top of page

Görünmeyen yaralar sarılır mı?


Görünmeyen yaralar da sarılır mı? Bu ülkede bir kadın olarak, hangi yaralarımızı saklamak zorunda kalıyoruz? Öteki kadınların bedeninde açılmış olan yaralar bizde de açılmıyor mu? Peki ya yaşadığımız toprakta, Dünya adı verilen bu büyük taşta açılan yaralar bedenimize aktarılmıyor mu? Ekin Bernay, Kumdan Kaleler adlı performansında, kendi içsel yolculuğundan yola çıkarak, aslında bedenlerimizde, şehirlerimizde yerleşmiş tüm yaraları önce sarıyor, ardından da yeniden kumdan da olsa, bir beden/şehir inşa ediyor. Gözlerimizin önünde bir fırtınaya kapılmışız gibi geçen, ayinsel hesaplaşmasından sonra…

Ekin Bernay, Kumdan Kaleler, Performistanbul'un izniyle

Her şeyin merkezinde yerde kendi içine kapanmış, bir ışık bükülüyor. Sırtını tanıyorum, saçlarını, omuzlarını, kollarını ezbere biliyorum. Sağında sargı bezleri, on beş adet, solunda daha önceden alınmış vücudunun kalıpları dizilmiş. Bir kova, metalik, içi su dolu. Sargıdan, parçaya geçmek için önce onun bedeninden, ruhundan geçilmesi gerekiyor. Ve Ekin uyanıyor, ve Ekin başka bir evrenden dünyamıza inmiş gibi hiç olmadığı kadar kendinde, hiç olmadığı kadar kendinde değil, bizim içimizde bir parçada. Eline bir sargı bezi alıyor, küçük bir balığı canlandıracakmış gibi kovanın içine atıyor, uzunca bakıyor. Neredeyse yüzüşünü izlerken gülümseyecek. Sargı rulosunu suyun içinden yakalıyor, açtıkça açıyor ve en başta ayağının üzerine yerleştiriyor. Uzun uzun bastırıyor ayağına. Ardından bu hareketi tekrarlıyor ve sol baldırının arkası ile topuğuna doğru bandajları sürüyor. Yüzü oldukça ifadesiz, ruhu havalanıp uçmuş gibi. Ardından bir daha bir sargı bandajını alıyor, yüzüne bir bulut yerleşiyor. Bulut yerini yağmura bırakıyor. Ekin ağlarken, içime bir taş yerleştiriyor. Karnımda o taş. Biliyorum ki herkese dağıtmaya başlıyor taşlarını. Bacağının üzerine iyice bastırırken, gözyaşları yaşlanmış ağzının kenarında açılmış yollardan aşağıya düşüyor. BABASI! Diye bağırasım geliyor. Siz hiç annenizin veya babanızın yarasını sarmaya çalıştınız mı? Hiç onların yarasını alıp, üzerinize koyup, ben taşımak istiyorum dediniz mi? Yer değiştirme. Bir babanın başında nasıl beklenir, bir çocuğun başında beklermiş gibi? Hiç düşündünüz mü? Ekin, insanlara şifa vermenin içine doğmuştu. Annesi ve babası da doktor. Onun için sargı bezleri belki de çocukluğunu geçirdiği hastane koridorlarında oynadığı oyuncaklardı. Şimdi Ekin, tüm şefkatiyle, yıllar yılı bedeninde açılmış olan ama görünmez yaraları önümüzde sarıyor. Her sargıda, biraz da kendini şefkatle teselli ediyor. Uzun uzun yavaş yavaş alçının üzerinde gidip geliyor elleri. Kendini sardıkça kıpırtısızlaşıyor, kendini bedenine kapatıyor. Kendi kendine yarasını sarma mücadelesi içerisinde, her eklenen alçı, onu biraz daha hareketsiz kılıyor. Belki de en çok göğsüne sargı bezini yerleştirirken zorlanıyor. Kalbi ve nefesi yıllardır en çok acıyan yeri miydi diye düşünüyorum. Boğazıma bir düğüm daha ekleniyor. Upuzun, neredeyse Ekin’den bağımsızlaşarak konuşmaya başlayacak olan saçlarını boynunu sarmak için öteki tarafa atıyor ve gözlerini kapatıyor, nefesini tutuyor.

Ekin Bernay, Kumdan Kaleler, Fotoğraf: Murat Burhanoğlu

Söyleyemedikleri için açılmış olan görünmez boğaz yarasını sarıyor. Artık göz yaşlarımı tutamıyorum. Kaç kere ona, Ekin anlatsana dedim, bilmiyorum. Küçük ve hafif sesiyle bana, biliyorsun beni, ben çok anlatamam dediğini… İşte şimdi Ekin sararken, artık anlatıyor, duyuyorum. Elleri... Ekin’in işaret ile orta parmağının üzerindeki dövmeler annesi ile babasıdır. Ekin, ikisini birbirine bağlıyor. Ekin’i var edenler, bir daha kopmamak üzere tek bir parmakmış gibi birleşiyorlar. Hiç ayrılmamak üzere. Uzun uzun bakıyor bu beyaz taşlaşmış kütleye. İlerleyen zamanlarda sık sık, onları yere vuracak, sanki sağlamlıklarını kontrol edermiş gibi. Ekin artık kıpırtısızlığa en yakın halinde, en son sol kolunu bandajlıyor. Elleri de alçılı olduğundan, ağzından destek alıyor. Yavaş yavaş alçılar kuruyup, bedeninden ayrılmaya başlıyorlar. Yumurtanın çatlayışı gibi, yaralar iyileşmiş ve alçıya ihtiyaç yok artık. Kemikler kaynamış. İçinden yenilenmiş gibi duran ten gözüküyor. Her alçıyı, itinalı bir şekilde çoktan kurumuş olan öteki bedeninin parçalarının kalıplarının yanına koyuyor. Eski yaralar ve yeni yaralar. Boğazındaki alçıyı makasla keserken, nefesimi tutuyorum. Ya derisini keserse diye. Sonra kendi kendime bunca ruhsal yarayla başa çıkan güçlü biri için bedensel bir yaranın anlamı yoktur diye düşünüyorum. Ayağa kalkıyor, alçılardan geriye beyaz izler kaldı. Bedeni bir enkazdan çıkmış, bir göçükten veya bir savaştan kurtulmuş gibi. Vücudunu elleriyle temizliyor, bazı beyaz parçalar yere düşüyor. Ardından, canlanmış ve hareket kazanmış bir şekilde, üzerine kırmızıyı giyiyor, öfkesini.

Ekin Bernay, Kumdan Kaleler, Performistanbul'un izniyle

Kum tepesi, bir mabet gibi her şey başlamadan önce oraya yığılmıştı. Mükemmel bir sivrilikte, el değmemiş ve olmayan bir rüzgarın şekil verdiği haliyle duruyordu. KUM, AH KUM. Ekin kuma müdahale etmeye gidiyor, büyük adımları ve hırsıyla kumu yere yaymaya başlıyor. Kumu yaymak. Ben o kumu da, Ekin’i de tanıyorum. Bir anda çocukluğumuza gidiyorum, biz her şeyi sahilde kumun üzerinde konuşurduk. Konuştukça derinleşirdik, hislerden, duygulardan, evrenden, acılardan bahsederdik. Ayaklarımız hiç durmazdı, o kum ayağımızın altında seyrelir, yığılır sonra tekrar dağılırdı. Deniz suyunu yeniden bulana kadar kuyular kazardık, küçücük kollarımızla ve ardından ayaklarımızı içine koyar üzerini kumla kaplardık. Yerin altında, kimse görmeden ayak parmaklarımızı birbirine değdirirdik. Kum, benim için Ekin demek. Ekin, herkesin içerisinde çocukluğumuzdan alışılagelmiş hareketleri tekrarlıyor. Yüzündeki ifade aceleci, bir an önce, sanki Samsun’u, Erdek’i önümüze serecek. Anılarını içinden dışarıya çıkarıyor. Alçıyı yaparken ki kıpırtısızlığının yerini büyük ve sert hareketler alıyor. Kumun içinden, sonbahar yaprakları çıkıyor. Her birini, bir mucizeyi eline alır gibi tutup, toprağa yeniden ekermiş gibi itina ile yerleştiriyor. Ardından büyük hareketleri geri geliyor. Sadece yapraklarda yavaşlıyor. Bedenini inşa etmeye başlıyor. Dizinin kalıbını alıyor, içine kum dolduruyor ve kumun üzerine küçük bir kubbe inşa ediyor. Kolunun kalıbını alıyor, içine kum koyuyor ve kalıbını kuma bırakıyor. Her hareketinde, daha da kuvvetleniyor, her küçük kubbede daha hızlı vuruyor kuma. Her daha sert vuruşunda, içimdeki taş, derimden çıkmaya çalışıyor. Ekin’i öfke dolu göremezsiniz. Ekin’de öfke yoktur ama şimdi karşımda, acısının yerini öfkeye bıraktı. Evrenin tüm kaderine ağlıyor Ekin, evrenin tüm talihsizlikleri için kolunun kuvvetiyle yere vuruyor. Her vuruşta yeni bir bedenin parçası inşa oluyor. Bir yıkım sesi, varoluşu doğuruyor. Tepkisizliğin yerini acıya, hüzne, heyecan ve en son da öfkeye bırakıyor. Kalıpları kuma saplamaya başlıyor, büyük bir hayvanın kemiklerini toprağa gömen kabile şamanı gibi ayinini tamamlıyor gözlerimizin önünde. Bir insanın ömründe taşıyabileceği tüm duygular fırtınadaymış gibi yüzünde koşturuyor. Gülmek dışında! Ekin toprağı yarmaya başlıyor. Yardıkça bir daire yaptığını anlıyorum ve hıçkırığımı tutamayacak kadar ağlamaya başlıyorum. Birini içine gömecekmiş gibi itina ile, kumu elleriyle yarıp, kenarlarını düzlüyor. Daire, Ekin için dedesi demektir. Kumdan Kaleler performansını, babasına ve öteki babası olan, belki de tüm sanat dünyasının koruyucu babası Faruk Sade’ye ithaf etmişti ama şimdi en büyük babası, dedesi için oyuyor kumu ve içine ağlıyor Ekin. İçime ağlıyor Ekin. Babalar, belki de en hassas yerlerimiz, dayanaklarımız, kalelerimiz. Peki gerçekle yüzleştiğimizde, koca bir kayanın kuma dönüşmesi gibi, toz gibi kırılgan ve uçucu olduklarını gösterdiklerinde ne yaparız? Ekin’in en değerli kumdan kaleleri, tüm babaları, babalarımız. Ayağa kalkıyor, yası bedenine taşıyıp yeniden canlanıyor, hareketleri iyice hızlanıyor. Yeniden inşa ettiği kumdan bedenine son vuruşları, ekleyişleri yapıyor. En son eline makası alıyor, karnına yerleştiriyor.

Ekin Bernay, Kumdan Kaleler, Performistanbul'un izniyle

Göbek bağını kesen makas aynı zamanda bir fallik imgelem de yaratıyor. Vücudunda taşıdığı tüm erkekleri mi simgeliyor? Ekin, onlardan koparılmak istemiyor. Ekin’in bedeni tamamlandı ve eline kovasını alıp, kırmızı elbisesiyle, köşeye çekildi. Gözyaşı kovasını bağdaş kurduğu bacaklarının arasına yerleştirdi ve içine ağlamaya devam ediyor. İşte fırtına son buldu, duyguların hesaplarının üzerinden geçildi. Ekin, içimizde, yanımızda, oluşturduğumuz dairede bizden biri. Gözleri kapalı bir şekilde, kuma yağmur yağdırıyor. Bir süre sonra hafifçe yerinden kalkıyor ve yerde yatan kumdan bedeninin başına geçiyor, gözlerini bir ayinde transa girmiş gibi kapatıyor. Tamamen tesadüfen, başının arkasına hare gibi bir ışık yansıyor. Yeniden yarattığı bedeni ile ayaktaki bedeni arasında aynalama var. Bir kadının tüm duyguları, içi, nefesi, korkuları, öfkeleri yerde uzanıyor. Hangimiz hislerimizi bu kadar ortaya koyabiliyoruz ki? Ekin, bizim için yapıyor. Taş içimde ufalanıyor, kuma dönüşüyor. Ekin’in dudağına bir gülümseme yayılıyor. Sanki, bedeninden kaçmış, uzanan sahillerin kuma sokulduğu deniz gibi huzur dolu bir gülümseme. Belki de, acıları yere ve gözler önüne sermenin rahatlığına verilen bir tepki. Fırtına sonrası açan güneş gibi bir gülümseme. Kenara çekiliyor ve yere oturuyor. Etrafını saran herkesin gözlerini arıyor Ekin. Hepimizin gözlerini. Bir bedene tanık olmak, bir bedenin içinden geçip gitmek böyle sonlanıyor. Yeni uyanmış gibi ayağa kalkıyorum ve yerde yatan ruhunun bedenine bakıyorum.

Ekin Bernay, Kumdan Kaleler, Fotoğraf: Murat Burhanoğlu

***Ekin Bernay’ın Kumdan Kaleler performansı, 11 Kasım 2016, Cuma günü, Performistanbul’un düzenlediği performans akşamı kapsamında, Simge Burhanoğlu küratörlüğünde, The Art Department işbirliği ile BLOK art space’de gerçekleşti.

bottom of page