top of page

My Items

I'm a title. ​Click here to edit me.

Mucize

Mucize

Sarkis, restorasyonu henüz tamamlanan Cluny Manastırı’nın içinde bulunan Jean-de-Bourbon Şapeli’nin vitray camlarını gökkuşağı renklerindeki parmak izleriyle imzaladı. Manastırın atmosferinde, renkli yağmur damlalarını anımsatan bu sıcak dokunuşu, mekânın yeni nefesini ve şiiri düşünüyoruz Yazı: Misal Adnan Yıldız Jean-de-Bourbon Şapeli, Cluny Manastırı, Fransa, Fotoğraf: Misal Adnan Yıldız Güney Fransa’da, 11. yüzyıldan beri mucizevi bir dirençle hâlâ ayakta kalan ve Cluny Manastırı’nın içinde bulunan Jean-de-Bourbon Şapeli bütün mimari referanslarıyla benzersiz bir Gotik miras. Bu küçük şapelde bulunmanın verdiği his beni şaşırtıyor; herhangi bir ilahi güç, dini anlatı ya da dinsel atmosferden çok, insani bir boyutta kalakalıyorum, insana dair hayal gücünün sınırlarını düşünüyorum ve insan olmanın getirdiği bu ontolojik enerji beni sarıveriyor. Sarkis’in neredeyse 150 bin kez yedi farklı (gökkuşağı) renkte parmağını işaretlediği vitray pencerelerden içeri sızan ışık, mekânı öyle bir etkileyici bir şekilde dönüştürüyor ki, ister istemez, zamana, mekâna ve bu ikisi arasındaki ilişkiye odaklanıyorum. Bir sergi ya da sanat eserinden çok, yaşayan, tarihin bir parçası olan ve onu tekrar tanımlayan, çok kişisel ve bir o kadar da hepimize ait, evrensel, düşsel bir yerdeyim. Sarkis, yağmur gökkuşağının renkleriyle şapelde yankılanıyor, Jean-de-Bourbon Şapeli, Cluny Manastırı, Fotoğraf: G.Pommier Kısa da olsa konuşma fırsatı bulduğum; Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a sanat ve kültür politikaları konusunda danışmanlık yaptığını bildiğim, tatlı ve kibar kültür insanı ve kamu idarecisi Philippe Bélaval’in teşvikleriyle, ulusal miraslarının yenilenmesi çerçevesinde gerçekleşen proje kapsamında Sarkis’in şapele yerleştirilen vitray cam işleri ve altar (sunak olarak da çevrilebilecek) yerleştirmelerini ziyarete açılıyor. Sarkis bu yıl şubat ayında geldiği manastırın kaderine terk edilmiş, yalnız bırakılmış, harap halini görünce, mekânın nasıl yeniden nefes alabileceğini düşünüyor ve kendine, her gün uyandıktan sonra öğlene kadar tekrarlayacağı bir ritüel tasarlıyor. Gökkuşağı renklerinde izini bastığı parmaklarına belki etrafında sevdiklerinin çocukları ve torunlarının parmak izleri de karışıyor. Bütün bu kurguyu, yağmur gökkuşağının renkleriyle şapelde yankılanıyor diye isimlendirmiş. Restorasyon kapsamında ziyarete açılan bu kalıcı eserler için gerçekleştirilen resepsiyonda Sarkis konuşurken, onu pür dikkat dinleyen yerel halk, profesyonel ekip, mimarlar, basın ve benim ziyaretçilerden oluşan kalabalığın dikkatini zamana, insan ömrüne, sanat eserinin tinselliğine çekerek, kişisel, samimi ve tatlı bir çerçevede süreci paylaşıyor. Daha sonra tekrar konuştuğumuzda “mucizenin insana ait, insanın eseri ve insana dair olduğunu” söylüyor; ve mekânların nasıl nefes aldığını, bizi yeniden tariflediğini ve tarihin bugünle ilişkisini konuşuyoruz. Aklıma Paris’teki atölyesinde gördüğüm melek figürü geliyor. Sarkis’in eserleri, Joseph Beuys ve Marcel Brroodthears gibi çağdaşlarıyla diyalog halinde şekillenmiş bir ortak yaşam felsefesinin ve çalışma disiplininin bütün metodik sorularını hala büyük bir güç, direnç ve tazelikle karşılıyor. Sanat eserlerinin event , prodüksiyon, kariyer, politik kimlik inşası ve kültür soylulaştırma projelerinden birine dönüşmek zorunda kaldığı bir zamanda, hala tek derdinin (sergilendikten sonra da) “yaşayan” eserler üretmek olduğu büyük usta sayesinde, onunla her konuşmamdan sonra içim hep umutla doluyor. Sarkis, Cluny Manastırı'ndaki Jean de Bourbon şapelinin sunağının üzerinde bulunan vitray pencerenin detayı. © Mollygraphy/CMN/Sarkis/ADAGP, Paris 2023 Sanatın, insan olmanın naif ve çaresiz güzelliğini ve en önemlisi hayatın içindeki şiiri yeniden düşünüyorum. Kuşkusuz O’nun merakı, sanatı ve karakteri hepimize iyi gelen seküler bir şifacının simyası gibi, özel, kendinden kaynaklı ve cömert. Detaylarını, referanslarını ve başka teorik ve olası okumalarını bilmeseniz de, fizikselliğiyle sizi içine çeken sihirler. İnsan eliyle ve kalbiyle üretilmiş. Hiçbir politik duruşa, kimlik çalışmasına, kurumsal çerçeveye ya da tarihsel okumaya sığmayacak akışkanlıkta.

İkonik bir kaz

İkonik bir kaz

Beymen Club’ın proje serisi Fine Arts Club, sanatı ve ilham veren yetenekli tasarımcıları desteklemeye devam ediyor. Beymen Club sponsorluğunda Yapı Kredi bomontiada’da sanatseverlerle buluşan Mamut Limited’ın ilk etkinliği kapsamında gerçekleşen ve 1 Ekim'de sona erecek olan sergide markanın ikonik kaz logosunu yorumlayan sanatçılara merak ettiklerimizi sorduk Ece Haskan x Beymen Club ECE HASKAN Mamut ile yollarınız 2022 yılında kesişti ve MAP 22’nin sanatçıları içerisinde yer aldınız. Sizin için nasıl bir deneyimdi seçki ve sergi ve post sergi süreci? Mamut Art Project 2022’de yer aldığımda, ilk defa tuval üzerine çalıştığım resimlerimi izleyiciyle buluşturmuş oldum. Daha öncesinde daha çok dijital resimlerimle ve illüstratör kimliğimle tanınırken, sanatçı kariyerim için MAP 22’yi yeni bir başlangıç olarak sayabilirim. Sergi sürecinde seçkideki tüm sanatçılar olarak kazandığımız görünürlük sergi sonrasında da etkisini sürdürmeye devam etti. Kişisel olarak sergi sonrasında Türkiye’deki galerilerle daha yakın ilişkiler kurma ve çeşitli grup sergilerinde yer alma fırsatı da buldum. Beymen Club’un kaz logosu sizin için ne ifade ediyordu? Yaratım süreciniz Beymen Club’ın ikonik kaz logosuna nasıl yansıdı, bu yeniden tasarım sürecinde düşünce dünyanıza ne tür hayaletler eşlik etti? İkonik kaz logosu Beymen Club ile özdeşleşmiş, illüstrasyonda markayı temsil ederken aynı zamanda markanın tüm değerlerini de taşıyordu. Ben de kaz logosunun şehre tekrar yayılan enerjinin kaynağı olduğunu düşünerek yola çıktım. Sokakları saran bu hareketi ikonik kaz logosunun kanatlarında taşıdığı, şehri sarıp sarmalayan bir enerji olarak yansıtmak istedim. Beymen Club’ın bu sezonki mottosu #LivingInTheCity sizde nasıl çağrışımlar uyandırdı, şehir temasını eserinize nasıl taşıdınız? #LivingInTheCity benim için illüstrasyonda bir oyun teması haline geldi. Camlarından renkler taşan binaların, oyuncak arabaların, bize göz kırpan trafik ışıklarının olduğu bir oyun alanı. Şehri illüstrasyonda hareketli, canlı ve eğlenceli bir yer olarak ele aldım. Giyim markaları ve sanatçı iş birlikleri son dönemde revaçta. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin katkınızı nasıl yorumluyorsunuz? Görsel olarak birçok kaynağın ve yeni teknolojinin olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu kadar görsel üretim olduğu bir dönemde özgün olmak ve dikkat çekici projeler üretmenin de değerini daha çok gördüğümüzü düşünüyorum. Bu sebeple sanatçı iş birlikleri izleyici tarafından da hatırlanabilir, özgün projeler olarak ortaya çıktığında akılda kalıcı etkisinin daha fazla olduğunu düşünüyorum. Son olarak, sanatçılar markalarla iş birliği yaparken ilhamını nasıl sağlıyor sizce? Bu bağlamda sizin Beymen Club ile ortak değerleriniz nerede kesişti? Markanın hikâyesi, duruşu ve kendi çizgisi projeye yansıyor. Beymen Club gibi köklü markalarda ruhu yansıtmak için markanın kendisinden ilham alıyorum. Beymen Club da 38 yıllık geçmişiyle günümüzde hala yenilikçi ve güncel bir duruş yakalıyor. Sanırım bu noktada bizim ortak değerimiz geçmişten beslenerek güncellenmek. Ben de kendi sanat pratiğimde yeni teknik ve bağlamlarda üretirken geçmişten de beslenerek kendi üretimimi güncel tutmayı deniyorum. Merve Yiğit x Beymen Club MERVE YİĞİT Mamut ile yollarınız nasıl kesişti? Mamut ile yollarımız 2021 yılında Hood Base küratörlüğünde gerçekleşen Dream Gigs İllustrated adlı sergi için yaptığım çizim ile kesişti. Beymen Club’un kaz logosu sizin için ne ifade ediyordu? Yaratım süreciniz Beymen Club’ın ikonik kaz logosuna nasıl yansıdı, bu yeniden tasarım sürecinde düşünce dünyanıza ne tür hayaletler eşlik etti? Beymen Club’ın logosunda bulunan kaz, bana doğası gereği yolculuk, özgürlük ve birlik beraberlik duygusunu çağrıştırıyor. Dolayısıyla tasarımı yaparken logoyu bu kavramlar ile araya getirerek dinamik bir şehir yaşantısı oluşturmaya çalıştım. Beymen Club’ın bu sezonki mottosu #LivingInTheCity sizde nasıl çağrışımlar uyandırdı, şehir temasını eserinize nasıl taşıdınız? Tasarıma başlarken şehrin ruhundan, ritminden, eğlencesi ve arkadaşlığından bahseden #LivingInTheCity mottosu bana ilham kaynağı oldu. Logo ile mottoyu bir arada hayal ederek, logonun içine renkli, eğlenceli bir şehir yaşantısı yansıtmaya çalıştım. Giyim markaları ve sanatçı iş birlikleri son dönemde revaçta. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin katkınızı nasıl yorumluyorsunuz? Moda ve sanat; yaratıcılık, ifade özgürlüğü açısından benzerlikte göstermekte ve bu tarz iş birliklerini görmek çok keyifli oluyor, ortaya gerçekten harika işler çıkabiliyor. Bu projelerde çizimlerim ile yer almak, bir parçası olmak beni çok mutlu ediyor! Son olarak, sanatçılar markalarla iş birliği yaparken ilhamını nasıl sağlıyor sizce? Bu bağlamda sizin Beymen Club ile ortak değerleriniz nerede kesişti? Markanın kökenleri, vizyonu, misyonu ve kültürel etkisi sanatçının işini şekillendirebilir. Benim Beymen Club için yaptığım çizimde logo ve mottosu, bana bir yol haritası oldu. Kendi çizimlerim de genelde şehir yaşantısı ve mutlu insanlar odaklı oluyor bu sebeple bu projede yer almak beni çok heyecanlandırdı! Merve Atılgan x Beymen Club MERVE ATILGAN Mamut ile yollarınız nasıl kesişti? Mamut ve Hood Base’in ortaklaşa gerçekleştirdiği Dreamscapes sergisi ile tanıştık iki sene önce. Beymen Club’un kaz logosu sizin için ne ifade ediyordu? Yaratım süreciniz Beymen Club’ın ikonik kaz logosuna nasıl yansıdı, bu yeniden tasarım sürecinde düşünce dünyanıza ne tür hayaletler eşlik etti? İllüstrasyonu tasarlarken, dinamik, birlikte olmaktan, hareket etmekten keyif alan, özgür bir topluluğun imajı zihnime düştü. Festival veya bir kutlama gibi fakat her bir birey kendince bunu yansıtmalıydı. Daha sonra kaz sembolizmini araştırdığımda zihnime düşen hissiyatın bununla benzer olduğunu gördüm. Ve sonra çizimin başına oturunca bütün bu hissiyatlar kağıda döküldü. Beymen Club’ın bu sezonki mottosu #LivingInTheCity sizde nasıl çağrışımlar uyandırdı, şehir temasını eserinize nasıl taşıdınız? Şehir benim için dinamik, hareketli, olağandışı hızlı akışı ve çeşitliliği ile bereketli bir alan. Sosyo-kültürel ve estetik olarak, içinde barındırdığı ironi ve kontrastları sanatsal açıdan çok ilham verici olduğunu düşünüyorum. Doğanın içinde kendimi şarj ettiğim kadar şehirde de sanatsal vizyonumu şarj ediyorum aslında. #LivingInTheCity bana tüm bunları hissettirirken öte yandan da şehirde ki kalabalığın ve bu kalabalığı oluşturan bizlerin farklılıklarını ve özgün yanlarımızı kutlamamız ve bizi biz yapan bu taraflarımızı sevmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Giyim markaları ve sanatçı iş birlikleri son dönemde revaçta. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin katkınızı nasıl yorumluyorsunuz? Çok keyifli ve tazeleyici oluyor bu tip iş birlikleri ve çok kıymetli buluyorum. Ayrıca sanatçıların kendini ifade etmesi için çok verimli bir alan ve bizlere çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Sevdiğim bir markayla kendi sanatımı ortak noktada buluşturmak çok keyifli ve heyecan verici. Sanatçıların kendinden bir parçayı eserlerine yansıtması aslında markaların da kurumsallığına özgünlük ve eşsizlik katıyor ve ferah bir ruh getiriyor. Markalar ile çalıştığımda onlara, kendi dünyama açılan farklı gözler vermişim gibi hissediyorum, kendimden bir parça katmak gibi çok soyut bir hissiyatı var ve bu deneyimden çok keyif alıyorum. Son olarak, sanatçılar markalarla iş birliği yaparken ilhamını nasıl sağlıyor sizce? Bu bağlamda sizin Beymen Club ile ortak değerleriniz nerede kesişti? Kişisel olarak, ne zaman bir markayla çalışsak orada var olan ruhla empati yapabiliyorum bir şekilde ve hissettiğim duygu benim kendi dünyamla karışarak meyvesini veriyor. İlham çok anlık ve beklenmedik zamanlarda geldiği için üzerine çok net konuşamıyorum fakat içgüdülerime gözü kapalı güvenmek ve biraz belirsizliğin içinde ilhamı yakalamak bana hep çok eğlenceli ve oyun gibi gelmiştir. Beymen Club eskiden beri sevdiğim bir marka çünkü kalite ve şıklığı coşkulu, genç bir hava ve biraz gençliğin sihri ile zenginleştiriyor. Bu duyguların verdiği özgürlük kendi dünyamda hissettiğim özgülük ile benzer ve kendimi bu ruha çok yakın hissediyorum.

Genesis ya da başlangıçta

Genesis ya da başlangıçta

Hüseyin Bahri Alptekin’in Galerist’teki sergisi Dostlar Arasında (Uzun Bir Hikâyeden Kesitler) ’i 11 Eylül’de açıldı. Sergi, Pelin Uran küratörlüğünde, Hüseyin Bahri Alptekin gibi gündelik hayattan beslenen Can Altay, Halil Altındere, Thomas Büsch, Tunç Ali Çam, Grip-in, Ayhan Hacıfazlıoğlu, Minna Henriksson & Staffan Jofjell, Şirin İskit, Emre Koyuncuoğlu, Michael Morris, Serkan Özkaya, Camila Rocha, Vahit Tuna ve Nalan Yırtmaç’ın yapıtlarını bir araya getiriyor Yazı: Vahap Avşar Hüseyin Bahri Alptekin ve M. D. Morris, Heterotopia, 1992-2015, Karışık teknik, 248 x 165 cm. Yerleştirme görseli: Hüseyin Bahri Alptekin, Democratic Luxury, MUHKA, 2015. Fotoğraf: Christine Clinckx Hüseyin Bahri Alptekin varisleri, M. D. Morris ve Galerist’in izniyle. Hüseyin Bahri Alptekin’le Mart 1986’da İzmir’de Joseph Beuys’un anısına Bir Başka Sanat Toplu Sergi Gösteri kurulumu sırasında tanıştık. Cengiz Çekil’in İzmir’de düzenlediği sergilerin ilki ve en önemlisi olan bu sergi hem benim hem de Hüseyin için önemli bir dönüm noktası olmuştur. Çağdaş sanat ve kavramsal sanatla uğraşan kalabalık bir sanatçı grubu içinde ikimiz -büyük ihtimalle- en genç sanatçılardık. Ben 21 yaşında İzmir’de henüz yeni bir sanat öğrencisi, Hüseyin ise 29 yaşında Paris’te sanat felsefesi doktora öğrencisiydi ve bu sergi ikimizin de katıldığı ilk önemli sergiydi. Ben o güne dek resim ile uğraşırdım, Hüseyin ise Paris’te bir ajans için dünyayı dolaşıp fotoğraf çekerdi, ikimiz için de kavramsal sanat çok yeni ve heyecan vericiydi. Hüseyin pembe hâkî pantolonu ve İzmir’in ılık mart ayı için bile aşırı tropik görünen kısa kollu Hawaii desenli polyester gömleğiyle sergiye renk katmış, bir nebze onun sayesinde İzmir Alman Kültür Merkezi’nin kasvetli sergi salonundaki anma sergisi neredeyse bir şölen havasında dönmüştü. Benim olaylı, kurum tarafından kaldırılmak istenen yerleştirmem Yaşayan resim ile onun Beuys’un portresinin bir pul büyüklüğünde fotokopisini yapıp yan duran T şeklindeki Beuys’un bir formu ile dama tahtası biçiminde alternatif şekilde tekrarlayıp fotokopi ile çoğalttıktan sonra JB viski logosunu üstüne yerleştirdiği, sonra da şeffaf sarı, yeşil ve kırmızı boyadığı, iki adet camlı ve çerçeveli işini yan yana asmaya karar verdik. Serginin enerjisinin etkisiyle ve sanıyorum ilk kez ciddi bir sanat sergisinde yer almanın heyecanıyla Hüseyin’in Paris’e dönüş biletini yaktığını ve açılış sonrası kutlamaya katıldığını hatırlıyorum. Sergi sonrası Hüseyin Paris’e döndü; ben de o serginin verdiği cesaretle kendimi tamamen kavramsal işler yapmaya adadım ve resim bölümünden 1989 baharı mezun oldum. Ağustos 1989’da Araştırma Görevlisi olarak çağrıldığım Ankara Bilkent Üniversitesi’ne tedirginlikle gittiğimde kendimi bozkırda bir tepenin başında bir dizi binanın yapılmakta olduğu toz toprak içinde bir şantiye ortasında buldum, sabahları etraftaki tepelere yaptığım uzun koşular sırasında “ne işim var burada, nereye kaçsam…” diye düşünürken Hüseyin beklenmedik bir şekilde Bilkent’te karşıma çıktı. GSF’de öğretim görevlisi olarak başlamış ve yine Bilkent’e öğretim görevlisi olarak yeni katılan Vasıf Kortun ile birlikte ders vermek için hazırlık yapıyordu. Vasıf ile tanışıp planlarını öğrenince kaçma fikrinden vazgeçip kalmaya karar verdim. Hafta içinde bir iki gün, farklı disiplinlerden bir grup genç master ve doktora öğrencisiyle birlikte gün boyu yaptığımız ders genellikle Ankara merkezde bir lokantada ve sonra sabahın erken saatlerinde bir kulüp veya partide film kopuncaya kadar devam ederdi. Tesadüfen cömert bir öğretim üyesi arkadaşımın bana verdiği lojman Hüseyin’in oturduğu dairenin alt katında olduğu için gün sonunda buluşurduk. Ben genellikle kampüste atölyeme kapanmayı tercih ederdim ancak bazı akşamlar Hüseyin atölyeme gelir, yaptığım resimlere bir asker selamı çaktıktan sonra “önemli bir parti var gitmemiz gerek” ısrarlarına dayanamayarak şehre inerdik. Bir süre sonra Ankara’da Siyah Beyaz gibi kurum olmuş mekânlarla, çoğunlukla Bilkent öğrencileri sayesinde açılan yeni mekânları da eskitince, hafta sonları Hüseyin’in kırmızı Mitsubishi otomobiliyle İstanbul’a gitmeye başladık. Bir süre Hüseyin’in arkadaşlarında veya Vasıf ’ın meşhur ve 1990 yılında metruk Doğan Apartmanı’ndaki dairesinde kaldıktan sonra, sanıyorum 1991 başında Hüseyin ile yan daireyi kiraladık. Ankara’dan perşembe öğleden sonra kaçıp pazartesi sabahı okula dönmeye çalışıyorduk. Berlin duvarının yıkılmasının hemen ardından Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle İstanbul’a dalga dalga Ruslar gelmeye başlamıştı. Karaköy’de gemiden iner inmez bavullarında getirdikleri eşyaları satmak üzere rıhtımda yerlere tezgâh açarlardı. Hüseyin ile her hafta sonu bu tezgâhları gezip malzeme toplamaya başladık. Onun Sovyetler konusunda derin bir bilgi ve tutkusu vardı, tezgâhtar kadınlarla uzun pazarlıklar ve yarenlikler sonunda o, markasını hiç duyup bilmediğim votkalar, parfümler, kutu kibritler, kol saatleri, duvar saatleri ve genellikle tüketim tarihini kale almadığımız havyarlar, ben ise ikinci dünya savaşından kalma gaz maskeleri, askeri çantalar ve mataralar ile ne olduğunu bilmediğim yerel nesneler toplardım. Karaköy’de tezgâhları tüketince Beyazıt’ta kurulan Rus pazarlarına gitmeye başladık. O sıralar Sirkeci’de AND kartpostal matbaasını bulmuştum ve düzenli olarak gidip yüzlerce kartpostal ve bozuk veya prova baskılarını alıyordum. Hüseyin o sıralar Bilkent’te bir diğer öğretim görevlisi, anıt heykelleri ve arkeoloji ile uğraşan Michael Morris ile sanat işler yapmaya başlamıştı. Benim atölyede topladığım kartpostalları görüp ekstralarını almaya başlayınca onu da matbaaya götürmeye karar verdim. Sadece toptan satış yapan matbaadan birlikte yüzlerce kartpostal seçip toptan fiyatına alıp sonra paylaşır, Ankara’daki atölyelerimize götürür, kapanıp çalışır ve yaptığımız işleri birbirimize ancak bitince gösterirdik -çünkü Hüseyin’in belli bir atölye mekânı olmadığı için dersliklerde akşamları tezgâh kurup işleri Micheal ve grafik bölümünden master öğrencileri yardımıyla yaptıktan sonra atölyeyi topladığını hatırlıyorum, bu durum nomadizm ile meşgul olan Hüseyin’e son derece uygun bir durumdu. Heterotopia serisini o sıralar, çoğunlukla topladığımız malzemelerden yapmaya başladı. Zaten her gittiği yerden gözüne kestirdiği amblemli ve cebine sığacak her çeşit nesne toplama tutku ve becerisi sonucunda, yıllardır biriktirdiği bir ton eşyası vardı. Matbaalardan topladığımız bu kartpostal ve afişleri, Rus pazarlarından topladığı ve evindeki arşivinde bulduğu nesnelerle eşleştirmeye başladı. Nesnelerin semiyotik ilişkileri ile grafik ve tipografik ilişkileri onu son derece heyecanlandırıyor ve kurduğu bir oyun içinde bu malzemelerden son derece grafik ve ikonik işleri ortaya çıkartıyordu. Bazen topladığımız kartpostalları katlayıp, eliyle keserek ürettiği kırpık imgeleri yan yana dikey tuğlalar gibi dizerek, bazense kesip biçtiği kartpostalları köşelerinden siyah bantlarla yan yana dizip yapıştırarak seramik panolar gibi işler ortaya çıkartıyordu. Tekrarlar her ne kadar biçimsel olarak doğulu seramik duvarları anımsatsa da ben aslında hep onun bu malzemeleri ve tekniği kendi kişisel ikonlarını harmanlayıp bir arada teşhir etmesini ve karşısına koyup izlemesini sağlayacak, daha çok mozaik ideolojisinde bir teknik bulmanın sevinci ile yaptığını düşünmüşümdür. Hüseyin aslında Heterotopia işleri ile bize yıllarca kafa yorduğu post kolonyal sanat felsefesinin büyük söylemlerinden rafine ettiği yeni kavramların küçük, şirin ve hazmedilebilir birer mozaiği olan illüstrasyonlar olarak sundu. TK 0002, New York - İstanbul

25. yılında Afife

25. yılında Afife

25. yılını kutlayan Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nin bu seneki adayları ve özel ödül sahipleri, Arter’de gerçekleşen basın toplantısında açıklandı Basın toplantısı, Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri İcra Kurulu Başkanı Salih Başağa, Jüri Başkanı Prof. Dr. Merih Tangün ve tiyatro sanatçısı Haldun Dormen’in ev sahipliğinde gerçekleşti. Ttiyatro tarihine geçen ustalara takdim edilen Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü ’ne Prof. Dr. Cevat Çapan, oyun yazarlarına adanan Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü’ne ise Güzel Son isimli oyunuyla Hakan Tabakan layık görüldü. Komedi ya da müzikal dalındaki oyunlara verilen Haldun Dormen Özel Ödülü ’nü 1923 m üzikali kazandı. Yapı Kredi Özel Ödülü ’nün sahibi ise başarılı oyuncu Merve Dizdar oldu. “Mücadeleci ruhuyla hepimize ilham veren ve kadınlara tiyatro sahnelerinin kapılarını cesurca açan Afife Jale’nin ismini yaşatan Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nin, tiyatromuzun gelişimine kattığı değeri kelimelerle ifade etmek çok zor. Hem Cumhuriyetimizin 100. yılını hem de gözbebeğimiz Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nin 25. yaşını bir arada kutladığımız bu çok özel senede, jüri arkadaşlarım ve ben çok heyecanlı, çok gururluyuz. Her şeyden önce, Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nin babası Sevgili Haldun Dormen’e paha biçilemez katkılarından dolayı şükranlarımı iletmek istiyorum. Öte yandan ilk günden itibaren bu organizasyonu sahiplenip her sene başarı çıtasını yukarılara taşıyan Yapı Kredi’ye, tiyatromuza verdiği katkılardan ötürü hem şahsım hem de tiyatro camiası adına teşekkür ediyorum. Biz de hem jüri üyeleri hem de bu organizasyonda emeği geçen büyük bir ekip olarak, ‘Türk tiyatrosunun fedaisi’ Afife’nin adını yaşatan bu önemli işin bir parçası olmaktan büyük onur duyuyoruz.”

Prof. Dr. Merih Tangün Prof. Dr. Merih Tangün, Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nin önemini ve ifade ettiklerini vurguladığı konuşmasında önümüzdeki sene başvuru sisteminin değişeceğinden de bahsetti. Tiyatroların oyunlarının değerlendirmeye alınması için bir sistem üzerinden başvuru yapabileceğinden söz eden Tangün, bu şekilde oyun takibini gerçekleştirmenin herkes için daha kolay olacağını söyledi. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri, bu sene 3 Ekim’de Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek. Hayatını tiyatroya adamış sanatçı Afife Jale’nin adını taşıyan ödül töreninin sunuculuğunu ise bu sene Ayşecan Tatari ve Edip Tepeli üstlenecek. Yılın en başarılı oyunu Yılın en başarılı yönetmeni İstanbul Şehir Tiyatroları- Cadı Kazanı Engin Hepileri- Kim Bu Ben İstanbul Şehir Tiyatroları- Fosforlu Cevriye Murat Daltaban- 1984 İstanbul Şehir Tiyatroları- Tartuffe Yelda Baskın- Fosforlu Cevriye Nilüfer Belediyesi Nilüfer Kent Tiyatrosu- 1984 Yiğit Sertdemir- Cadı Kazanı Tiyatro.in- Kim Bu Ben Yiğit Sertdemir- Tartuffe Yılın en başarılı kadın oyuncusu Yılın en başarılı erkek oyuncusu İpek Türktan- Bir Terennüm Adem Mülazim- 1984 Özlem Zeynep Dinsel- Aşkın En Kısa Gecesi Hakan Gerçek- III. Richard: Niçin Yaptım Özlem Zeynep Dinsel- Kızlar ve Oğlanlar Meriç Rakalar- Tek Kullanımlık Hikaye Selen Öztürk- Kırlangıç Murat Garipağaoğlu: Tartuffe Yeşim Koçak- Tartuffe Onur Ünsal- Kim Bu Ben Yılın en başarılı yardımcı kadın oyuncusu Yılın en başarılı yardımcı erkek oyuncusu Ayşegül Uraz- Çember’in Anası Barış Ayaz- 1984 Binnur Şerbetçioğlu- Fosforlu Cevriye Murat Kapu- Çember’in Anası Gizem Güçlü- 1984 Oğuzhan Ayaz- 1984 Yağmur Damcıoğlu Namak- Fosforlu Cevriye Tolga İskit- Çember’in Anası Zeynep Göktay Dilbaz- Tartuffe Tolga Yeter- Tartuffe Yılın en başarılı sahne tasarımı Yılın en başarılı giysi tasarımı Barış Dinçel- Fosforlu Cevriye Ayşegül Alev- Jekyll & Hyde Barış Dinçel- Tartuffe Eylül Gürcan- Tartuffe Cem Yılmazer- Burak Etöz- 1984 Nihal Kaplangı- Cadı Kazanı Gamze Kuş- Saatleri Ayarlama Enstitüsü Tomris Kuzu- 1984 Metin Deniz- Cadı Kazanı Tomris Kuzu- Fosforlu Cevriye Yılın en başarılı sahne müziği Yılın en başarılı ışık tasarımı Emrah Can Yaylı- Cadı Kazanı Cem Yılmazer- 1984 Emrah Can Yaylı- Tartuffe Cem Yılmazer- Kim Bu Ben Kenan Doğulu- Kim Bu Ben Cem Yılmazer- Saatleri Ayarlama Enstitüsü Oğuz Kaplangı- 1984 Kemal Yiğitcan- Cadı Kazanı Oğuzhan Balcı- Fosforlu Cevriye Kemal Yiğitcan- Tartuffe Yılın en başarılı hareket düzeni Yılın en başarılı genç kuşak sanatçısı İzmir Tenim- Sidikli Kasabası Müzikali Adil İrfanoğlu- Ceviz Ağacı Maral Ceranoğlu- Fosforlu Cevriye Dilara Vural- Sipariş Listesi/ Wish List Özge Midilli- Tartuffe Hazal Arduç- Talihsiz Çocuk Parkı
Seda Özgiş- Jekyll & Hyde Yaralanmaları Tan Temel- 1984 Kaan Kurtoğlu- Lav Yunus Eski- Talihsiz Çocuk Parkı
Yaralanmaları

Lilliput diyarında bir lokomotif

Lilliput diyarında bir lokomotif

Başka Bir Yerde Sekiz Dakika Üç Saniye sergisi 8 Ekim’e kadar Ankara’da bulunan Fikret Otyam Sanat Merkezi’nde izleyiciyle buluşuyor. Selektör kolektifinden sekiz sanatçının üretimlerini bir araya getiren sergideki işleri birbiriyle kurdukları ilişki üzerinden ele aldık Yazı: Zekican Sarısoy Selektör, Başka Bir Yerde Sekiz Dakika Üç Saniye, 4.320 km bant, 2.400 km streç film, 200 kg kağıt, 2023, Fikret Otyam Sanat Merkezi izniyle, Fotoğraf: Selektör Ankara’da bulunan Fikret Otyam Sanat Merkezi’nde açılan Başka Bir Yerde Sekiz Dakika Üç Saniye yeni sezonun ilk sergilerinden biri. 8 Eylül - 8 Ekim arasında ziyarete açık olacak sergi, Ankara merkezli Selektör kolektifinden sekiz sanatçının işlerine yer veriyor. İşlerin mekânla kurduğu ilişki, mekânın kapsamı ve hatta galerinin bulunduğu merkez itibariyle konumlandığı yer, sergiyi bir karma sergi olmaktan öte ayrımını zor saptayacağımız bir lokomotif ilişkisine doğru götürüyor. Sanatçıların ürettiği işler sözü söyleyen ve onu dinleyenlerden ziyade sözü söyleyenin kim ya da ne olduğuna dair bir dolaşıklık yaratıyor. Mekân bu noktada fiziksel bağlamından koparak zamanı bir bitiş ve başlangıç aksında sürdüren bir aracı olmak yerine içinden geçen şeyler için bir hatırlatıcı vazifesi görmeye başlıyor. Kabarma, geri çekilmenin bir habercisi olacağı gibi kanatlanma bazen beklenenin aksine yuvaya dönüştür. Galerinin bahçesine taşan, günün her saatinde başka bir gözle karşı karşıya geldiğiniz yerleştirmeler -bir yandan her biri sergideki sanatçıların bedenlerinden bir kalıp- Lilliput diyarına giren Gulliver gibi kendinizi “tanrılaşmış” hissetmenize vesile olabilir. Gerçek -buradaki gerçek hakiki olan- olmayan ancak toplumun mükemmelleştirilmiş bir versiyonunu temsil eden örüntüler dünyasına açılan heterotopya, bir galeri mekânı içinde kendine yer buluyor. Çoklu zamanın içinde var olan bir alan olarak sergi mekânı izole edilmiş, bir yandan zamanın dışında ama bir yandan içindekileri de koruyan, onların dışarısıyla iletişimini kesen -buna bir yıkım ya da tahribat da dahil- bir yerde duruyor. Selektör, Başka Bir Yerde Sekiz Dakika Üç Saniye, 4.320 km bant, 2.400 km streç film, 200 kg kağıt, 2023, Fikret Otyam Sanat Merkezi izniyle, Fotoğraf: Selektör Sergi kapalı ve açık olmak üzere mekâna iki koldan dağılıyor. Kolektifin ürettiği işlerin tamamı bahçede ve galerinin alt katında. Mekânın içinde kolektiften sekiz sanatçının kişisel işleri yer alıyor. Sanatçı artık bir yerin ya da mekânın otoristesinden, tesis ettiği yerden, varlığına işaret eden bir kara parçasından yoksundur. Kendini bir zaman eksik hissederken, bir zaman tersine fazlalıkmış gibi hissediyordur. Yasir Yurtoğlu’nun projeksiyon, hamur ve oyuncaktan oluşan video yerleştirmesi Me Going to Hell? When? Cook! bir imkânsızlar bütününde soluğu bir köşede alırken, Perfin Hozatlıoğlu’nun Öperim Gözlerinden künyeli mdf üzeri yerleştirme işi aynı darboğazı bir geçiş olarak kullanıyordur. Burada Foucault’nun heterotopyasının sağladığı rahat ve konforlu zemini paralel bir okumayla Deleuze’un sırtına yüklemek ve bu seyahate bir miktar onunla devam etmek çok mümkün. “Bir imkânsızlıklar bütünü yaratıcısının soluğunu tıkamıyorsa, o bir yaratıcı değildir.” der. Ama aynı zamanda aynı darboğazın bir geçiş olduğunu da söyler. Düşünürün anlam örüntüsünü araladığı şey muğlak olmasının yanında kesişme alanlarına göz kırpar ama asla net bir zemine oturmaz. Yasir Yurtoğlu, Me Going to Hell? When? Cook!, projeksiyon, hamur ve oyuncak, 2023, Fikret Otyam Sanat Merkezi izniyle, Fotoğraf: Zekican Sarısoy Perfin Hozatlıoğlu’nun işi mekânın içinde bir sürpriz gibidir. Üretici kendi topluluğunun sınırlarında bir yerdedir. Bakıldığında mekânın içinde gibidir ama yapısı ve üretildiği malzeme itibariyle dışardan taştığı şeyin ne devamı ne değildir. Bu konum onu başka bir potansiyel topluluğu ortaya çıkarmak, başka bir bilincin ve başka bir mekânın sınırlarını çizmek üzere daha yeterli hale getirir. Düş kurmak çağrışımlar serisidir. Olmak istemediğiniz ama olmanızın makul karşılandığı bir yere taşır sizi. Sadece hayalle değil gideceğiniz rota için bir belirleyici olur. Mekânsızlık bir ağrı olarak değil, bütün imkânlar ve imkânsızlar arasında yolu açan bir şeydir. Hasan Doğan Yılmaz’ın işi de mekânın bir duvarında oturup soluklanacağınız bir köşe verir. Yersizlik şimdi bir yakınma konusu olmaktan çıkıp artık bir deney aracına dönüşmemiştir diyebilir miyiz? “Kabul etmek” ( favour ) rahatlatıcı bir iç çekmek için yeterli midir? Acı dolu bir süreç ya da iç açıcı olmayan bir geçmiş olumsuz bir hayatı hayat yokluğundan, yetersizlikten çıkarıp onu olumlu bir şeye hayat çıkarma gücüne dönüştürebilir mi? “Deneyim” pekâla yanlış anlaşılmış, üstü olumlu şeylerle yığılmış ve zaman içinde rahatlatıcı bir şeye evrilmiştir. Perfin Hozatlıoğlu, Öperim Gözlerinden, 100x70x60 cm, mdf üzerine asamblaj, 2023, Fikret Otyam Sanat Merkezi izniyle, Fotoğraf: Zekican Sarısoy Metnin en başında dile getirdiğimiz dolaşıklık meselesine bir son dönüş yapmak gerekiyor. Soluğun içinde başka soluklar vardır. Pasolini'nin kamerayla karakter arasında kurduğu bakış açılarının iç içe geçtiği bir “ikili varoluş” vardır. Anlatıcı ile anlatılan arasında bir açı farkı oluşur ve yeni bir yaratı süreci olmasının yanında sonradan gelenin selam verip geçip gitmesinden çok daha fazlasıdır.

On soruluk sohbetler: Ori Lenkinski

On soruluk sohbetler: Ori Lenkinski

16-23 Eylül 2023 tarihlerinde gerçekleşmiş olan 5. İstanbul Fringe Festival'in uluslararası sanatçılarıyla yaptığımız söyleşi dizisinin üçüncüsünde İsrail’den Ori Lenkinski’yi konuk ediyoruz Röportaj: Ayşe Draz & Mehmet Kerem Özel Birth Preparation Course, Fotoğraf: Efrat Mazor, Konsept, koreografi ve performans: Ori Lenkinski Bu yıl 5. yaşını kutlayan ve 16-23 Eylül 2023 tarihleri arasında gerçekleşmiş olan İstanbul Fringe Festival’de, Türkiye'den ve dünyadan tiyatro, dans, performans disiplinlerinde üretilen yenilikçi ve alternatif gösterilerin seyircilerle buluştu ve ayrıca atölyeler ve paneller düzenlendi. Bu haftaki konuğumuz Ori Lenkinski Tel Aviv'de yaşayan bir dansçı, oyuncu, koreograf ve gazeteci. Bir dansçı olarak ABD, Avrupa ve İsrail'de bağımsız koreograflarla çalışan Lenkinski sahnede, İnternet’te ve kâğıt üzerinde yaptığı kendi yapıtlarında ise kelimeler ile hareket arasındaki bağlantıları keşfetmeye odaklanıyor. Yakın zamanda 2022 Akko Uluslararası Fringe Tiyatro Festivali'nde En İyi Gösteri ödülünü kazanan Nataly Zukerman'ın Blueberry adlı oyununun ortak yaratıcısı ve hareket yönetmeni de olan Lenkinski İstanbul Fringe Festival’de “Uzayın derinliklerinde gelecekteki bir tür tarafından insan üremesi üzerine verilen intergalaktik, interaktif bir ders” olarak tarif ettiği Birth Preparation Course adlı gösterisini sundu. Şimdi sıra gösterinin yönetmeni Ori Lenkinski ile yaptığımız sohbette. Performansın özü sizce nedir? Bana göre performansın özü, bir daha bir araya gelmeyecek bir grup insanla zamanı ve mekânı paylaşmak. Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl? Kesinlikle inanıyorum! Hem bir performansçı hem de bir seyirci olarak sanatın beni dönüştürdüğünü hissediyorum. Sahneye asla aynı şekilde girip aynı çıkamayacağımı hissediyorum. Yoğunluğu yüksek bir izlenme ve icra etme durumunda, her zaman bir miktar evrim, gelişim ve değişim meydana geliyor. İster küçük bir kimyasal değişim, ister yaşamı değiştiren bir aydınlanma olsun, her performans genellikle çok beklenmedik şekillerde büyüme fırsatı sunuyor. Birth Preparation Course, Fotoğraf: Yossi Zwecker, Konsept, koreografi ve performans: Ori Lenkinski Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu? Bir eser üzerinde çalışırken, alıcılarımı açık tutmaya çalışıyorum. Neye ilgi duyduğuma, hangi anıların (çoğunlukla alakasız gibi görünen) ortaya çıktığına, hangi müziğin, görsellerin, filmlerin, televizyon programlarının beni cezbettiğine, hatta prova sürecine ne tür kıyafetlerin uygun olduğuna dikkat etmeye çalışıyorum. Rüyalar da kesinlikle bu karışıma dahil oluyor. Aslında eserler genellikle rüyalara benziyor; sezgi yoluyla bir araya getirilen görüntü ve düşüncelerin çağrışımsal bir koleksiyonu. Yaratıcı sürecin büyük kısmının kaderle, doğru unsurların doğru anlarda bir araya gelmesiyle ilgili olduğuna inanıyorum. Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz? Başlık genellikle iş yapılmadan önce ortaya çıkıyor. Bu çoğunlukla finansman veya festivallere yönelik başvuru süreçlerinden kaynaklanıyor. Bu nedenle başlık, genellikle koşucuları yarışa koşmaya gönderen silah sesine benziyor. Benim başlıklarım The Suit ( Takım Elbise ), Birth Preparation ( Doğuma Hazırlık ) veya A Dance Piece ( Bir Dans Eseri - bu Ekim ayında İsrail'de prömiyeri gerçekleşecek- ) gibi oldukça basit. Eser ne ise adı da o. Daha şık bir isme yönelik herhangi bir girişim genellikle benim için kafa karışıklığına yol açıyor. Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim? Pek çok insan çalışmalarımı etkiliyor. Belki de tanıştığım ya da fark ettiğim her insan işimi etkiliyor. Elbette geçmişte birlikte sahne aldığım sanatçılar yaratıcı yaşamımın önemli aktörleri. New York'ta koreograf Noemie Lafrance ile uzun bir ilişkim vardı. Kendisi büyük ölçekli, yere özel çalışmalar yapıyor ve ben de 2003 yılında onun eseri Descent için seçmelere katılma şansına sahip oldum. Bunun ardından, Tel Aviv'e taşındıktan sonra bile on yıldan fazla bir süre birlikte çalışmaya devam ettik. Daha önce gördüğüm her şeyin çok ötesine geçen inanılmaz bir seyirci deneyimi yaratma yolu vardı. Onun yarattıklarının bir parçası olarak öğrendiklerimin çoğunu şimdi kendi çalışmalarımda kullanıyorum. Aslında koreografiye başlamadan önce, Lafrance’ın bir dans giyim koleksiyonu vardı. Birth Preparation ’nda giydiğim tüm beden body’si, lisedeyken, onunla tanışmadan yıllar önce satın aldığım tasarımlarından biriydi. Beni ve işlerimi etkilemiş bir diğer figür ise son 15 yıldır birçok farklı pozisyonda birlikte çalıştığım koreograf Rachel Erdos. O benim her eserimde dış ve iç gözüm ve beni henüz gitmem gerektiğinin farkına varamadığım yerlere nasıl iteceğini her zaman biliyor. Ve elbette ailemin de üzerimde büyük etkisi var. Ben iki çocuk annesiyim. Annelik, tüm beden, tüm ruh ve tam zamanlı bir bağlılık. Kızlarım ve kocam her yolculuğumda benimle birlikteler ve sürekli olarak hayal gücümü milyonlarca şekilde harekete geçiriyorlar. Dünyanın mevcut durumunu değerlendirdiğinizde, bir sanatçı olarak sizin için en önemli ve acil konu nedir? Bağlantı. Sanatçılar olarak insanlarla ve insanlar arasında bağlantı kurma konusunda çok özel bir yeteneğimiz var. Pek çok sorunun dinleyerek ve bağlantı kurarak çözülebileceğini düşünüyorum. Tiyatroda susma, dinleme ve birbirimizi hissetme şansımız var. Siz bir dansçı, oyuncu, koreograf ve gazetecisiniz; farklı kimliklerinizin birbirleriyle nasıl etkileşime girdiğini detaylandırabilir misiniz? Biraz kaotik bir durum. Herhangi bir anda zihnimin içinde birçok şey oluyor. Kendimle uyum içindeysem, yaptığım işin tüm bu farklı yönleri birbirine uyum sağlıyor ve birbirini güçlendiriyor. Öyle olmadığımda sanki birçok farklı yöne çekiliyormuşum gibi geliyor. Kendi işlerimi yapmaya başlamadan önce, iki kimliğim olduğu için her zaman özür dileme ihtiyacı hissettim: Dansçı ve yazar. Ancak, yaratırken bu iki kanalın bir araya gelmesinin bir yolunu buldum. Metin hareketi destekliyor, dans ise alt metni iletiyor. Yaşım ilerledikçe kimliğimin daha az tanımlı ve daha geniş hale geldiğini düşünüyorum. Ben bir kadınım, bir anneyim, bir eşim, bir kızım, bir kız kardeşim ve daha birçok şeyim. Bu karmaşıklığı kucaklamaya ve onun altında ezilmemeye çalışıyorum. Ve işim, kendimin farklı yönlerini özür dilemeden sunabildiğim bir yer. Birth Preparation Course’ ı tek bir cümleye çevirmek isteseydiniz bu cümle ne olurdu? Keşke doğum yapmadan önce bilseydim dediğim her şey. ​ “Fringe” sizin için ne ifade ediyor? Fringe, beklentilerden uzak, yeni şeyler denemek için açık bir alan. Dans ettiğimizde dans olmaya çalışıyoruz. Tiyatro yaparken de, çok bilinçaltımızda da olsa, tiyatronun ne olması gerektiği ve ne olabileceğine dair fikirlerimiz var. Fringe'de geçmişlerimizi, eğitimlerimizi, kategorilerimizi bir kenara bırakıp bize hizmet eden her ne varsa ona erişebiliriz. Karmaşıklığı, sessizliği ve başarısızlığı kucaklayıp sadece oyun oynayabiliriz. İstanbul seyircisine söylemek istediğiniz özel bir şey var mı? Sizlerle tanışmak için sabırsızlanıyorum. Şehrinize (ilk defa) gelip Birth Preparation ile (Geçen yaz Tiyatro Medresesi'nde Monofest'te göstermiştim) Türkiye'ye dönmekten büyük onur duyuyorum.

Paslı hafıza

Paslı hafıza

Çağrı Saray’ın Soluduğum Pas başlıklı kişisel sergisi, 22 Ekim tarihine kadar Ankara’daki Belm’art Space’te izleyicilerle buluşuyor. Sergideki eserler üzerinden sanatçının politik ve estetik arasında yarattığı ilişkiye yakından bakıyoruz Yazı: İlker Cihan Biner Çağrı Saray, Otoportre/Dün , Asitsiz kağıt üzerine mürekkep, 145x240 cm, 2023 Çağrı Saray'ın Belm’art Space'te gerçekleşen Soluduğum Pas adlı sergisinde hafıza konu ediliyor. Eserler kişisel ile toplumsal meselelerin birbirine düğümlendiği konumlarda ortaya çıkıyor. Nesneler ya da aile, mekân, aidiyet, kent tarihi çalışmalara yayıldığı için Soluduğum Pas çok katmanlı bir sergi. Nitekim Çağrı Saray, hafızayı eskiden olana dönme anlamında görmeyerek yaşadıklarını yeniden katlayıp eserlerine aktarıyor. Hayatıyla ilgili sabit bir tarihsel düzlem üzerinde durmaması ya da tarihlerin çokluğu da çalışmaların ilişkiselliğinde beliriyor. Başka bir açıdan Çağrı Saray geçmişin hayaletlerini çağırır vaziyette. Sergide Kayıp Oda Çizimleri serisinde 12 Eylül askeri darbesi, tanklar, subay figürleri, üniformalar var. Akla ister istemez siyasi/askeri darbesinin yarattığı sonuçlar geliyor. Günümüzde Siyasal İslam’ın egemenliğini düşünürken bu iktidar dinamiklerine kapı açan 12 Eylül değil miydi? Led ile aydınlatılmış İtiraf çalışmasında sarılmış bir Türk bayrağının varlığı karanlık bir biçimde duruyor. Bir Kurtarıcıya mı İhtiyaç Var? , Bayrak , Makam Bayrağı adlı eserlerde yine memleketin bürokrasisi, yerleşikleşmiş baskı mekanizmaları söz konusu. Çağrı Saray, İtiraf, no:3, Led ile aydınlatılmış demir stencil kalıbı, 100x75 cm, 2023 Aslında işaret edilen tarihsel akışta zaman millileştirilmiş ve âdeta çivisi çıkarılmış. 1980 sonrası nesillerin böyle bir resmi tarihle büyümesi, hapishanelerdeki işkenceler, adaletsizlikler ve daha pek çok şey sanatçının hafızasında derin izler bırakıyor. Saray’ın egemen zaman anlayışından (zamanı düz çizgi olarak gören) koparak eserlerini yaratması tam da bu yüzden. Bir nevi yaşananları askıya alma ve oraya yeniden bakma da denilebilir. Bu bakış Tarihin Ağırlığı isimli çalışmayı gündeme getiriyor. Sanatçı görselde üç farklı pozda görülüyor. Çalışma gölgelerle doluluğu ve Tarihin Ağırlığı cümlesindeki kelimelerin İngilizce olarak ( The Weight Of History ) her karede bölünmesi belleği ele almanın zor olduğunun bir işareti. Politika ile estetiğin dolaşıklığı Otoportre/Dün benlikle ilişkilenen puslu bir eser. Saray çalışmada kendiyle temas hâlinde. Ayrıca eser Otoportre adını alsa dahi insanın yaşamdaki pozisyonu meselesini düşünmeye teşvik edebiliyor. Özellikle yaralanabilirlik ya da kırılganlık kendilik oluşumu konusunda ciddi bir öneme sahip. Elbette bu yaşadığımız toplumsal dinamiklerle de ilişkili. Hayatı nereden kurguladığımız, hangi çerçevelerle veya konumlarla ele aldığımız önemli. Başka bir eser olan Cetvel ise sadece bir nesne adı değil. Cetvel ölçü alma ya da matematiksel hesapların ötesinde hizaya getirmeye yarayan, kimi çocuklarda yaralar açan bir şiddet aracına dönüşebilir. Uygun Isıda Mekânlar/Haydar Paşa yine geçmiş bir olayı (Haydar Paşa Garı’nda çıkan yangın) termometre göstergesiyle ortaya koyuyor. Serginin imge dünyasında militarizmi işaret eden görseller, düzenin yaralayıcı hâlleri, yangın gibi felaketler sanatçının yaşamını doğrudan etkiliyor. Bazen ironik bazen de sorunu direkt işaret eden bu akış her halükârda siyaset ile estetiğin kesiştiği yerde. Çağrı Saray, Uygun Isıda Mekânlar/Haydarpaşa, karışık teknik (ahşap, fotoğraf ve oral termometre), 2x2x11 cm, 2011 Çağrı Saray görülebilir, söylenebilir olan bireysel ve toplumsal meseleleri yeniden ele alarak çatışmalı pozisyonlar yaratmaktan geri adım atmıyor. Soluduğum Pas ise geçmişin geçip gitmediğini izah eden bir konumda. Sanatçı yaşadıklarını liberal bağlantılarla (sadece bireyselden ibaret olmayan) ele almayıp gördüklerini veya yaşadıklarını yararak eserlerini yaratıyor. Çalışmalardaki ortaklığa açılma hususu farklı sahneler yaratarak yaşadığımız toplumdaki baskı biçimlerini gündeme getiriyor. Soluduğum Pas 'ın sergi metnini kaleme alan Sinan Eren Erk şöyle sesleniyor: “Çağrı, paradoksun yanıltıcı, güvenilmez, istikrarsız doğasının kabulüyle kendi belleği aracılığıyla, kabuk tutan yaralarından, kimi zaman da özlem duyduğu mutluluk anlarından hareketle onu saran gerçekliğin tutarlılığını sarsıyor, yıkıyor ve yeniden tanımlıyor. Kendi geçmişiyle hesaplaşırken, izleyicinin de kendini bulabileceği bir toplumsal gerçekliğin sularını yeniden netleşebilmek için için hayatın ironikliğiyle bulandırıyor.” Yazara ek olarak ise şunlar söylenebilir: Çağrı Saray birbirinden farklı estetik pratiklerle gündelik yaşama işlemiş ulus merkezciliği, militarizmi, paslı hatıraları ortak olanın alanına sunarak politik olan ile estetiği bir yakın ilişkisi olarak kuruyor. Sadece hâkim düzeni ters yüz etmekle sınırlı kalmayıp belli bir topoğrafya oluşturuyor. Erksiz, temsilsiz bir demokrasi alanında seyircinin/izleyicinin ise neler tartışacağı merak konusu.

On soruluk sohbetler: Antonella Albanese & Cassandra Bianco

On soruluk sohbetler: Antonella Albanese & Cassandra Bianco

16-23 Eylül 2023 tarihlerinde gerçekleşmekte olan 5. İstanbul Fringe Festival'in uluslararası sanatçılarıyla yaptığımız söyleşi dizisinin ikincisinde İtalya’dan Esenco Dance Movement topluluğunun ortak yaratıcı ve dansçıları Antonella Albanese ile Cassandra Bianco’yu konuk ediyoruz Röportaj: Ayşe Draz & Mehmet Kerem Özel Fotoğraf: Gianluca Laneve Bu yıl 5. yaşını kutlayan İstanbul Fringe Festival 16-23 Eylül 2023 tarihleri arasında gerçekleşiyor. Türkiye'den ve dünyadan tiyatro, dans, performans disiplinlerinde üretilen yenilikçi ve alternatif gösterilerin seyircilerle buluştuğu festivalde ayrıca atölyeler, paneller ve bir çok farklı etkinlik düzenleniyor. Festivalde Lay Bare adlı dans gösterisini sunacak olan Esenco Dance Movement topluluğunun ortak yaratıcı ve dansçıları Antonella Albanese ile Cassandra Bianco’nun arasındaki işbirliği, 2021 yılında hareketi araştırmaya yönelik ortak bir ihtiyaçtan doğmuş. Albanese ile Bianco’nun sanatsal kariyerleri koreografik araştırmalardan gösteri yapımına, doğaçlamadan eğitmenliğe kadar uzanıyor. Tek tek dansçıların bireysel deneyimlerinin bir sonucu olarak birlikte güçlenen ve genişleyen ortak bir araştırma ve deney eylemi olarak yeni bir dil oluşturmaya odaklanan "Esenco Dans Hareketi" İtalya’nın Apulian bölgesinin bir projesi ve uluslararası erişime sahip. Şimdi sözü, Albanese ile Bianco’nun sorularımıza verdikleri cevaplara bırakıyoruz. Performansın özü sizce nedir? Bize göre performansın gerçek özü, yoğun ve derin bir deneyim yaratan dolaysızlığında yatıyor. Performans genellikle geçici, yalnızca icra edildiği anda var ve bu geçicilik, onu benzersiz ve tekrarlanamaz kılarak sanatsal niteliğine değer katıyor. Performans, ifadenin samimiyeti yoluyla seyircide duygular uyandırmayı, hem sanatçı hem de seyirci için yansımayı, anlayışı ve değişimi teşvik etmeyi amaçlıyor. Tüm bunların, şüphesiz, bir performansın atan kalbi olduğunu düşünüyoruz. Lay Bare, Fotoğraf: Gennaro Guida, Abeliano Theatre'daki prömiyerden, Bari, İtalya Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl? Sanatın, yaratıcılara veya sanatı deneyimleyenlere rahatlık, ilham ve amaç duygusu sağlayarak, insanların hayatları üzerinde derin bir etkisi olabileceğine inanıyoruz. Bireylerin travmaların üstesinden gelmesine ve yaşamda yeni bakış açıları keşfetmesine yardımcı olan bu süreç sayesinde kişisel ve kolektif dönüşüm gerçekleşebilir. Sanat, kültür ve tarihin korunmasında temel bir rol oynayarak kültürlerarası diyaloğu teşvik ve çeşitli alanlarda yaratıcı yenilikleri teşvik edebilir. Özetle sanat, ilham verme, farkındalık yaratma, düşünmeyi ve de hem bireysel hem de kolektif düzeyde değişimi teşvik etme yeteneği aracılığıyla dönüştürücü gücünü sürekli olarak göstermekte. Ancak dönüşümün etkililiği, sanatın doğasına, bağlamına ve seyircinin mesajı alma becerisine bağlı. Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu? Genellikle basit olan her şey, günlük bir jest, doğal unsurlar, yaratıcı süreç boyunca bize ilham verebiliyorlar. Çoğu zaman ilham diğer unsurlardan önce müzikten geliyor; diğer zamanlarda ise bir imge veya bir metin ya da daha yaygın olarak kişisel bir deneyim, başlangıç ​​için bir kıvılcımı ateşleyebiliyor. Bu aynı zamanda işin ne gerektirdiği ve başlangıç ​​fikrine de bağlı oluyor. Her şey bir hayalle, bir fikirle, küçük bir girdiyle başlıyor; yolculuk buradan başlayıp devam ediyor. Yani aslında projenin temel bir kısmı yüksek sesle hayal kurmak. Lay Bare, Fotoğraf: David Raccanello, WhatWeAre Platform 2023, San Giorgio Theatre, Udine, İtalya Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz? Başlık çoğu zaman işin sonunda, her şey şekillenmeye başladığında beliriyor ve bu aşamada biz de yeni yaratımımıza vereceğimiz adı bulmaya odaklanıyoruz. Bu, eseri gerçekten tanımlamak veya seyirciye bir öneride bulunmak için çok önemli bir adım. Yine de bazen, fikrin bizi nereye götüreceğini ve ne önereceğini görmek için başlığın kendisiyle başlamayı seçtiğimizi itiraf etmeliyiz. Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim? Elbette sanatsal yolculuğumuz sırasında karşılaştığımız her öğretmen, sanatçı ve koreograf mevcut sanatsal kimliğimizin yavaş yavaş şekillenmesinde önemli rol oynadı. Daha spesifik olarak, çalışmalarımızın içine katmayı ilginç bulduğumuz farklı kişisel ilhamlarımız var. Etkileyici ve merak uyandırıcı olduğunu düşündüğümüz iki güçlü kimliği düşünecek olursak, bunlar şüphesiz Crystal Pite ve Ohad Naharin olurdu. Üslup açısından birbirlerine uzak olmalarına rağmen, ifadesel iletişim ve koreografik kompozisyona duyduğumuz ilgi ile yakından ilişkili unsur ve özelliklerle birbirlerine bağlandıklarına inanıyoruz. Bu kesinlikle, bir bakıma, vizyonumuza rehberlik eden incelikli bir ilham. Lay Bare, Fotoğraf: Luca A d'Agostino/Phocus Agency, Mittelfest 2023, Chiesa di Santa Maria dei Battuti, Cividale del Friuli, İtalya Dünyanın mevcut durumunu değerlendirdiğinizde, bir sanatçı olarak sizin için en önemli ve acil konu nedir? Hâlâ hafife almaya devam ettiğimiz önemli ve çok acil bir husus var; o da içinde yaşadığımız doğa/çevre ve geçtiğimiz yıllarda unutmuş olduğumuz "saygılı yaşama" niyeti. Mekânlara ama her şeyden önce insanlara saygı. Kaybolmakta olan bir insanlığa geri dönmemiz gerekiyor ve bu nedenle sanatın bizi yakınlaştıracak, hissetmemizi, düşünmemizi, farkındalığımızın artmasını sağlayacak temel bir araç olduğunu düşünüyoruz. Sanatın güzelliğine açık bir topluluk, elbette paha biçilmez bir hediye misali hayata ve ona duyulan saygıya açık bir topluluk olabilir. Bu noktadan sonra gelen her şey bunun bir sonucu olur. Esenco Dance Movement nasıl ortaya çıktı; niyetiniz neydi, nasıl gelişti? Esenco Dance Movement, hayatın bize sunduğu beklenmedik bir yeniden bağlantıdan doğdu. Dansçı olarak bireysel kariyerlerimiz için farklı yerlerde geçen birkaç yılın ardından, Kovid-19 salgını bizi anavatanımız İtalya'ya, özellikle de Puglia'ya geri getirdi. Bazı fikirleri bir araya getirerek başladık ve buradan hem performans hem de yaratıcılığa dair hissettiğimiz ortak bir aciliyet ortaya çıktı. Bu da, yolculuğumuza ilham vermeye ve zenginleştirmeye devam eden diğer sanatsal toplulukları ve sanatçıları adım adım keşfetmemize ve onlarla etkileşime geçmemize yol açan, işbirlikçi bir araştırma ve deney eylemi haline geldi. Lay Bare, Fotoğraf: Almudena Soullard,Festival 10 Sentidos 2023, Theatre La Mutant, Espai d'arts vives, Valensiya, İspanya Lay Bare 'i tek bir cümleyle tanımlamak zorunda olsanız, bu cümle ne olurdu? Tek cümleyle "gözler önüne sermek" ( lay bare ): Hareketi vurgulayan ve sürekli gelişen bir ses manzarasıyla bağlantılı olarak farklı duygusal aşamalardan geçen bir yolculuk gerçekleştiriyoruz. “Fringe” sizin için ne ifade ediyor? Bizim için "fringe", ileriye taşımaya çalıştığımız eserin değerinin tanınmasını, çalışmalarımızı şüphesiz ödüllendirici ve anlamlı olacak bir paylaşım yoluyla sergileme fırsatını temsil ediyor. Bunun gibi her fırsat bizim için derin bir minnettarlık sebebi çünkü seyirciyle buluşmak ve daha önce bahsettiğimiz insanlığı yeniden inşa etmeye çalışmak bizim için temel bir mesele. İstanbul seyircisine söylemek istediğiniz özel bir şey var mı? İzleyiciyi orada olmaya, sanatı desteklemeye, sanatın sunduğu güzellikleri almaya her zaman istekli ve açık olmaya davet ediyoruz. Her performans paylaşılan bir deneyim ve sahneye çıkıp, karşılıklı almak ve vermek için sabırsızlanıyoruz çünkü asıl olan şey de bu.

Resim eleştirmenliğine oynamadım

Resim eleştirmenliğine oynamadım

Ödüllü yazar, akademisyen ve gazeteci Nedim Gürsel, İzlenimciliğin 150. yıldönümünde Sisley, Monet ve Van Gogh refakatinde, bu sanat akımının yol haritasını kalemiyle keşfe çıkıyor. Arkas Holding desteğiyle Doğan Kitap’ın yayınladığı özel baskı Doğaya Açılan Pencere hakkında Art Unlimited’a özel olarak konuşan Gürsel, “Resim eleştirmenliğine, sanat tarihçiliğine oynamadım,” diyerek, çalışmasının kişisel ve edebî karakterinin altını çiziyor Röportaj: Evrim Altuğ Fotoğraf: Flufoto (Barış Aras & Elif Çakırlar Aras) Nedim Gürsel, Fotoğraf: Flufoto Cumhuriyetin 100’ncü yılında, Doğan Kitap imzalı yeni çalışmanız Doğaya Açılan Pencere 'de “İzlenimci ressamların izinde” giderek, Claude Monet, Alfred Sisley ve Vincent Van Gogh’u aynı satıhta kesiştirdiniz. Sizin için, bu tercihlerin altında hangi nedenler vardı ? Biliyorsunuz, ben edebiyatın her türünde ürün veren bir yazarım. Öykü, roman, gezi yazısı, deneme ve başından beri, plastik sanatlarla da bağım oldu. Özellikle, Resimli Dünya adlı romanımda, İtalyan Rönesans ressamlarının yapıtlarından yola çıkarak bir atmosfer yaratmaya çabalamıştım. Sorunuza doğrudan yanıt vermem gerekirse, Doğaya Açılan Pencere 'nin hareket noktası, İzlenimci ressamların coğrafyasıdır diyebilirim. Claude Monet’yi öteden beri severdim. Yolum, onun izini sürerken, Monet’nin tablolarına, tuvallerine yansıttığı mekânlara düştü. Örneğin, Giverny’deki evi Normandiya’da, Étretat’da ulaştığı yerler ve tuvaline aktardığı coğrafya; Le Havre kenti yine, çünkü köken olarak buralı bir sanatçı. Ama, asıl amacım, sanat tarihi açısından 150’nci yılını kutladığımız izlenimciliğin önemine dikkat çekmekti. Çünkü ilk kez, bu akımla birlikte resmin kendi gerçekliği gündeme geldi. İzlenimci ressamlar, sadece Klasisizme karşı bir tavır koymadılar; ışığın etkisi ile değişen nesneleri ve doğayı, kendi öznel bakışlarıyla tuvale aktardılar. Bu bakımdan, sanat tarihinde izlenimcilik akımının önemli ve özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Benim kişisel tarihimde de izlenimciliğin özel bir önemi, bir yeri var. Çünkü kitapta da söz ettiğim gibi, örneğin Vincent Van Gogh’un izini sürmek için, hayatının son 70 gününü yaşadığı Auvers-Sur-Oise’a gittim. Alfred Sisley’in uzun süre kaldığı ve resimlerini yaptığı Moires kasabasına gittim. Bunlar, Paris’in uzak banliyöleri. Benim bu mekânlara bir yazar olarak yönelttiğim bakış, aslında biraz öznel bir bakış. Yani, Doğaya Açılan Pencere , İzlenimcilik üzerine ansiklopedik bir kitap değil. Bir Türk yazarının, bu önemli akımın izini sürdüğü, onu anlattığı bir kitap, diyebilirim. Bu kitabı "yaparken" bir küratör gibi davrandığınızı düşünmeden kendimi alamadım. Küratörlük kurumu ile aranız nasıl ?
Pek olmadı. Çünkü ben ressam değilim, ne yazık ki o alanda, olmasını isterdim ama hiç bir yeteneğim yok. Galatasaray Lisesi’indeki resim öğretmenimiz iyi bir manzara ressamı olan Zeren Hanım idi. Bana önayak olurdu ama, hiç bir yeteneğim olmadığı için resimden hiçbir zaman iyi notlar almazdım. Aradan yıllar geçti, kitaplarımda resim bir izlek olarak yer almaya başladığında ister istemez galerileri, koleksiyonları ve küratörleri de bir ölçüde tanımak durumunda kaldım. Bu kitabın sponsorluğunu Arkas Holding yüklendi. Bu vesile ile Lucien (Arkas) Bey ile tanıştım. Daha önceden bir merhabamız vardı ama, ben geçen kasımda İzmir Kitap Fuarı’nın da Onur Konuğu olduğum sırada kendisini de ziyaret ettim. Eksik olmasın, sahip çıktı. Ama benim için asıl önemlisi, onun hem sanat merkezi, hem de evindeki müthiş koleksiyonunu görmekti. İzmir, Urla gibi bir yerde Utrillo’ları, Camille Claudel’in heykellerini görebilmek, Bernard Buffet’nin işlerini görebilmek… Kitabın tasarımına dönelim: Sanki bu bir büyük sergi imiş ve siz kataloğunu yazmış gibi bir hava yaratmışsınız. Böyle bir imkân olsa, sergisi olsa, ne yapardınız, bunu düşlediniz mi? Müthiş bir şey. Düşlemenin ötesinde böyle bir proje geliştirdik. Gizem Pamukçu, bir "dijital sergi"den söz etti. Bunu Galataport’ta yapabileceğimizden bahsetti. Bir seçme olabilirdi. Bunun için de bir sponsor gerekebilir tabii. Bu benim bildiğim bir alan da değil ama, bu üç ressamın yapıtlarından oluşan bir dijital sergiyle, bu kitabın o serginin kataloğu gibi algılanması neticede çok iyi olur tabii. Elbette en azından Fransa için bu da çok iyi bir şey olurdu. Çünkü bu kitabı Fransa’daki yayımcım da yayınlayacak. Fransa’nın simgesi şarap bu kitabı okurken çağrışım yapıyor. Bu üç fırça, kitapta adeta beyaz, rose ve kırmızı şarap kadar "çaktırmadan" okurun belleğine akıp, onu sarhoş ediyor. Bu balansı kitapta korumayı, okura böylece hürmet etmeyi neye borçlusunuz ? Kendi üslûbumu korumaya çalıştım. Tabii, bazı bilgiler var. Hiç bilgi vermeden de olmaz. Ama, o bilgilerle kendi öznel bakışım arasında bir denge kurmaya çalıştım ve sonuçta, bir yazarın kitabı olsun istedim. Resim eleştirmenliğine oynamadım. Sanat tarihçiliğine oynamadım. Bir parça, sanat tarihinden yararlandım. Ama asıl, zaten adından da anlaşılacağı gibi, doğayla iç içe olmaya çalıştım bence. Amacım o ressamlarla aynı coğrafyaya gitmek, o coğrafyayı görüp, tablolarına o coğrafyayı gördükten sonra bir bakış yöneltmekti. Onu başarabildiysem, ne mutlu bana. Kitapta, tabii ki Van Gogh sizin için özel ve ağır yer tutmuş. Theo’ya Mektuplar 'dan alıntılar bunu pekiştirmiş. Güzelin bir bedeli olduğu, bu noktada önümüze çıkıyor. Size ait "kader ve keder arasında hamallık" benzetmesi de bunun örneği. Bu insanların sırtladığı yükün getirdiği başarının bir bedeli olduğunu vurguluyorsunuz. Şuna gelelim: "Güzel", o kadar çabuk ve rahat elde edilebilir bir şey değil. Bu konudaki fikriniz nedir? Evet, güzel özetledin. Yani, Van Gogh’a atıfla şunu söyleyebilirim. Varoluşunu sanatına adamış. Bu çok önemli. Acı bir hayatı var. Zaten bilinen bir hayat. Bazı ayrıntıları ben onun ruhuna nüfuz edebilmek amacıyla burada öne çıkardım. Kitabımda da söylediğim gibi Van Gogh, deha ile delilik arasında gidip gelen bir sanatçı. Dahi ve deli yönü var. Biliyoruz ki, Saint-Rémy-de-Provence akıl hastanesine yattı. Kardeşi Theo’nun girişimi ile Ouvers sur Oise’a geliyor; orada yaşama devam edebilmek için. Büyük olasılıkla intihar ediyor. Ama o konu bazılarına da cinayet konusu. Onu oraya davet eden mesen Dr. Gachet ile ilişkisi, biraz karmaşık. İşin içinde kıskançlık da var. Dr Gachet’nin kızı ile Van Gogh arasında bir ilişki oldu mu, olmadı mı sorusu da var. Bunlar romanesk unsurlar. Fakat benim için önemli olan, onun hayatının son 70 gününde, her gün bir tablo yapmış olması. Bu, üzerinde düşünülmesi gereken bir şey ve onun için, varoluşunu sanatına adadığını söyledim. Ve, varoluşunu sanatına adamasında hayata küsmesinin değil, ama çevresinden aldığı esinlerin de etkisi var. Doğaya karşı aşırı derecede duyarlı. Meselâ parlayan, kitapta da verdiğimiz güneş, ( Tohum Serpen Adam , 1888) değil mi? Güney'in o çıldırtan güneşini en iyi Van Gogh tasvir etti. Arles’da yaşadığı, yaptığı resimlerde bunu görüyoruz. O bakımdan Van Gogh, bence hâlâ çok önemli. Tabii, üzerine çok yazılmış, çok çizilmiş bir ressam. Ama ben, kendi Van Gogh’umu anlatmaya çalıştım. Şiir, öykü ve roman… Bunun karşısına, desen, figür veya manzara resmini koyalım. Plastik sanatlarda da elbette bir hacim ve hazım meselesi olduğu görülüyor. Ressam da seçtiği konu doğrultusunda, o uğurda ilerlemeyi, özgürleşmeyi seçiyor. Bunu karşılaştırma durumuna hiç girdiniz mi ? Açıkçası bu karşılaştırma ilginç, düşünmemiştim. Yani, edebiyat türleri dediğimiz şiir, öykü, deneme, gezi yazısı türleri ile, resim, plastik sanatlar alanındaki desen, yağlı boya tablo, gravür, bir ölçüde heykel için böyle bir karşılaştırma yapman ilginç. Ben, edebiyat dünyasındaki işime öykü yazarı olarak başladım. Romanlar daha sonra geldi. Öyküde bir atmosfer yaratmaya çalıştım. İstedim ki, şiirsel bir atmosfer olsun. Bazı öykülerimde dil üzerinde çok yoğunlaştım. Aynı şeyi, bir ressam için de söyleyebiliriz. Tabii edebiyat, dilin içinde gerçekleşen bir etkinlik. Yazar, sözcüklerle başbaşa. Ressam da, biçimlerle, renklerle, tablonun alanıyla baş başa. O alan içinde, ressamın aracı boya, fırça, o malzemeden yola çıkılarak yapılan bir sanat yapıtı. Öykü ise, sadece sözcüklerden yola çıkarak gerçekleşen bir yapıt. Böyle bir benzerlik oluşturulabilir. Bir resim bir öykü anlatabilir. Veya hiç bir şey anlatmaz. Sadece kendini ortaya koyabilir. Tabii, figüratif resimde öykü daha bir ortaya çıkar. O tablodaki figürlerin bir öyküsü olur veya olmayabilir. Ya da gizli kalabilir. Bütün bunlar hep mümkün. Ben, soyut resme karşı değilim ama, soyut resimden çok fazla etkilendiğimi söyleyemem. Yalnız, Claude Monet, bence soyut resmin öncüsü. Meselâ, bu kitapta da yer alan Nilüferler tablosuna baktığımızda, o bitkisel hayatın tuvale yansımasında, artık orada figür yok. Büyük bir fresk gibi. Bildiğim kadarıyla Fransa veya Avrupa sanat tarihinde soyut resme Monet’nin yol verdiğini düşünüyorum. Bu kitapta hep tekrarladığım gibi, resim, bir şey anlatır gibi görünse de, aslında kendi gerçekliği içindedir. Kendini anlatır. Bu ayrımı yapmak gerekir. Yani, doğayı taklit etmez. O bakımdan, izlenimcilik akımını önemsiyorum. Resmin, doğayı taklit etmemesine yol açan girişim, İzlenimcilerin girişimidir. Ondan önce klasik resim doğayı taklit gibi ortaya çıkmıştır. Ressamına göre bazı soyutlamalar da içerebilir. Fakat İzlenimciler, bir ilke olarak Klasisizme karşı çıkıyorlar. Çünkü onların resim anlayışı ve tekniği bambaşka. Bu bakımdan önemli. Yani doğanın resmi değil, resmin doğası söz konusu… Evet, resmin kendi içindeki potansiyel doğayı İzlenimcilik anlatıyor ve ortaya koyuyor. Bu böyle. Burada, "bireyleşme" meselesinin biraz daha içine girebiliriz. Kitabınızda varoluşçu akıma da gönderme yaptığınız anlaşılıyor. Örnek aldığınız bu sanatçıların, "insanın doğası"na bakışlarına ciddi bir büyüteç tutuyorsunuz. Sivillik, bir edebiyat ustası olarak size ne ifade ediyor? Sizi bu üç insanla buluşturan "sivilliğin paleti"nde ne var ? Bireyin algısından söz ettim. O, öne çıkan bir durumdur. Genelde izlenimci ressamlar arasında Van Gogh’un özel bir yeri var. Onu Post-İzlenimci bir ressam olarak da tanımlayabiliriz ama, onun dünyası da İzlenimci ressamların dünyasına çok yakın. Burada bir kere öne çıkan, doğa sevgisi. Doğayla içli dışlı olmak. Atölyeyi sokağa taşımak. Ve resim sanatını doğa ile iç içe gerçekleştirmek. Hepsinde bu tavır var. Bu önemli. Burada ressamın doğaya yönelttiği bakış kadar, onu algılaması da önemli. Bireysel açıdan, içinde yaşadığımız nesnel bir doğa var ama, bu tuvale yansıdığında ister istemez dönüşüyor . Çünkü orada ister istemez ressamın öznel algısı işin içine giriyor. Ve burada bireyden söz edebiliriz. Sivilleşme de zaten, birey ile ilgili bir şey. Tabii, bunun bir siyasî boyutu da var. O da sanatçının özgür olabilmesi. Özgür olabilmesi için de, her tür siyasî kurumdan uzak durması bence. Bu her zaman gerçekleşmiyor. Bazı yazar ve sanatçılar, ideolojik anlamda da, Jean - Paul Sartre’ın ortaya attığı Littérature engagée kuramına sahip çıkabiliyorlar. Burada Varoluşçuluktan şöyle söz ettim: Sartre ilk romanı Bulantı 'yı LeHavre’da, 1930’lu yıllarda iki savaş arası dönemde yazıyor. Beni etkilemiş bir romandı. Galatasaray Lisesi’nde yatılı öğrenci iken Fransızcasından okumuştum. Yıllar sonra, bu kitabı yazmak için LeHavre’a gidince, yeniden bir göz attım. O bakımdan Sartre’ı da anmak istedim. Ama tabii, asıl bu kitabımın izleği resim ve İzlenimci üç ressamın dünyaları. Nedim Gürsel, Fotoğraf: Flufoto Bu ressamların seçtikleri konulardaki "devrimci" tavra da vurgu yapabiliriz. Seçtikleri konular sınıfsal olmaktan ziyade yüzeysel evet, ama ortada yüzeysel olana bir hürmet söz konusu. Siz de buradan, seçtikleri tablolara atıfta bulunuyorsunuz. Evet, sözü geçen üç ressam da sanat tarihini dönüştüren ressamlar. Bir kere Klasisizme karşı mücadele veriyorlar ve hemen dışlanıyorlar. Resmî ve eleştirel söylemden paylarını hemen ve olumsuz anlamda alıyorlar. Dönemin birkaç koleksiyoncusunun desteği ile bu sergileri gerçekleştirebiliyorlar. Dolayısıyla, marjinal bir konumdalar. Ama, daha sonra öylesine benimseniyorlar ki, Monet’yi bunun dışında bırakırsak özellikle Sisley ve Van Gogh, yaşamlarında yoksul olmuş ve ancak ölümlerinden sonra anlaşılıp, ün sahibi olabilmiş ressamlar. Tabloları ondan sonra, epey büyük paralara satılabiliyor. Monet de çok yoksulluk çekiyor. Geçindirmesi gereken kalabalık bir ailesi var ama, 50’sinden sonra beğenilip bir üne kavuştuktan sonra hayatında sanatı üzerinden uzun bir süre yaşayıp. geçimini sağlayabiliyor. Çünkü Monet uzun yaşıyor. 80 yaşından daha fazla yaşayabiliyor. Biliyorsun, Van Gogh 30 küsür yaşında intihar ediyor. Sisley de sanırım 59 yaşında hayata veda ediyor. Yani burada değerleri öldükten sonra anlaşılmış iki sanatçı, Sisley ve Van Gogh söz konusu. Edebiyatçıların, görsel sanatçılarla yakınlıkları hep yurt içinde, yurt dışında şahitlik ettiğimiz bir durum. Aklıma Tezer Özlü, Bilge Karasu geliyor. Milliyet Sanat Dergisi’nde, Varlık’ta, Hürriyet Gösteri’de izlediğimiz üretimler elbette aklıma geliyor. Herhalde edebiyatçılar da, görsel sanatçılarla bir arada iken birbirlerine dair bir tercüme açlığı içerisine giriyorlar. Ne dersiniz ? Ben Çağdaş Türk Edebiyatı'na baktığımda, aslında - bu saydığın adlar dışında - yazarlarımızın resimle çok fazla ilgilenmediklerini görüyorum. Ama, bir de Fransa’ya bakarsak orada yazarlarla ressamların iş birliği ve birbirlerinden etkilenmeleri çok doğal ve yoğun bir biçimde. Örneğin, bir Aragon’u ele alırsak, benim çok yakından tanıdığım, üzerine doktora yaptığım bir şair olduğu için söylüyorum. Meselâ Matisse üzerine çalışıyor. Ama ona dair yazdığı kitaba, roman diyor. Sürrealistlerin de resimle ilişkilerini, Andre Breton başta olmak üzere, biliyoruz. Böyle organik bir bağ, Türk edebiyatçılarında pek yok ama, istisnalar var. Ben de kendimi bu istisnalar arasında görüyorum. Çünkü çok genç yaşımdan, edebiyat dünyasına attığım ilk adımlardan bu yana resimle ilgilendim. Bu, bir ölçüde yapıtlarıma da yansıdı. O dönem, Paris’e burslu olarak gelen ressam kuşağı hep arkadaşlarımdı. Utku Varlık, Komet, Alaattin Aksoy… Sonra, benden büyük ağabeylerimle Paris’te tanışma ve tartışma olanağını buldum. Abidin Dino başta olmak üzere. Özellikle Abidin ile çok yakındım. Yüksel Arslan, sonra Selim Turan, Mübin Orhon. Mübin daha sessiz, uzaktı ve ben o soyut resim yaptığı için ondan fazla etkilenmedim. Yine Avni Arbaş, Hakkı (Anlı) Bey ile bire bir tanışıklığım oldu. Bazılarının işlerinden de etkilendim. Örneğin, bana Fikret Muallâ’yı sevdiren ve Resimli Dünya romanımda Fikret Muallâ’ya yer vermeme yol açan, Abidin Dino’dur. O zaman, Abidin Bey’in Fikret Muallâ üzerine kitabı çıkmıştı. Ara Güler de o tabloların fotoğraflarını çekmişti. Ben de Milliyet Sanat Dergisi’ne o kitap üzerine uzun bir yazı yazmıştım. Diyeceğim, daha sonraları sistematik bir biçimde olmasa da, kitaplarıma resim şu veya bu biçimde yansıdı. Örneğin bu kitabımda söz ediyorum. Buğday Tarlasında Ölüm adlı öyküm, Van Gogh’un yaptığı son tablodan yola çıkılarak yazılmıştır. Ama, sadece o değil: Van Gogh, sürekli olarak benim öykülerimde ve deneme yazılarımda gündemde tuttuğum bir sanatçıdır. Sonra, Resimli Dünya 'da anlatının odak noktasında, Sanat Tarihi Profesörü Kâmil Uzman var. Bunun Venedik’teki serüvenini anlatan bir roman. Kitap özetle, Fatih’in portresini yapan Gentile Bellini’yi araştırmaya giden Kâmil Uzman’ın hikâyesidir. Orada, elbette Bellini ailesinin de önemli bir yeri var. Gentile Bellini, kardeşi Giovanni ve babaları Jacobo Bellini.cDaha sonra, Paris Mektupları 'nda da, yine Milliyet Sanat dergisinde de çıkan Paris yazılarımda da, orada olan bitenleri buraya yansıtmaya çalıştığım için, sık sık sergilerden de söz etmek durumunda kaldım. Dolayısıyla, resim sanatı ve ressamlarla, kimi zaman organik diye tanımlayabileceğimiz bir bağım oldu. Sanat eleştirisi ile uğraşanlar, sizce tıpkı edebiyatın da gereksindiği türde birer tercüman, bir çeviri ustası sayılabilirler mi ? Sanat eleştirmenlerini, daha çok da sanat tarihçilerinin kitaplarını okudum. Resme göndermeler aracılığı ile, yazarlık çabamda bunlardan yararlandım tabii. Bazılarının dili biraz çetrefil geliyor. Bir yazar olarak, benim onların çabasına büyük saygım var. Fakat, onların üslûbu benim aradığım üslûp olmayabiliyor. Ama tabii, yazdıklarından çok şey de öğrenebiliyorum tabii. Bu kitaba dönecek olursak, Doğaya Açılan Pencere bir resim eleştiri kitabı değil. İzlenimcilik üzerine ansiklopedik bir kitap da değil. Bu, bir Türk yazarının, İzlenimci ressamların bazılarının dünyasına ve tablolarını gerçekleştirdikleri coğrafyaya bir bakış. Çabukluğun samimiyetine de atıfta bulunuyorsunuz. Bunu, kendi yazarlık pratiğiniz ile mukayese ederseniz, nerede yakınlık duydunuz ? Bir ölçüde, Claude Monet ve Van Gogh, tablonun yapılış sürecinde ressamın çok acele iş yapmasını savunuyorlar. Birincisi doğa ile bütünleşme. Bu, öyle bir şey ki, Claude Monet okyanus kıyısında, fırtınada çalışırken, öyle yazıyor. Dalga geliyor, tüm sehpayı filan götürüyor. Zor kurtuluyor. Bu ressamlar bir biçimde doğanın içinde. Çabuk çalışmak durumundalar. O birikimi bir an önce tabloya yansıtmak ihtiyacını duyuyorlar diye düşünüyorum. Van Gogh da bunu tavsiye ediyor. Bunu aşırıya götüren Sürrealist yazarlar, bir akım da var, Ecriture Surrealiste örneğin, otomatik yazı biçimini savunan bazı yazarlar, örneğin Andre Breton gibi, bir ölçüde Aragon gibi, Supho gibi. Öte yandan bir yazar ya da ressam, durmuş, oturmuş bir tavır da sergileyebilir. Bir tablo çok uzun bir sürede de yapılmış olabilir. Yani, bunun bir kuralı da yok. Bitmeyen tablolar da var. Leonardo da Vinci’nin yanında Fransa’ya getirdiği üç tablo ki Mona Lisa da buna dahildir; üzerinde çalıştığı yapıtlar. Yani acele işin tam karşıtı. Bu tür sanatçılar da var. Dolayısıyla bir kural koymak yersiz. Ama beni burada ilgilendiren, Monet ve Van Gogh’un yaptıkları işe doğrudan, doğanın içinden bakışları. O, atölyede olmuyor. Ve klasik ressamlar da bunu baştan anlamıyorlar zaten. Değerleri sonradan biliniyor. İzlenimcilik sonrası akımın, tam da fotoğrafın doğum sancılarında kendini var etmeye yönelmesinde de bir tür protesto var denebilir mi ? Evet, biliyorsun bazıları da fotoğraf sanatından etkileniyorlar ama, o zaman fotoğraf bir sanat mı, değil mi, böyle bir tartışma var mı, açıkçası bilmiyorum. Tabii, sonradan bir sanat olarak kabullenildiği kesin. Nadar, onların ilk yapıtlarına ev sahipliği yapıyor. Empresyonistlerin ilk sergileri o sayede açılıyor. Fotoğraf üzerinden çalışıp çalışmadıkları da bir soru işareti. Yine, izlenimcilerin motif dedikleri, doğrudan modele yönelik, doğanın içinde bir şey. Ama daha sonraki sanatçılar, fotoğraftan kesin yararlanıyorlar. İzlenimciler yararlanıyor mu, bilmiyorum, soru işareti. Dadaistler, Konstruktivistler, Sürrealistler, meselâ Man Ray, tabii ki yararlanıyor yoksa… Buradan "oto-portre" meselesine gelelim. Günümüzde dijital salgınla beraber oto-portre de değeri kendisi çoğaldıkça azalan bir şeye dönüştü. İzlenimcilik dönemi ve oto-portre ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz ? Oto-portre konusunda bu üç ressam arasında tabii ki Van Gogh başta geliyor. Benim çok etkilendiğim, herkesin de bildiği oto-portreleri var ama, bu kitapta neredeyse hiç kimsenin bilmediği bir oto-portresine yer verdik. O "kesik kulak" konusuna hiç girmeyelim. Çünkü o artık bir efsane ve herkes biliyor. Ama meselâ şu oto-portre, pek bilinmiyor. Bu kitabı yazarken öğrendim ki; model bulamadığı için kendi oto-portresini bu kadar çok sayıda yapıyor. Yani modele biraz para vermek gerekiyor. Onun için Dr. Gache veya o askerin de portrelerini de yapıyor, yani kendine özgü portre anlayışı olan bir portre ressamı. Fakat, bu tek neden değil. Kendisi ile bir meselesi var ve o kişilik bölünmesini psikotik anlamda yaşayan bir sanatçı. Bu, kendi kişilik bölünmesinin bir sonucu diye düşünüyorum. Buraya, Sisley’in, Renoir tarafından yapılmış, ya da Claude Monet tarafından tek tük yapılmış bir iki portresini de koydum. Ama bu iki ressamın daha çok portreleri yapılmış. Monet oto-portre yaptı mı, bu konunun uzmanı değilim ama belki sende bir cevabı vardır. Kitapta yine Onay Akbaş’a da göndermeniz var. Evet, Onay Akbaş, arkadaşım. O da benim gibi Paris’e demir atan sanatçılardan. İyi, kendine özgü dünyası olan bir ressam. Ve o benim Van Gogh’a olan ilgimi biliyordu. “Yahu şu Ouvers sur Oise’a bir gidelim,” dedi. Ben oraya gitmeye üşeniyordum, zira Van Gogh benim için daha çok, güney Fransa’ydı. Arles’a, Saint Remi’ye gittim, tabii Amsterdam’a gittim; kaç kez Van Gogh Müzesi’ni gördüm. Ama oysa, Ouvers sur Oise Paris’e yakın. Atladık Onay’ın arabasına, birlikte yola çıktık. Kitapta da söz ettiğim gibi, bu konuyu konuştuk. Tabii bu arada Paris Ekolü’ne Onay’ı da katmak isterim, kendisi daha genç bir sanatçı ve Komet’lerin kuşağından bir önceki kuşaktandır. Sırada hangi kitap var Nedim Bey ? Yayıncıma yeni bir kitabımı daha getirdim. Her gelişimde yanımda yeni bir kitabımı getiriyorum. Yaş arttıkça, verim de arttı. Doğan Kitap’a Paris Buluşmaları diye bir kitabı teslim ettim. Orada da çok resim var. Paris’in gizli güzelliklerini anlatmaya çalıştım. Bunların arasında, Fikret Muallâ’nın Paris serüveni ön planda. Kitapta, Kanaldaki Turkuvaz Mavisi adında bir bölüm var. Muallâ’nın bir resminden yola çıkarak yazdığım bir bölüm oldu. Sonra, Eugene Delacroix’nın Saint-Sulpice Kilisesi’nde Melekle Mücadele isimli bir freski vardır. Beni çok etkilemiştir. Ondan yola çıkarak yazdığım bölümler var, bir de tabii, benim oturduğum 13th Arrondissement/Mahalle’nin “Sokak Sanatı” var, bunu anlatırken biraz da Paris ile ilgili hikâyemi anlattım. Çünkü 50 yıl oldu. Yarım asır. Gerçi, Türkiye’ye çok sık gidip geliyorum, ama bir hayli Parisli oldum. Bir ölçüde, kitaplarıma Paris yansıdı evet, ama daha çok sevgili İstanbul yansıdı. Bu kitabı biraz onu dengelemek için yazdım. İstanbul demişken, burada, Türkiye’de son birkaç yıldır çok ciddi müzeleşme söz konusu. İş Bankası Resim Müzesi, yeni adresinde İstanbul Modern, Gazhane, Casa Botter, OMM - Eskişehir Odunpazarı Modern Müzesi, Baksı Müzesi, derken Türkiye, kendi coğrafyasına kültürel anlamda sahip çıkar oldu. Bu zamanlama bizim için bir avantaj mıdır ? Yoksa geç mi kaldık ? Olumlu bir gelişme tabii. Özellikle siyasî iktidarın sanata bakışını göz önünde tutarsak, neredeyse bir mucize. Çünkü başka demokratik Avrupa ülkelerine baktığımızda, devletin büyük ölçüde sanatı desteklediğini görüyoruz. Bu, Türkiye için söylenebilir mi, bilmem. Ama, tutucu ya da muhafazakâr gelenekte resim sanatının çok fazla bir yeri yok. Yani elbette minyatürden bu yana o konulara girebiliriz, ama muhafazakâr İslâmın siyasî olarak yönetimde olduğu bir ülkede müzelerin çoğalması, sergilerin açılması çok önemli. 29 Mayıs’ı (1453) her yıl büyük şaşa’a ile kutluyoruz. Bu bence Avrupa Birliği’ne girmeyi hedefleyen bir ülke için ben "Fetih ideolojisi"ne karşıyım. Bunu Fransız basınında da yazdım. Ama, İstanbul’un Fatih'i, İslâm’daki resim yasağına rağmen, kendi portresini yaptırmış. Ve Venedikli bir ressama yaptırmış. Serenissima Cumhuriyeti ile 10 yıl savaştıktan sonra, barış anlaşması imzalandığında onu İstanbul’a davet ediyor. Bu bize örnek olmalı. Orada Batı ve Doğu uygarlığının "Ressam ve Modeli" aracılığı ile karşılaşması, tanışması ve buluşması söz konusu. Bu sembolik anlamda önemli bir şey. Ve, son halife Abdülmecid Efendi’nin de ressam (ve müzisyen) olmasını buna eklemeli. Fransa’da Pierre Loti’nin 100’ncü yılını kutluyoruz. Kendisinin Rochefort’daki evini ziyaret ettim. Halife Abdülmecid’in ona hediye ettiği iki tablo bulunuyor. Bunu da Batı’ya söyleyebilmeliyiz. Onun için özellikle gittim. Mezarı da Oleron Adası’nda. İlginç tabii.

The power of coming out of the closet

The power of coming out of the closet

The artist duo Skuja Braden, created in collaboration by Ingūna Skuja and Melissa Braden, met Istanbul audiences for the first time with the exhibition titled Open Closet curated by Pınar Goodstone at Root Karaköy. The exhibition will conclude on Sunday, September 17th. Don't miss it if you haven't seen it yet! Interview: İbrahim Cansızoğlu Skuja Braden, Open Closet, 2023, porcelain, mixed technique, Installation view of the exhibition Your rich and multilayered installation titled Selling Water by the River was featured in the Latvian Pavilion at the 59th edition of the Venice Biennial in 2022. Some pieces from this installation are included in your exhibition at Root Karaköy, and it seems there are some new works too. How did you design the layout of your first show in İstanbul? Pınar Goodstone saw our work at the Venice Biennale and was captivated, saying she could not stop vibrating after being in our Pavilion. She contacted us offering to curate a show in İstanbul at the Root in Karaköy. I have always been fascinated with Turkey and its ancient roots. So, when Pınar found us and told us about what was happening politically and with the LGBT community in particular we immediately said YES! It was and has been an amazing experience so far. We seem to always have something old and something new in our shows, sort of like keeping some of the yeast aside for the next batch of bread. The show went through many configurations in our minds before we surrendered to the predetermined structure of the wall shelf system. We selected works that were the strongest frontally knowing that they would only be viewed from a one-point perspective. We intended this show to be in solidarity with İstanbul’s Pride celebration and we were hoping that your "dictator" would no longer be in power so we could celebrate a new era of freedom for minorities in Turkey. We were thinking about strange beauty and that idea influenced the works that ended up filling out the composition which naturally metamorphosed into the Open Closet . Skuja Braden, Selling Water by the River, 2022, porcelain, mixed technique, Installation view of the exhibition In this exhibition titled Open Closet you reinterpret erotic pottery, a well-known genre with origins in antiquity. What were the challenges you had to overcome in studying and updating a genre with historical significance? Our work focuses on erotica from different genres and time periods from all over the world. We are interested in how sexuality has been used for and against us throughout human history. Controlling human sexuality is and has been the ultimate way to control the masses. Who is doing it and why is a question we are deeply interested in learning about. Exploring human civilization through its historical references to human sexuality provides us with an interesting lens through which to view our current position and projections. Our work originates in conversation and then ideas develop and the expression or energy we attempt to form will be materialized in porcelain and this is its own thing which has a specific feel and function rooted in everyone’s cultural understandings. In the context of reinterpreting ancient aesthetics, your work titled Monkey de Milo drew my attention. How this work relates to our transformed understanding of human beauty? Good question! The Penis de Milo series was created by looking at male standards of female beauty. The Venus di Milo is the ultimate iconic symbol of that beauty standard created by men. We then looked at images of women drawn by male artists like Picasso and Miró, and we transformed their sketches into the heads of our Penis de Milo s. The Monkey de Milo is one variation, I think the backside has a Geisha sticking out her tongue and this is probably more about feeling like a monkey playing up to standards that do not represent your feelings or sense of self. Women are the standard bearers of the colonized and commodified half of humanity. We are all groomed from childhood and most of us do not question what is going on. Why are things the way they are and how can we be better? Skuja Braden, Open Closet, 2023, porcelain, mixed technique, Installation view of the exhibition Certain imagery referencing nature is also dominant in your works, like the lotus, leaves, and apple figurines. What would you like to say about the relation between the representation of nature and cultural diversity? When we try to make something beautiful, we always reference nature. The perfection of nature is the ideal, and with the ideal comes the actual. When we had our show Samsara in the Design and Decorative Art Museum in Riga, Latvia, we attempted to create a wall of virtues and sins based on the ancient philosophical teachings of Aristotle concerning what we get up to as humans and what is the remedy. How do we foster ourselves to be better? Making these virtues and vices was an extremely beneficial pursuit for both Ingūna and me because we realized once the show was up that almost all our virtue pieces were rooted in our observation of nature. The sins on the other hand were much more colorful and wilder, having been exaggerated projections from our minds. Skuja Braden, Open Closet, 2023, porcelain, mixed technique, Installation view of the exhibition There are many figurines in the show, all adding new layers to your presentation. The eye figurines reminded me of Georges Bataille’s Story of the Eye in which fetishism and unrestrained sexuality are meshed with a dramatic narrative. What were the theoretical and literary sources you drew upon for this exhibition? I haven’t read Goerge Bataille’s Story of the Eye but am going to look for it now! Thank you! We both love fairy tales and have been reading Angela Carter’s The Bloody Chamber which is a retelling of older stories through the female characters' eyes, and they are especially thrilling. The figurines are a reference to earlier Votive dolls of Mesopotamia. Those stiffened figures with the crazy wide open staring eyes caught suspended in eternal prayer. The eye is all living beings, past, present, and future, and when you think about the “I” in that way it carries with it a huge sense of responsibility that has the potential to help us see how to be better. Skuja Braden, Open Closet, 2023, porcelain, mixed technique, Installation view of the exhibition A certain inclination towards incorporating daily objects into your aesthetics is also visible throughout the show. I think the mobile phone figurine and the pillow vase are the most striking examples in this context. How do you choose such daily objects? The pillow vases are inspired by the idea is pillow books which were small books of erotica given to young Japanese wives that could be kept under the pillow and were used to arouse sexual interest and ready her for a night of sexual pleasure with her husband. The distance between that and the massive amounts of porn now consumed by mostly men on mobile phones is vast and, in many ways, has an almost inhumane and opposite effect on human sexuality. The things that intrigue us and horrify us all end up in our works. Our workspace is like a laboratory for understanding. We are trying to understand for ourselves first and the end manifestations hopefully hold deep truths for others to understand as well. You organized a workshop titled Pop Porn at Boysan’s House last July. Would you like to talk about this workshop and your future plans in İstanbul? The workshop was a lovely moment where we met extraordinary people living and leading forward towards a better future for everyone in İstanbul. We focused on erotica and showed many of our earlier works that are a celebration of lesbian and gay love. There is not a lot of imagery depicting same-sex love that is not kinky or monster-ish in some sense or another. This was a Pop-Up presentation given that the LGBT community was in hiding and fearing for their lives after the declaration from Erdoğan that there were NO LGBT people living in Turkey. The Pride march was shut down under massive police presence and dozens of people were beaten and thrown into prison for trying to march down the street the day of the intended Pride rally. I know what it is to feel like your life and love are illegal and I too marched and was beaten by the police in 1988 in San Francisco. I have lived through a tide change in the USA. I have seen first-hand the power of Opening the Closet so people can see and understand that you are right there with them, and you are just like them. I have seen masses of people become better through understanding that all is different, and all is the same.

Dolaptan çıkmanın gücü

Dolaptan çıkmanın gücü

Ingūna Skuja and Melissa Braden iş birliğiyle ortaya çıkan Skuja Braden sanatçı ikilisi, Root Karaköy'de Pınar Goodstone küratörlüğünde düzenlenen Açık Kabine sergisiyle ilk kez İstanbullu izleyicilerle buluştu. Sergi 17 Eylül Pazar günü sona eriyor. Henüz görmediyseniz kaçırmayın! Yazı: İbrahim Cansızoğlu Skuja Braden, Açık Kabine, 2023, porselen, karışık teknik, sergiden genel görünüm 2022'de 59’uncusu düzenlenen Venedik Bienali'ne Letonya Pavyonu'nda sergilenen Selling Water by the River başlıklı zengin ve çok katmanlı bir yerleştirmeyle katıldınız. Bu yerleştirmeden bazı parçalar Root Karaköy'deki serginizde yer alıyor ve görünüşe göre bazı yeni işler de var. İstanbul'daki bu ilk serginizin düzenlemesini nasıl tasarladınız? Pınar Goodstone Venedik Bienali'ndeki çalışmalarımızı gördü ve çok etkilendi. Letonya Pavyonu’ndaki yerleştirmemizle karşılaştıktan sonra heyecanını durduramadığını söyledi. Bizimle temasa geçerek İstanbul'da, Root Karaköy'de bir sergi düzenlemeyi ve küratörlüğünü üstlenmeyi teklif etti. Türkiye ve onun tarihi kökleri beni her zaman büyülemiştir. Pınar bizi bulup politik düzlemde ülkede neler olduğunu ve özellikle LGBT topluluğunun başına neler geldiğini bize anlatınca hemen EVET dedik! Şimdiye dek inanılmaz bir deneyim oldu ve böyle olmaya da devam ediyor. Sergilerimizde her zaman hem eski hem de yeni bir şeyler varmış gibi görünüyor, tıpkı bir sonraki ekmek pişirimi için mayanın birazını bir kenarda tutmak gibi. Sergiyi, duvar rafı sisteminin önceden belirlenmiş düzenine uymak fikrine teslim olmadan önce zihnimizde birçok farklı biçimde prova ettik. Sadece tek bir perspektiften bakılacağını bilerek cepheden en güçlü görünen işleri seçtik. Serginin İstanbul'daki Onur Yürüyüşü ile dayanışma içinde olmasını amaçladık. "Diktatör"ünüzün artık iktidarda olmayacağını ve böylece Türkiye'deki azınlıklar için yeni bir özgürlük dönemini kutlayabileceğimizi umuyorduk. Tuhaf güzellik hakkında düşünüyorduk ve bu fikir, serginin kompozisyonunu oluşturan ve doğal olarak Açık Kabine ’ye dönüşen işlere nüfuz etti. Skuja Braden, Selling Water by the River , 2022, porselen, karışık teknik, sergiden genel görünüm Açık Kabine ’de kökeni Antik Çağ’a dayanan ve iyi bilinen bir tür olan erotik çömlekleri yeniden yorumluyorsunuz. Tarihsel bir öneme sahip bu türü incelerken ve güncellerken üstesinden gelmeniz gereken zorluklar neler oldu? İşlerimiz dünyanın her yerinden farklı türlerde ve zaman dilimlerinde üretilmiş erotik eserlere odaklanıyor. Cinselliğin insanlık tarihi boyunca bizler için ve bize karşı nasıl kullanıldığıyla ilgileniyoruz. İnsan cinselliğinin denetlenmesi, kitleleri kontrol etmenin nihai yoludur ve bu hep böyle olagelmiştir. Bu denetimi kimlerin, neden yaptığı gibi sorular etrafında şekillenen öğrenme süreçleriyle derinden ilgileniyoruz. İnsan uygarlığını cinselliğe yönelik tarihsel referanslar aracılığıyla keşfetmek, mevcut konumumuzu ve gelecek tahminlerimizi görmek için bize ilginç bir mercek sunuyor. İşlerimiz kendi aramızdaki sohbetler sırasında ortaya çıkıyor, sonra fikirler gelişiyor ve oluşturmaya çalıştığımız ifade ya da enerji porselende somut halini buluyor. Tüm bunlar herkesin kendi kültürel anlayışına dayanan, belirli bir hissi ve işlevi olan kendine özgü şeylerle var olabiliyor. Antik estetiğin yeniden yorumlanması bağlamında Monkey de Milo isimli işiniz özellikle dikkatimi çekti. Bu çalışma, insan güzelliğine dair sürekli dönüşen anlayışımızla nasıl bir ilişki kuruyor? Güzel soru! Penis de Milo serisi, erkeklerin kadın güzelliği için belirledikleri standartlar göz önüne alınarak oluşturuldu. Milo Venüsü , erkekler tarafından uydurulan bu güzellik standartlarının nihai ikonik sembolü… Picasso ve Miró gibi erkek sanatçılar tarafından çizilen kadın resimlerine de baktık ve onların eskizlerini Penis de Milo serisinde yer alan işlerimizdeki büstlere dönüştürdük. Monkey de Milo da bu varyasyonlardan biri. Sanırım eserin arka tarafında dilini dışarı çıkaran bir Geyşa var ve bu muhtemelen kendi duygularınızı veya benlik algınızı temsil etmeyen standartlara kuyruk sallayan bir maymun gibi hissetmekle ilgili. Kadınlar, insanlığın sömürgeleştirilmiş ve metalaştırılmış diğer yarısının klasik hamilleridir. Hepimize çocukluktan itibaren bir tür çeki düzen veriliyor ve çoğumuz neler olup bittiğini sorgulamıyoruz. Neden her şey bu şekilde ve biz nasıl daha iyi olabiliriz Skuja Braden, Açık Kabine, 2023, porselen, karışık teknik, sergiden genel görünüm Lotus, yaprak ve elma heykelcikleri gibi doğaya gönderme yapan bazı imgeler de eserlerinizde baskın biçimde yer alıyor. Doğanın temsili ile kültürel çeşitlilik arasındaki ilişki hakkında neler söylemek istersiniz? Bir şeyi güzelleştirmeye çalıştığımızda her zaman doğayı referans alırız. Doğanın mükemmelliği ideal olandır ve ideal olanla birlikte hakiki olan da gelir. Letonya'nın Riga şehrinde bulunan Tasarım ve Dekoratif Sanat Müzesi'ndeki Samsara başlıklı sergimizde insanların hangi olmadık işlerle uğraştığına ve bunun çaresinin ne olduğuna dair Aristoteles'in kadim felsefi öğretilerinden yola çıkarak bir erdemler ve günahlar duvarı oluşturmaya çalıştık. “Daha iyi olmak için kendimizi nasıl geliştirebiliriz?” sorusunun peşindeydik. Bu erdemlere ve kusurlara şekil vermek hem Ingūna hem de benim için son derece faydalı bir uğraş oldu çünkü sergi bittiğinde fark ettik ki erdemleri temsil eden eserlerimizin neredeyse tamamı doğa gözlemlerimize dayanıyordu. Öte yandan günahlar çok daha renkli ve vahşiydi, her biri zihnimizden çıkan abartılı tasarılardı. Skuja Braden, Açık Kabine, 2023, porselen, karışık teknik, sergiden genel görünüm Sergide hepsi de sunumunuza yeni katmanlar ekleyen çok sayıda heykelcik var. Göz heykelcikleri bana Georges Bataille'ın fetişizm ve pervasız cinselliğin dramatik bir anlatıyla iç içe geçirdiği Gözün Öyküsü adlı eserini hatırlattı. Bu sergi için yararlandığınız kuramsal ve edebi kaynaklar nelerdi? George Bataille'ın Gözün Öyküsü kitabını okumadım ama bu sorunun ardından bakacağım! Teşekkür ederim! İkimiz de peri masallarını severiz. Angela Carter'ın eski hikâyeleri kadın karakterlerin gözünden yeniden anlattığı Kanlı Oda isimli kitabını birlikte okumuştuk ve çok heyecan verici bulmuştuk. Sözünü ettiğiniz işler Mezopotamya'nın eski adak heykelciklerine bir gönderme. O kaskatı kesilmiş heykelciklerin çılgınca açılmış gözleri ebedi bir yakarış halinde kalakalmıştır. Göz, geçmiş, şimdi ve gelecekteki tüm canlı varlıklardır ve "ben" hakkında bu şekilde düşünmek, nasıl daha iyi olabileceğimizi görmemize yardımcı olma potansiyeline sahip büyük bir sorumluluk duygusunu da beraberinde getirir. Skuja Braden, Açık Kabine, 2023, porselen, karışık teknik, sergiden genel görünüm Sergide gündelik nesneleri ürettiğiniz estetiğe dahil etmeye yönelik belirgin bir eğilim de gözlemlenebiliyor. Bu çerçevede değerlendirilebilecek en çarpıcı örnekler bence cep telefonu heykelciği ve yastık vazo. Bu tarz gündelik objeleri nasıl seçiyorsunuz? Yastık vazolarının ilham kaynağı, genç ve evli Japon kadınlarının kocalarıyla cinsel haz dolu bir geceye hazırlanmaları ve cinsel ilgilerin uyandırılması için kullanılan, yastık altında da saklanabilen erotik kitapçıklardı. Günümüzde çoğunlukla erkekler tarafından cep telefonları aracılığıyla tüketilen muazzam miktardaki porno ile bu kitapçıklar arasındaki mesafe fazlasıyla büyüktür ve bu güncel tüketim biçimi cinsellik üzerinde birçok yönden neredeyse insanlık dışı ve tam tersi bir etkiye sahiptir. İlgimizi çeken ve bizi dehşete düşüren şeylerin hepsi işlerimizde kendilerine bir yer bulur. Çalışma alanımız birbirini anlamayı mümkün kılan bir laboratuvara benziyor. Önce kendimiz için anlamaya çalışıyoruz ve ortaya çıkan sonuçların başkalarının da anlamalarına yardımcı olmaları için derin hakikatler barındırmalarını umuyoruz. Geçtiğimiz temmuz ayında Boysan'ın Evi'nde Pop Porn başlıklı bir atölye çalışması düzenlediniz. Bu etkinlik ve İstanbul'daki gelecek planlarınız hakkında neler söylemek istersiniz? Atölye çalışması, İstanbul'da yaşayan ve herkes için daha iyi bir gelecek için çaba harcayan olağanüstü insanlarla tanıştığımız güzel bir andı. Etkinlikte erotik sanat ve edebiyata odaklandık; lezbiyen ve gay aşkı kutlayan birçok eski çalışmamızı gösterdik. Eşcinsel aşkı tasvir eden ve bir anlamda müstehcen ya da canavarca olmayan pek de fazla imge yok. Erdoğan'ın Türkiye'de LGBT bireylerin yaşamadığını ilan etmesinin ardından LGBT topluluğunun saklanmaya, hayatlarından endişe etmeye başladığını göz önünde bulundurduğumuz ve anlık gelişen bir organizasyonla düzenlediğimiz bir sunumdu bu. Onur Yürüyüşü yoğun polis müdahalesi altında engellendi ve eylemin yapılacağı gün sokaklarda yürümeye çalışan onlarca kişi dövülerek hapse atıldı. Hayatınızın ve sevginizin yasadışı olduğunu hissetmenin ne demek olduğunu biliyorum; ben de 1988 yılında San Francisco'daki yürüyüşe katılmış, polis tarafından dövülmüştüm. ABD'de toplumsal dalgalanmaların yönünün değişebileceğini yaşayarak idrak ettim. İnsanların sizin de tıpkı onlar gibi ve onlarla birlikte olduğunuzu görüp anlayabilmeleri için “dolaptan çıkmanın” gücünü ilk elden deneyimledim. Herkesin aynı anda hem farklı ve hem de aynı olduğunu anlayarak kitlelerin daha iyi olabileceğini gördüm.

Rüya Bitti Kırmızı Ceket

Rüya Bitti Kırmızı Ceket

Galeri 77 yeni sanat sezona açılışı bu akşam gerçekleşecek olan Mehmet Resul Kaçar’ın Rüya Bitti Kırmızı Ceket isimli kişisel sergisiyle başlıyor Mehmet Resul Kaçar, Kimsenin Hakkı'dan Haberi Yok 1-2-3, 2022, Tuval üzerine yağlıboya, 190x450 cm Mehmet Resul Kaçar’ın kişisel sergisi Rüya Bitti Kırmızı Ceket 29 Ekim'e dek Galeri 77'de gösterilecek. Özgün bir teknikle kullandığı sarı tonlarından tanıdığımız sanatçının galeride ikinci kişisel sergisi Rüya Bitti Kırmızı Ceket göç, aidiyet ve memleket özlemi gibi konuları işliyor. Güney Doğu Anadolu’nun altın rengi bozkır manzaraları, izleyiciyi iyileştirici bir tefekkür ve temaşaya davet ederken serginin başlığındaki “kırmızı ceket”in sanatçının iç gözlemlerinin metaforu olarak düşünebiliriz. Mehmet Resul Kaçar, Ben ve Kartal, 2022, Tuval üzerine yağlıboya, 100x135 cm Mehmet Resul Kaçar için bozkır; yalnızlık, sonsuzluk ve hüznü temsil ediyor ve bu melankoli sanatçıyı varoluş ve yaşamı anlamlı kılmak için yarattığı değerleri sorgulamaya itiyor. Zihnin salıverilmesine, serbest çağrışımlara ve düşüncelere dalmaya olanak tanıyor. Sanatçının ton geçişlerine yaptığı vurgu, doğanın hareketlerinin capcanlı algılanmasını sağlıyor. Güneşin sıcaklığını, katman katman genişleyen bozkırların uçsuz bucaksızlığını ve dağların yüceliğini tercüme ediyor. Mehmet Resul Kaçar, Fareler ve İnsanlar-2, 2023, Tuval üzerine yağlıboya, 120x150 cm Sapsarı sıcak yaz günlerinde toprağın kavrulmuş ekmek gibi çatladığı, rüzgârın kumları haşince savurarak göğe yükseldiği görülür. Son dönem plastik denemelerinde işte bu dinamizmin peşine düşen Kaçar, “noktalama” ve “tarama” adını verdiği meşakkatli boyama teknikleriyle karşımıza çıkar. El işçiliğinin ustalıklı icrası dokuları parlatırken hareketi billurlaştırır. Gökyüzünde gölgeler, dağ eteklerinde dalgalar belirir. Mehmet Resul Kaçar, Cımıka, 2023, Tuval üzerine yağlıboya, 90x110 cm Mehmet Resul Kaçar’ın resimlerinde insanın doğayla ve hayvanlarla kurduğu ilişki irdelenirken karşımıza elektrik direkleri yahut asfalt yollar da çıkıyor. Kompozisyona ritim katan bu unsurlar, insanın doğada bıraktığı izleri ve doğa karşısındaki kırılganlığını konu alan on dokuzuncu yüzyıl Romantizmine göz kırpıyor olarak düşünülebilir. Köy yaşamının bir parçası olan köpekler, keçiler, kuşlar ve atlar ise, Kaçar’ın resimlerinde simgesel anlamlara bürünerek kahramanlaşır. Mehmet Resul Kaçar, Tutunamayanlar-3, 2022, Tuval üzerine yağlıboya, 70x90 cm Mehmet Resul Kaçar, Atlı Anız Tarlası-2, 2023, Tuval üzerine yağlıboya, 90x110 cm Mehmet Resul Kaçar, Fırtına, 2023, Tuval üzerine yağlıboya, 90x110 cm Resimlerin genelinde baskın olan kuraklık, Güney Doğu Anadolu coğrafyasında yaşamın bir parçası. Altın rengi güneş hem yaşamın hem de zorlukların kaynağı. Bu zorluklara direnç göstermek için dayanışma esas ve amansız doğa şartları bozkırda yaşayanın karakterini sağlamlaştırmakla birlikte bir çeşit sınav niteliğinde. Kaçar resimlerinde aile olgusunun, dost olmanın ve hayvanlarla bir arada yaşamanın önemini öğretiyor. Kaçar’ın (oto)portreleri ve çocukluk hikâyelerini konu alan resimlerinde kimi zaman birbirine destek olma ve beraber hayal kurmanın değeri vurgulanıyor. Kimi zaman da yalnızlık ve hayal kırıklıkları… Mehmet Resul Kaçar, Fareler ve İnsanlar-1, 2022, Tuval üzerine yağlıboya, 150x190 cm Mehmet Resul Kaçar’ın dünyasında kırmızı ceket, sanatsal ve varoluşsal bir eşiği temsil ederken bir tarafta en saf ve güzel çocukluk hikâyelerinin geçtiği, özlemle anılan bozkır yaşamı diğer taraftaysa hayatın akışının yabancı bir şehre göç etmek zorunda bıraktığı, kendi gerçekliğini arayan bir sanatçı var. Rüya Bitti Kırmızı Ceket başlığı işte bu durumu anlatıyor. Mehmet Resul Kaçar, Cımıka, 2023, Tuval üzerine yağlıboya, 90x110 cm Mehmet Resul Kaçar’ın 2022-2023 yılı eserlerinden oluşan seçki, bizlere hem sanatçının doğup büyüdüğü Diyarbakır’ın Demo (Ortaağaç) köyünden ilham alarak resmettiği uçsuz bucaksız yalın bozkır manzaraları ve yer yer çocukluk hikâyeleriyle bezediği zengin kompozisyonları üzerinden o çetin coğrafyayı, orada yaşayan kişileri ve oranın hikâyelerini gözlemleme fırsatı yaratıyor hem de resme dalgalanma veya gölgelendirme etkisi katarak derinlik duygusunu artıran ve her geçen gün daha da detaylandırdığı kendine özgü meşakkatli tekniğini yakından inceleme imkânı sağlıyor. Mehmet Resul Kaçar, İsimsiz, 2023, Tuval üzerine yağlıboya, 90x110 cm Sanatçının içinde yaşadığımız bu absürt sistemin insan psikolojisindeki etkilerini gerçeküstücü bir üslupla anlattığı ve hayallerin, gerçeklerin ve kabusların iç içe girdiği Kund (Baykuş) isimli video çalışmasının da eşlik ettiği sergi 29 Ekim tarihine kadar Galeri 77’nin Karaköy’deki mekânında ziyaret edilebilir. Sergi, İstanbul dışında bulunan sanatseverlerin de takibi amacıyla eş zamanlı olarak çevrimiçi ortamlardan da izlenebilecek. Bu amaçla; sergiye dair üç boyutlu sanal tur, çeşitli video ve paylaşımları “Galeri 77” sosyal medya hesapları ve İnternet sitesi üzerinden takip edebilirsiniz. * Metin Cem Bölüktaş'ın katalog yazısından derlenmiştir. GALERİ 77 Hacımimi Mah. Necatibey Cad. Sakızcılar Sok. No:1/E Karaköy 34425 Beyoğlu, İstanbul T: +90 212 251 27 54 www.galeri77.com | info@galeri77.com | @galeri77

bottom of page