Çok güzel dile getiriyordu: “Acaba rüyalar üzerinden nasıl bir şey yapabiliriz? Bu çok yapıldı ama bunu başka türlü nasıl bir romana dönüştürebiliriz?” Çok ilginçti. Zaten yaratmanın en güzel tarafı bir roman fikrine kapılmak ve ona tutunmak. Ben de hatırladım. Çok parçalı, çok katmanlı ama her birinin hikâyesi olan bir resim bu. Gözyaşı Konağı’ndaki "anne"nin "resim" ile "bakmak, görmek", "gördüğünü anlamlandırmak"la ilgili bir hikâyesi de var. O hikaye biraz da benim resimlerden etkilenme hissim aslında. O kahramanıma ödünç verdim. Sonra fotoğraflar var. Fotoğraf çektirme merakı. Fotoğraf çektirmeleri yasaklandığında bu defa portrelerini yaptırıyor. Portrelerinden aynı hazzı alamıyor aslında. Öncelikle durmak, bakmak zor geliyor. İşin özünde merak olsa bile. Aslında sanatı anlamak, ulaşmak ile ilgili önyargılar var burada. Ama roman yazmak resim gibi değil elbette. En azından ben hep bir şeyleri yerleştirmek, doğru anlamlandırmak ya da ilişki kurmak çabasında değilim. Elbette resimde de böyle değildir bu. Flamingoları doğru bir yere oturtmuşsunuz. Onu bir paye olarak görüyor ve ilgisini bir anda kaybediyor. Her şeyde olduğu gibi... Tamamlanamayan bir konak gibi, köşk gibi. Konağı yapmaya çalıştığı ve yapmaya çalıştıkça kaybettiği şeyler gibi içsel hayatını canlı tutamıyor. Ama sanat, edebiyat bize güç veriyor. İçsel dünyamızı canlı tutmak her şeye rağmen yaşayabilmek. Müthiş bir güç bence resim yapmak, yaratmak ve yazmak. Bir sanatçının kendini ifade etme biçimi yazardan farklı. Ve bu dil nasıl bir araya gelince oluşabilir diye düşünüyordum. Örneğin benim ağzım hiç laf yapmaz. Yazmak benim için bir kekemenin şarkı söylemesi gibi. Konuşarak kendimi ifade etmekte zorlanırım. Bunu sanatla uğraşan arkadaşlarımda da görüyorum ve çok hoşuma gidiyor. Bir şeyler üretiyorlar ama anlat dediğinde anlatamıyorlar. Aslında iyi yapamayan daha güzel anlatıyor.


Şebnem İşigüzel & Kemal Özen, Fotoğraf: Elif Kahveci

KÖ: Sanatçının ölümü resminin esin kaynağı da Rafet Ekiz'in kardeşi Metin Ekiz. Şİ: Biliyorum onu, çok ilginç birisi. Ölümü de trajikti.

KÖ: Metin Ekiz'in ölümünün trajedisi, ülkemizde son zamanlarda sanata ve sanatçıya karşı politik iktidarın söylemleri içimde büyüdü bir süre. Bu süreç sanki doğum süresi gibi.. Bazen çok sancılı. Beni uykularımdan eden bir süreç... Resmin kurgusu, renkleri, hikâyeyi anlatışı gibi sorunlar tüm bu sancıyı tanımlayan birer tanı. Metin Ekiz ünlüyken etrafında bir sürü insanın olması ancak kendi münzevi hayatına çekildiğinde arayıp soranların azalması ve öldüğünde evinde üç ay boyunca öylece kalmasının dramatik öyküsü beni bu resmi yapmaya itmişti.

Şİ: Kardeşi de mi ressamdı? KÖ: Tiyatrocuydu. Ailecek sanatla ilgileniyor Ekizler. Trabzon'dan Samsun'a geliyorlar, sonra da İstanbul’a yerleşiyorlar. Şİ: Rafet Ekiz’in resimleri kadar güçlü çok ilginç hikâyeleri vardı. Kavga çıkarmakta üstüne yoktu. Metafiziğe meyleden hikâyeleri de vardı. Bu resimde kullandığınız kargalar politik bir hiciv olan Resmigeçit romanımı hatırlattı. Kargalar üzerinden Türkiye tarihini hikâye etmiştim. 2002’ye kadar. O da aslında yerini bulamamış ama zamanını bekleyen koca bir kitap. Romanda kargalar bir izlek yaratırlar. Bu yüzden kargalar üzerine epeyce şey okuyup öğrendim.

bottom of page