top of page

Özgür ve onurlu


dOCUMENTA (13) kapsamında iki eserine yer verilen heykeltıraş Füsun Onur, sanatında kendi yapıtlarından bile özgür, neşeli ve onurlu duruşunun hikâyesini bizimle paylaştı. Kardeşi İlhan ile Kuzguncuk’taki Onur Yalısı’nda randevulaştığımız sanatçıya bakılırsa, yaratıcı kişinin özgür olduğunu bilip, kendi bildiğini yapmasından daha iyi bir pusula yok.

Füsun Onur Fotoğraf: Tümay Göktepe

Füsun Onur dOCUMENTA (13) etkinliğine iki arı yapıtı ile dahil oldu. Sanatçının ilk olarak 1993’te izleyici ile paylaştığı isimsiz eserine komşuluk eden diğer çalışması, ince bir işçilik ve duyarlık ürünü olan ‘Kargaların Dansı’ydı. 9 Ekim itibariyle de Rabia Çapa idaresindeki Maçka Sanat Galerisi’nde yeni kişisel sergisini izleyicilerle paylaşacak olan Onur, evinin ve belleğinin kapılarını, Art Unlimited’a açtı.

Her ikisi de Kassel Neue Galerie’de yer alan yapıtlarını yerinde gördüğümüz Onur, İstanbul Kuzguncuk’taki kırmızı ahşap Onur Yalısı’nda, sevimli kedisi Zorba ile anılarına anı katmaya devam ediyor. SAHA desteğiyle dOCUMENTA (13) kapsamındaki kişisel kitabı - albümü ile de öne çıkan sanatçı, sanatta kişiselliğin ve onurun ne demek olduğu üzerine tekrar tekrar düşünmemizi sağlayan, sağlam

ve şefkat yüklü canlı bir heykel misali, fikirlerini bizlerle paylaşıyor. Kuşkusuz, Onur’un bu uğurdaki mücadelesinin en önemli destekçisi, kardeşi İlhan ve onun korumacı duyarlılığı...

-

dOCUMENTA (13) etkinliğine seçilen işlerinizin sergilenme yolunda, küratör Christov-Bakargiev ile nasıl uzlaştınız ve bu iki yapıt nasıl seçildi?

Ben Kassel’e yeri görmeye gittim. Beni Neue Galerie’ye götürerek, ‘‘Senin için bunu ayırdık, tabii eğer beğenirsen...’’ dediler. Mekânın üç tarafında bir kapı ve bir pencere bulunuyordu. Sonra, mekandaki tek cam da kapalı idi. Karolyn bu camı açtıracağını söyledi. Bana bunun benim pencerem olduğunu belirtti. O sırada tepemizde kargalar uçuşuyordu ve ben camı o sırada kullanmayı düşündüm: Camı kullanıp, kapalı bir yere bir düzenleme yapamam dedim, hep geçitler vardı. O sırada perde gibi, aklıma ‘Kargaların Dansı’ yerleştirmesi geldi. Bu çalışmayı önce oynak olsun, altı düz biçimde, Karagöz misali mi hareketli koyayım dediysem de bunu yapmadık.

Sizin katı malzemeyi evcilleştirmek, duyumsuz maddelere duygu katmak gibi bir maharetiniz var. Her nasılsa maddeye bir şey üfleyiveriyorsunuz. Malzeme yumuşayarak dile geliyor, kendinden taşıp, kendi olmayan başka bir şeye doğru yol alıyor.

Bu işle birlikte olan bir şey. Bazen en sevmediğim malzemeyi çok sevebiliyor ve kullanabiliyorum. Mesela demir ve metalle çalışmaktan pek hoşlanmasam da bazı işlerde çok sevebiliyorum. dOCUMENTA (13)’teki işlerin seçimi sırasında, yine Ağustos ayında Hans Ulrich Obrist ve Christov-Bakargiev buraya gelip yapıt seçtiler. Önce ‘Beyin Odası’ olarak da anılan bir diğer yapıtı istediler, sonra sandalyede karar kılındı. Benim işlerim ekseriyetle zor fotoğraf veriyor aslında. Çoğu fotojenik olmuyor.

Heykel sizin için hep bir çıkış noktası mı oldu?

Evet, heykel yaparken hep onun ögelerini sorguladım. Zamanı, mekânı, espası. İlk önce mekânı anlatan açık heykeller yaptım, dolu heykeller yaptım... İnce bir şey ile mekânı vurgulayan heykeller yapıyorum derken, niçin izleyici bir anda heykele bakıp, geçiyor diye sorgulamaya başladım. Çünkü seyirciye işin önünde şu kadar kal diyemiyorsun... Onun için modüler işlerle, izleyicinin bir yerden, bir yere gidebileceği işler yapmaya başladım.

İşlerinizde malzemenin yansıttığı bir tür cinsiyet söz konusu mu?

Hayır, bu söz konusu olmuyor.

Ama müziğin görselleştirilmesine bakınca, sesin forma dönüşümü sizin için süreğen bir problem olarak karşımıza çıkmakta.

Bu benim müziğin zamanı ve ritminden, kendiliğinden heykellerle yaptığım bir şey. Örneğin ‘Çiçekli Kontrpuan’da da bir müzik terimini kullandığım anlaşılıyor. Ben işlerime tekrardan dönüp bakmıyorum. Daha önceleri Arkeoloji Müzesi bahçesinde bir işim vardı. Oradaki işlerde işaretler var, izleyicinin yönlendirilmesi var. Yine, ‘Kediler’ konulu modüler işimde de bu görülebilir.

Kendinizi belli bir gruba veya ekole ait hissettiniz mi?

Hiç olmadı bu, bilemiyorum. Ben istediğim işi yapıyorum. Grupları da bilemiyorum, hiçbir zaman olmadı. Ben özgür olmaya çalışıp kendi bildiğimi yapıyorum. Ama belli gruplara da sokarlarsa, olabilir...

Bugünkü sanat ortamı hakkındaki yargılarınız nedir?

Tabii, çok farklı bugün. Bienaller çok faydalı oldu. Sergiler, galeriler çok; çok değiş tokuş oluyor. Halk da anladı mı? Benim zamanımda ummadığın, ‘basit’ halktan, işlerimi anlayanlar çıkardı; onların sabit fikirleri yoktu. Ama benim sergilerime gelip de, “Ben Amerika’dan henüz geldim ama böyle işleri daha önce hiç görmedim,” diyen sosyetikleri de gördüm. Oysa, örneğin bir gün, sanırım ya sıcak, ya yağmurlu bir gün, Taksim Sanat Galerisi’ne bir hanım girdi. Ben dinlenmeye girdiğini düşündüm ama benimle de konuşarak, geçen sergime de gelmiş olduğunu ve işlerimin kendisini çok düşündürdüğünü, adımı görünce yine ne yaptığımı öğrenmek için sergiye geldiğini belirtti. Dolayısıyla bunun gibi insanların dışında olanlar benden Amerika’da gördüğü gibi taklit bir iş istiyordu. Böyle, konserlerde en ön yerlerden bilet alanlar, yurtdışında çok kalmış bu insanlar bugün bile işlerimi anlıyorlar mı, bunu bilmiyorum.

Niçin özellikle Taksim Sanat Galerisi?

Çünkü o sırada başka galeri yoktu. Bu mekanın bir jürisi bulunuyordu ve size iki yılda bir sıra geliyordu. İlk açılış zor oldu. Jüri kabul etmez denilirken açtık ve sırada size iki yıl sonrası için gün veriyorlardı.

Askeri Müze’de çok önceleri açılan bir sergideki ‘Gölge Oyunu’ işiniz, o günün siyasal koşullarına dayalı olarak mı tasarlanmıştı?

Açık heykellerde mekânın elle tutulur hale gelmesi üzerine yaptığım işler oldu. Bunun gibi, görünenler ve görünmeyenler ilişkisini Türkiye’nin de koşullarını göz önünde bulundurarak, gölge ve karanlık üzerine hazırladığım bu işi gerçekleştirdim. Ama kimse bunun farkına varmadı. İşi, üzerine ışık vurup geliyor da güzel görünüyor diye seyretmişlerdi. Böyle, gözüne sokarak, didaktik biçimde olsun istemiyorum.

Bugün pek çoğu fotoğraflarda kalmış işleriniz şimdi hangi envanter ve koleksiyonlarda yer almakta?

René Block’da var. (Füsun Onur, adına hazırlanan albüm - kitabını karıştırıyor) Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde var. Ben yer açmak için işlerin birçoğunu attım. Roger Conover’da bir işim var, bazı eski ve yeni işlerim hâlâ bende, burada, yalıda durur. Yansımalar üzerine yaptığım işler, ressamların satmak için makine gibi çalışması üzerine işler, güçlünün güçsüzü yemesi üzerine işler, orman ışığındaki parlaklıktan Atatürk ve kitleler konulu bir diğer iş... Birçok iş bozuldu.

Bu yılki dOCUMENTA (13) ve kurumun kendisi hakkındaki yargınız nedir?

Bu yılki dOCUMENTA (13) kataloğunu inceledim. Birçoğu, geneli olarak çok iyi buluyor. Bu anlamda benim kendi ölçütlerime göre, bir işin iyi olabilmesi

için, direkt olarak söylediğini bağırmaması, baktıkça içine giriyor olmak, bir şey anlatacağım diye kendini paralamaması söz konusu. İşe çok şey koyduğunuz zaman anlamı dağılıyor çünkü.

Yurtdışında temelli kalmamayı niçin tercih ettiniz?

Fulbright Bursunu aldığımda, döneceğim diye gittim ABD’ye, zaten ailem de buradaydı. “Bana kal, biz bir çaresini buluruz,” dediler. Hatta jüriden ressam Grace Hartigan bunun uzatılabileceğini bana söyledi, “Ben memleketime faydalı olmak istiyorum” deyince, “Buna diyecek bir şeyim yok,” dedi. Diplomayı verirken de, sahnede, dekan yine “Kalmak istemez misin?” deyince, ben yine olumsuz yanıt verdim. Ama özellikle duyuyorum ki, gençler bana, benim buraya faydalı olduğumu söylüyorlar. İyi ki gelmişim. Ama gençlerle atölye çalışması falan yapmadım. Ben gençlerin işlerine müdahale etmeyi sevmem. Ya tez için, ya sömestr için geldikleri oluyor. Bir de, ben anlatımlı değilim. Çok felsefe okudum ama alıp içselleştiriyorum.

Modern sanatın yükselişe geçtiği bir dönemde, gerek uluslararası gerekse Türkiye sanat tarihi açısından doğru yerde ve zamanda mıydınız?

Öyle bir şeyi hiç düşünmedim, çünkü kendi doğrumda gidiyordum. Ve kendimi deneyerek, başkasının ne yaptığını bilmek istemeksizin, duymadan ve bilmeden ilerliyordum. Amerika’da iken örneğin, bir tek okul sergisini görmeye gitmiştim, çok yorgundum, çalışmıştım, özellikle bir heykeli görmemi salık veren bir arkadaşım olmuştu. Ama bir de gittim ki, o heykel benim kafamdaki heykel değilmiş. Ters döndüm, eve geldim. Ben, inandığım bir şeye inanıp onu yapmak istiyordum. Amerika’da da bu böyle oldu. Bir misafir profesör ziyaret etti beni, hakkımda “Bunda iş varmış” deyince, tüm hocalar benden kendi tez öğrencisi olmamı istediler. Bir gün dekandan bir mektup: “Master öğrencileri bir yerde toplandı, jüri gelecek. Sen de işlerini topla, gel” diyor. Ben de işlerimin taşınma güçlüğü ve kırılganlığını gerekçe gösterdim. “Onlar işlerimi görmeye bana kadar gelmeye tenezzül etmiyorsa, ben de istemiyorum” dedim. Vazgeçtim o jüriden. Bunun üzerine cevap geldi ve jüri geleceği için olduğum yeri temiz olarak hazırlamam söylendi.

İşleriniz ne zaman tarif değiştirdi? Heykelden, yerleştirmeye, oradan çağdaş, güncel sanata ne zaman dahil edildi?

Terminolojiler değişiyor. Benim bununla bir ilgim yok. Ben yapıp koyuyorum. Ne ad verirlerse versinler, nereye sokuyorlarsa soksunlar.

Türkiye’de heykelin özellikle kamusal alandaki varoluş macerası hep sıkıntılıydı. Siz de bundan payınızı aldınız...

Evet, Fındıklı Parkı’nda bir heykelim bulunuyordu. Park yapılırken, çöpe atmışlar. Alüminyum olarak Fındıklı Parkı’nda duran bu heykel yok artık, parkı temizlemek için yok etmişler.

Her işinizin başı desen...

Desen çiziyorum, evet, asıl önemli kısmı o. Bazen oynarken, çizim yaparken aklıma bir şey geliyor. Bazen bir şeyden etkileniyorum. Sonra o başka bir şeye dönüşüyor. Buna karar verdikten sonra, yapımı kalıyor.

Bu sizi resme daha çok yaklaştırıyor.

Ben gençken asıl ressam olmayı çok isterdim de, heykeltıraş olamam sanırdım ama küçük heykellerim de vardır. Eğitimimin ilk dönemlerinden... Yedi, sekiz, dokuzuncu sınıfa giderken bir film görüp bir heykel yaptığımı biliyorum. (Üzerinde ‘Araba Safası’ yazılı heykeli ve diğerlerini eski bir köşe dolabından çıkarıp, gösteriyor) Yine İdil Biret’in heykelini yapmıştım. Dokuzuncu sınıftan kalma bir Atatürk portrem vardır, o da evde durur. Ahşaptan bir balerin heykeli yapıp yontmuşum. Heykelde bu kadar ısrar etmem, insanların “Kadından heykeltıraş olmaz” demesine dayalıdır. Bunları yaparken, annem, “Şu hanım, bu hanım da beğendi,” diyerek bana pek çok heykel yaptırırdı ama ilk yaptıklarım gibi olmazdı. Ben de bundan para kazanmamalıyım derdim, çünkü para için yapınca, iş bozuluyor. Ben o yıllarda daktilo kursuna da yazılmıştım, ancak bunda başarılı olamadım. O yıllarda gazetelerde benim resmim ve işlerin resimleri basılıp da çok popüler olduğumda, bu da işime gelmemişti. Ben ekseriyetle bu heykeller gibi küçük, minyatür şeyleri seviyorum ve koruyorum. Rast gelirse tozunu alıyorum. Annemin biriktirdiği eski metal kutuları toplama merakı daha sonra bana da geçti. Eskiden şeker kutuları da böyle resimli biçimde gelirmiş.

Size retrospektif önerildi mi?

Sanırım Emre’den (Baykal) bir öneri gelmişti. Ama retrospektif yapacak pek bir şey kalmadı ki, ben hepsini attım. Yer açmam lazımdı. Tozunu da alacaktım işlerin...

Kariyerinizde özellikle şu dönemde size yönelik ilginin arttığı söylenebilir mi?

Özellikle bienallerle ve şu son dönemde arttı. Rabia Çapa bir sergi önerdi, Ali Akay Bey telefon etti, Almanya’dan bir küratör benimle çalışmak istiyormuş. Bunlar olunca ben de diyorum ki, ne oluyoruz, acaba sonum mu geldi? (Kahkahalar...) Dışarıdaki sergiler iyi oldu çünkü katalog yazıları vesilesiyle yaptığının üzerine düşünmen söz konusu oluyor.

Klasik müzikte özellikle duyarlı olduğunuz bir periyot var mı?

Entelektüel bir müzik araştırmacısı değilim. Piyanoyu da severim ama daha çok kemanı beğeniyorum. Çünkü kemanı nasıl yapabilirim diye düşünüyorum. Piyanoyu vermek kolay da, keman daha zor. Çağdaş müzikte Erik Satie’yi çok seviyorum. John Cage’i pek duymadım. Keza, Rene Block’un aktarımıyla öğrendim ki “Erratum Musicale” Cage’e bir gönderme imiş. İdil Biret’i küçüklükten beri, Paris’e gittiği yıllardan beri tanırım. Bukleli saçlarıyla evimizin önünden geçerdi.

Çalışma disiplininiz nasıl? Üretirken müzik dinler misiniz?

Hayır dinlemem. Çalışma saatim yok da, tam kendimde olmam gerekiyor. Kafam konsantre olacak gibi dinç olmalı. O zaman bunun saati belli olmuyor, bazen kafama takılan bir şey oluyor. Uyku arasında gelen şey üzerinde çalıştığımda, o kendi kendine gidiyor. Yakınlarda, dOCUMENTA (13) kapsamında sergilenen bu perdeden sonra yorulmuşum. O dönemlerde her gün çalıştım hemen hemen. Hava kararana kadar beş, altı saat çalıştık. Ben gizli gizli ip çıkaracağım ki atlamasın, iğne gizleyeceğim ki gözüne gelmesin!

‘Bir Tohum Yeşeriyor’ adlı işiniz, Başbakan Bülent Ecevit’e nasıl erişti?

Tabiatı Koruma Derneği yetkilisi Mehmet Ali Bey’in o dönemde açtığı bir sergiye katılan bu işi, o dönemde “umudumuz Ecevit” olduğu için kendisinin yönlendirmesi ile Başbakan’a hediye olarak iletmiştik. Yoksa Ecevit’in “Aman bayıldım,” diye talep etmesi ile olmadı bu. Ecevit, Türkiye’deki sanatla pek ilgilenmiyordu. O daha çok Brancusi’de filan kalmış biçimde, “Türkiye’de sanatçı yetişemez” gibi bir hal içerisinde idi.

Sanat eleştirisi, medyanın size tavrı ne derece etkili?

Doğru dürüst pek eleştiri yoktu. İşimi çimene çayıra koysak bir işe yarar mı deyip alay edenler oldu. Şimdi değişti tabii. Alt üst oldu. Ahmet Köksal vardı ama, çok iyi niyetliydi. Sergiye geldiğinde, hemen bana kaç parça iş olduğunu sorardı...

Füsun Onur'un Kuzguncuk'ta bulunan yalısından detaylar Fotoğraf: Tümay Göktepe

Bu yazı Art Unlimited 18. sayı Eylül - Ekim 2012'de yayımlanmıştır.

bottom of page