top of page

Ak-sayanlar I

Çınar Eslek'in yürüttüğü edebiyat ve görsel sanatları bir araya getirme amacı güderek başlayan Ak-sayanlar yazı dizisinin ilk yazısı Erinç Seymen'in Homo Fragilis sergisi üzerine yazar Şule Gürbüz tarafından kaleme alındı


Dosya: Çınar Eslek

Yazı: Şule Gürbüz


Erinç Seymen, İsimsiz, 2017, Kağıt üzerine mürekkep, 83.5 × 63.5 cm


Eskiden bu yana sanatın bilenler hatta bilmese bile hünerbendi bilenlerce her yerdeki hayattan ve insandan farklı ve biraz mesafede durulan kısmının büyük dilimi sanatçının kendi kendine bizatihi çileye talip, karşılıksız çileyi göğüsleyecek, denebilir ki bundan zevk ve şevk duyacak yaradılışta olmasıydı. Görünür dünya, el uzatması ile koparılacak yemişler, söylemesi ile inandıracak hayat hikâyeleri, aydan aya akmasa da damlayan medar-ı maişet dururken kim için olduğu, ne için olduğu ve sonu meçhul bir çileye, yapanın sadece kendine malum, o malum denilenin bile kaybolma oyunları ile kendine bend ettiği ruha yaptığı türlü zulme rağmen bu kendine sırlı humma ve onun şartları, emirleri, doğrultuları ile yaşamak, çalışmak yakından da uzaktan da, anlayana da anlamayana da bir hayret, dolayısı ile bir makamdı. İnsan çünkü kendini kazanmak kadar kaybetmek için de çabalar ama kazanan çarşıda satılanı alırken kaybeden yıldızlardan pay alır. Huşu, vecd, kaybolma, başkasının, daha büyüğün, daha değerlinin içinde erime, kendini daha aslî olan için terk etme... Hep birilerinin var gibi anlattığı ince bir hayal olarak kalır. O hayalin içine kendini yerleştirebilene, kendine başka bir yer de bulamayana yani bir öz ve cevhere karışabilene de sanatçı denir. Her şeye rağmen, meczup da görünse, perişan da, Neyzen gibi yüzünü ayakkabı boyası ile boyayarak da dolaşsa başka bir âlemi de sezen, oralarda da gezen olarak etraf ona, o etrafa bigâne de olsa bu bigânelik ebedi kalmaz. Babanın yediği torunun dişini kırdığı gibi babanın hoyratlığı ile kırdığı dişi de torun bir gün gönülden onarır. Her birey kendinden evvelki geçmişinin ayıp ve ihmallerini ikmal ile aslında ömrünü geçirir. Öncekilerin vermediği hakları kendisi ödemek zorunda kalır. Hak tanımayan ve vermeyen sonraya hep borç bırakır.

Zamane yani çağ her şeyi olmasına, tıka basa doymasına, yanaklarından kan damlamasına rağmen budalalığın ve hak etmeden yemenin tedirginliği ile aslen hep yarı açtır. Sofrasından doğrulurken bile gözü televizyona ilişir de Himalayalar’ın tepesinde bir kıl çadırda keçi sütünü akşam yemeği olarak içen adamı ve onun gülen yüzünü görürse ertesi gün ilk uçakla o sütü ondan almaya koşar. Tibet rahibini görse, onun da elinden yediği yiyeceği bir havucu kapıp huzuru dişleriyle aramaya çıkar, hava almaktan başka gıdası olmayanın nasıl bir nefes tekniği kullandığını keşifle o havayı da kendi ciğerine katar. Her şeyi olmasına ve dünyanın aslen paylaşılmış olmasına rağmen sürüleri olanın bir koyunu olan adamın elindekine göz diktiği gibi hepi topu bir koyunu olanın yani sanatçının da çilesine değil ama sonrasına taliptir. O öldükten sonra mezarı başında söylenenleri, hakkında yazılanları dahi kendisine ister. O meczup olmuşsa ben de meczup gibi görünebilirim, o aç ise ben de sıhhî bir perhiz yapabilirim, o perişan ise ben de eskitilmiş giyebilirim diyerek samanları havaya savurur. İğne bulmak hayal iken büsbütün muhal olur.

Eskiden zor işlerin zorlu taliplerinin, bir ömrü rehin verip cünûn karşılığında duyulan dizelerin, yolu muhakkak Seine ya da başka bir nehrin kenarından geçenlerin, atlayan ya da son anda duranların, bazen kıyıya vuran bedenlerin yerini üzülmeden üretenler, ama vakti ile üretilmişi süzmeyi iyi bilenler aldı. Eskiler anlaşılmak isterdi, şimdi ise anlaşılma korkusu foyası ortaya çıkmak kadar tedirgin edici. O yüzden tevazu deşilmemek için bir zırh, sıradan görünmek fazla kurcalanmadan iyi yaşamanın sırrı. Sanat değil proje üretenler, dünyanın duymak istediği lisanı çözenler, uygun aksanı bulanlar, etki uyandırması muhtemel pozu verenler "tam da istenildiği gibi” denilerek, istenildiği gibi bir şeyi dünyanın vermeyeceğini unutarak çerçeveye yerleşti, bu günün sanatçıları oldular. Yine de kendini kendi kolundan tutup getirenler, kendilerini pozları ile sanki ele verdiler; ne çukura kaçan gözler, sepya ile bile sararmayan yüzler, ne çile çizgileri, ne ürkeklik, ne şüphe. Hep sıhhat ve uğraşma, dünyayı bir an gözden kaybetmeden onun üzerine çalışma, bir de bol su, tabi ki limonlusu.

Dev, masallarda kaldı, büyük ruh hiç değilse bir asır evveli, mistikler yeni psikiyatri ile mutlaka sağaltılmaya çalışılırdı ya da aslında o da geçti, Jung da az mistik değildi, dinlemeye sonrasında uydurmaya da gerek yok, şimdi kolayı yani ilacı var, sabah bir tane kâfi. Korkuya gerek yok, güzel ve değerlisin, hatta eşsizsin herkes gibi dendi, her eşsiz başka bir eşsizle eşleşti, bir belki iki eşsiz daha meydana geldi.

Gerçekten üzülmek ve üzülmeye değer olanı keşfetmek onun zulmünden pay verir, insan anlayabildiklerinin, gözünün görebildiklerinin derdi ile sırtını dik tutamaz. Bir yandan hem üzülmek hem bu suretle çok güç kaybetmeden, bu küpü deldirmeden onu gerekli yere taşıyabilmek meselenin güçlüğünü oluşturur. Çoğu sanatçı talip olduklarının yaralaması ile daha yolda hastalanır ya da telef olur. Taşıdığı, sezip farkına vardığı ile bir maraz sahibi olmadan bunu sergileyebilecek, resmedecek, ifade edebilecek bir sanatı da sırtlanmak az’a aittir. Hölderlin, Trakl, Loutréamont yolda öldüler. Bir şey biterken talibi ile birlikte biter, izleyicisi ile onunla dertleneni ile birlikte biter, geriye bir şey bırakmaz. Sakat çocukların onlara merhametle bakan anneleri ölünce bir haftayı geçmez toprağa düşmeleri gibi bir şey de sanki bir başka şeye raptedilmiş, eklidir, gerçek bağlarda geride kalan olmaz.



Erinç Seymen, İsimsiz, 2015, Hahnemühle kağıt üzerine baskı, 66.5 × 82 cm, Edisyon 2/10 + 2AP

Sanatın yüzde sekseni zanaat olabilir, muhtemelen öyledir. Geri kalanı ise sırdır. Ne söylense tam uymaz, tarife uygun yapılsa tutmaz. Bir hikâye her zaman gerekli bu yüzden, çünkü sır bilmeyenler hep açıklama isterler, rahat etmek etrafı uyutmak isteyen de ister istemez bir hikâye uydurur. Beğenilirse tekrar tekrar anlatılır, açıklamaya inanacak halde olmak kişiyi sırrın daha da uzağına atar hâlbuki. Sırrına ekli ve yeminli yaşamak ve bu uğurda çalışmaktan daha tuhaf olanı, sırlı olanın kendi sırrını merak etmiyor, sadece açıklayamayacağını biliyor oluşudur, o sadece yapacağını yapar. Yaşama sürecini belli bir seviyede sona taşımanın, büyük boşluklardan, manasızlık kenarlarında başıboş durmaktan kurtulmanın tek yolu da kendini başkaya, daha büyüğe terk ederek yaşamaktır. Hayatın tadı yaşa, çağa, beceriye, hayatın o an sunduğuna göre değişir, ortayı geçince de büsbütün seyrelirken gerçek sanat, insanı kendi mezar taşından daha muhkem ve tek tutar. Tutunulmuş, daimonu olanın yüklendiği sırlı sanat, insana her cinnetine, heyheyine, şüphenin yaka süsü gibi takılmasa da kendiliğinden her gün ilişiverdiği yekpare bir ömür verir. İnsan zaten ömrünü almak için verir, gayret, belki de verecek bir ömrü olmadadır.

Erinç Seymen resimlerini anlatır, hem de güzel anlatır. Ama onu oraya oturtanın, rabt edenin, aylarca tutanın, konaktan taşanların, sonu gelmez evhamların, sırtını dönenlere duyduğu yeisin, kim bilir ilk nerede isabet eden kurşunların yerini belki kendisi bile gösteremez. Şifa bulmadan yaşamak, dertte daim olmak için de böylesi gereklidir. Devrinin, zamanenin bilincinde ama kenarında duran, esirgemedikçe sayılamayacak kadar çoğalan, artışlarının içinde teyakkuzda, çilesini başka bir çile ile dolduran, ayağı yerde, kendisi gitmeye, görmeye, tanık olmaya zimmetli olduklarının yanında, etrafın delici, ortaya çekici aşındırmalarına karşı durmaya çalışarak bir başkalık vaat ediyor, vaadine yetecek kadar da var, hatta sayılamayacak kadar. Bu yoğun emek, çalışmaktan bitap düşmeye, ezilince çıkacak olana hayran yürek, sabırla kendine dönerek çalışıyor. Sırrı merak etmek, yani mistisizm sabırsızlıktır aslında ve gerçek inananların, gerçekten yorulanların, kendinden terliyken razı olanların ona pek yüzü yoktur.

bottom of page