top of page

Zamanın hâkimiyeti


Emre Hüner’in 2015 tarihli üç ekranlı video yerleştirmesi Neochronophobiq 14. İstanbul Bienali ve Leuven’deki STUK sanat merkezi gösterimlerinin ardından 30 Nisan’a kadar Protocinema New York’ta sergileniyor. Lower East Side bölgesindeki bir binanın giriş katına, mekânın iç karakterini koruyarak yerleştirilmiş otuz sekiz dakikalık video çalışması, neredeyse tamamen karartılmış ortamla kavramsal ve görsel bir uyum içinde izleyiciyle buluşuyor. Neochronophobiq üç kelimenin bir araya gelmesiyle oluşmuş eklektik bir isim. Yunanca’da yeni anlamına gelen neo kelimesini İngilizcedeki chronophobia ve ubiquitous kelimelerinin birleşimi takip ediyor. Kelimelerden ilki zaman korkusu anlamına gelirken, ikincisi Türkçe'de her yerde bulunan ve beliren olarak tanımlanmakta.

Emre Hüner, Neochronophobiq, 38’, 2015. 3 kanallı video, videodan görsel. Rodeo’nun izniyle, Londra.

İzleyiciyi girer girmez içine çeken filmin ana karakteri isimsiz, genç bir figür. Aidiyetsiz ve neredeyse başka gezegenden gelmiş görüntüsüyle İzlandalı aktör Tómas Lemarquis rol için biçilmiş kaftan iken, Hüner de oyuncunun imajından ve dingin oyunculuğundan faydalanarak bu “yabancı” karakteri hem içsel hem de kolektif bir arayışın ortasına yerleştiriyor. Lemarquis’in canlandırdığı karakterin belirsiz ve bir o kadar dünya dışı mekânlarda devam eden yolculuğuna paralel olarak Hüner’in alışık olduğumuz soyut şekillerde ve canlı renklerdeki heykel işleri, sürekli olarak kendi ekseni etrafında dönen natürmort görüntüleri sabit kamera çekimiyle yerleştirmenin orta ekranında akıyor.

Mekânda ve hikâyede kendini gösteren belirsizlik ve arada kalmışlık, farklı renk ve kestirmesi güç boyutlarda şekil bulan ve hiçbir dönem ya da bölgeye ait değilmiş hissi veren bu heykellerde de kendini gösteriyor. Ana karakterin oradan oraya savrulurken dolaştığı mekânlar yıllar öncesinin kalıntılarıyla kaplı tarihi bir yerleşim hissi yaratırken, ekranda beliren bu heykeller izleyiciyi bunların geçmişe mi yoksa geleceğe mi ait oldukları sorusuyla baş başa bırakıyor. Aynı anda arkeolojik ve geleceğe dönük görüntüleriyle bu can alıcı renkteki heykeller, onları tanımlamamızı daha da zorlaştıran ve mimari etkiler taşıyan alt desteklere oturtulmuş şekilde fetiş objeler olarak sunuluyor. Video boyunca müzelerin baş tacı edilmiş antik kalıntılarına mı yoksa mağaralarda ya da suda karşımıza çıkan doğal oluşumlar ve fosillere mi baktığımız sorusu kafa kurcalıyor. Fotoğraf stüdyosunun sentetik havasını taşıyan güçlü renklerdeki arka fonlar da heykellerin ait oldukları gerçek hikâyeleri anlamayı güçleştiriyor.

Emre Hüner, Neochronophobiq, installation Protocinema, New York, 2017, Rodeo'nun izniyle, Londra, Fotoğraf: John Berens

Emre Hüner, Neochronophobiq, installation Protocinema, New York, 2017, Rodeo'nun izniyle, Londra, Fotoğraf: John Berens

Antonioni ve Bergman filmlerinin modernist yapısını aratmayan bir dinginlik ve iç arayışla boş, terk edilmiş mekânlarda dolaşan ana karakter, belirsiz yolculuğu boyunca çeşitli arkaik yada gelecekçi nesnelere dokunup onların, bir yandan da kendisinin tanımlamasını yapmaya çalışıyor. Bu nesne, mekân ve doğa betimlemeleri orta ekranda sürekli dönme halinde olan çeşitli heykellerle form ve renk açısından reddedilemez bir uyum içinde bizlere sunuluyor. Doğal iç ve dış mekân seslerinin yanı sıra Hüner’in elinden çıkma müzik de tekinsiz uyuma eşlik ediyor. Hüner’in titiz ve yerinde kurgusu sayesinde hem görsel hem de anlamsal bakımdan üçlü ekranda gözü okşayan ama ilk bakışta kendini hemen ele vermeyen bir uyum ve şiirsellik beliriyor. Örneğin, karakterin panik odası ve uzay mekiği etkileri taşıyan odasındayken eline aldığı belirsiz nesnenin çıkıntılı yüzeyi ve kirli beyaz rengi, aynı anda yan ekranda dönmekte olan yatay düzeydeki yatay ve pürüzlü heykelle gözle görülür bir benzerlik taşıyor. Yan ekranda karşımıza çıkan çekirgenin katmanlı ve sert yüzeyi, yanda tüylü bir zemine oturtulmuş kaburgamsı heykelle görsel bir ahenge dalarken, son ekranda karakterin eline aldığı belirsiz obje de aynı benzerlikten nasibini alıyor.

Karşımıza çıkan heykellerin devam eden kurguyla ne gibi bir bağ içinde olduğunu anlamaya çalışırken, kendimizi sanatçının tam da bize hazırladığı akıcı, tekinsiz ve cezbedici evrenin içinde buluyoruz. Zamanın çizgisel ve gelişimci ilerleyesi fikrinin aksine, Hüner, kurgusu ve estetik altyapısı güçlü, detaylı bir mekân ve ses emeğiyle bir araya gelmiş bir iş ortaya koyuyor. Bir aşağı bir yukarı şekillenmiş dağlar ya da metabolist mimarinin çarpıcı örnekleri arasında gezinirken, Hüner’in elinden çıkma heykellerin aynı derecede doğal ve yapay belirişleri natürmort tabloların durağan ve göz alıcı estetiğiyle Moholy-Nagy ve Brancusi’nin modernist, ileriye dönük heykellerini anımsatıyor. Mekân, zaman ve kimlik tanımlamalarının iç içe geçtiği ve sorgulandığı film boyunca, görülen ve duyulanın ağırlığı, dolasıyla da yaşanmakta olan anın gerçekliği öne çıkıyor. Bu gibi öznel ve yoruma açık olgular, içinde bulunduğumuz tarihsel, bilimsel ve kültürel dönemde akışkanlığını koruyan benlik ve aidiyet kavramlarını tanımlamaya yardımcı olacak niteliklerde sunuluyor.

bottom of page