top of page

My Items

I'm a title. ​Click here to edit me.

Açık diyaloglar, şiirsel bağlantılar

Açık diyaloglar, şiirsel bağlantılar

Toronto Sanat Bienali, 21 Eylül- 1 Aralık 2024 tarihleri arasında Güvencesiz Sevinçler başlığıyla gerçekleşiyor. Dominique Fontaine ve Miguel A. López küratörlüğündeki bienale bir dizi kamusal program eşlik ediyor Cecilia Vicuña, Pueblo de altares, Museo Nacional de Bellas Artes, 1990-2023. Fotoğraf: Felipe Fontecilla. Toronto Sanat Bienali, 21 Eylül - 1 Aralık 2024 tarihleri ​​arasında gerçekleşecek üçüncü edisyonunu gerçekleştiriyor. Bienal, ziyaretçilerine geniş bir sanat etkinliği ve kamusal program seçkisi sunuyor. Dominique Fontaine  ve Miguel A. López  küratörlüğündeki bienalin başlığı Güvencesiz Sevinçler. Küratöryal açıklama* Toronto Sanat Bienali'nin (TBA) Güvencesiz Sevinçler başlıklı üçüncü edisyonunda, ulusal ve uluslararası manzaraları, çok sayıda sanatçı stüdyosunu ve Toronto'daki sanat buluşmalarını kapsayan küratöryal yolculuğumuzun çok önemli bir unsuru olan diyaloglara ve aktif dinlemeye daldık. Etkileşimlerimiz, sosyal ve ekolojik zorunlulukları yansıtan sanatsal yaratımlar arasındaki bağlantıların izini sürdü ve bu da sanatçıların çalışmalarındaki temel yönergeleri belirlememize yol açtı: "Neşe", "Güvenceli", "Ev", "Çok Seslilik", "Teselli" ve "Kodlanmış" TBA sanatçılarının uygulamalarının politik bilinci nasıl güçlendirdiğini ve kolektif varoluşu şekillendirmede estetiğin gücünü nasıl yeniden ortaya koyduğunu özetleyen terimler. Sunulan sanat yapıtlarından bazıları Toronto'daki yaşamı tanımlayarak tarihin çeşitli katmanlarına değinirken, diğerleri küresel neoliberal yönetim altındaki eşitsizliğin ve gücün daha geniş sosyal ve politik yapılarını yansıtıyor. Sergide yankı uyandıran temel konular arasında çevresel adalet, egemenlik, öz temsil, aidiyet ve göç, toprak gaspı, kolektif hafıza, feminist soyağacı, diasporik sonik kültürler, kutsal bitki bilgeliği, manevi dinleme olarak dokuma, direniş ve dayanıklılık, atalık ve queer dünyaların yapımı var. Güvencesiz Sevinçler tek bir teorik iddia sunmak yerine açık diyaloglar ve şiirsel bağlantılar etrafında örgütleniyor. Bu pek çok eser bir arada, varoluşun kırılganlığının ortasında ateş yakan kıvılcımları canlandıracak. * Toronto Sanat Bienali 3. edisyon küratörleri Dominique Fontaine  ve Miguel A. López tarafından yapılan açıklama Toronto Sanat Bienali sanatçıları Sergi sanatçıları Abraham O. Oghobase , Ahmed Umar , Angelica Serech , Cecilia Vicuña , Charles Campbell , Citra Sasmita , Cristina Flores Pescorán , Dineo Seshee Bopape , Elina Waage Mikalsen , Elyla , Gaëlle Choisne , Hangama Amiri , Ikumagialiit , Justine A. Chambers , Karen Tam , Léann Herlihy , Leila Zelli , Manuel Mathieu , Maria Ezcurra , Maria Hupfield , Morehshin Allahyari , Morris Lum , Naomi Rincón Gallardo , Nereyda López , Nicholas Galanin , Pamila Matharu , Rajni Perera , Raven Chacon , Rudy Loewe , Sameer Farooq , Sandra Brewster , Santiago Yahuarcani , Sonia Boyce , Stina Baudin , Tessa Mars , Winsom Winsom Kamusal program sanatçıları Angela Vitovec , Annie Wong , Arlene Chan , d'bi.young anitafrika , Jaye Austin Williams , Jimmie Kilpatrick , Jingshu Yao: Storyteller , Laura Carvalho: Storyteller , Laura Dawe , Laurie Young , May Truong , Misbah Ahmed , Morris Lum , Nickeshia Garrick , Peter Morin , Seika Boye , Shadel Chavez: R.I.S.E Storyteller , Shahaddah Jack: R.I.S.E Storyteller , Siki Soberetonari: Storyteller , Tanya Lukin Linklater Sergi mekânları Toronto Sanat Bienali'nin 32 Lisgar Caddesi'nde gerçekleşecek ve aynı zamanda burada bir etkinlik merkezi bulunacak. Diğer iki etkinlik merkezi 158 Sterling Road and at Collision Geleri'de yer alacak.  Toronto Sanat Bienali 2024 sergi ve etkinlik mekânları: 32 Lisgar Street  The Auto Bldg, 158 Sterling Road, 9th Floor Collision Gallery, 30 Wellington Street West Art Gallery of Ontario, 317 Dundas Street West  Gallery TPW, 170 St Helens Ave TIFF Lightbox, Reitman Square, 350 King St W, TIFF Gallery Toronto Sculpture Garden, 115 King Street East Toronto Union Station, 55 Front Street  The Image Centre (TMU), 33 Gould St, Toronto, University Gallery The Power Plant Contemporary Art Gallery, 231 Queens Quay West Kamusal programlar TBA'nın yıl boyu süren programları ve etkinlikleri, izleyicileri etkileşime geçmeye davet ediyor. Tüm performanslar, sohbetler, atölye çalışmaları, yürüyüşler, okumalar ve daha fazlası için; https://torontobiennial.org/event-directory

Potansiyele ışık tutan

Potansiyele ışık tutan

Dünya Mimarlık Topluluğu tarafından düzenlenen ve heyecan verici sorular potansiyeline sahip mimari projelerin ödüllendirildiği WA Awards 10+5+X başvuruları başladı The Nest by Sonara, Gianni Ranaulo Design, WA Award Cycle 47 kazananı Dünya Mimarlık Topluluğu tarafından düzenlenen WA Awards 10+5+X'in amacı, kamuoyu tarafından fark edilmeyebilecek ancak çağdaş mimari söylemi olan, heyecan verici sorular sorma ve ilham verme potansiyeline sahip, dikkat çekici projeleri öne çıkarmak ve ödüllendirmek. Yarışma kategorileri Mimarlık için: WA Tasarlanmış Proje Ödülü: İnşa edilmeyen projeler, WA Gerçekleşmiş Proje Ödülü: Fiili olarak inşa edilen projeler (en fazla son 10 yıl içinde), WA Öğrenci Ödülü: Öğrenciler/Akademisyenler tarafından tasarlanan okul projeleri (projeler öğrencilerin lisans yıllarında veya yüksek lisans yıllarında çalışılmış olmalıdır), yalnızca "Tasarlanmış/Kavramsal" projeler İç mimarlık için: WA Gerçekleşmiş Proje Ödülü: Fiili olarak inşa edilen projeler (en fazla son 10 yıl içinde), WA Öğrenci Ödülü: Öğrenciler/Akademisyenler tarafından tasarlanan okul projeleri (projeler öğrencilerin lisans yıllarında veya yüksek lisans yıllarında çalışılmış olmalıdır), yalnızca "Tasarlanmış/Kavramsal" projeler Mimarlık altında yer alan Gerçekleşmiş Proje ve Tasarlanmış Proje kategorileri Basic, Business ve Professional üyelere açıktır. Akademik üyelere özel (katılım ücreti olmaksızın) ayrılan Öğrenci kategorisine hem Mimarlık hem de İç Mimarlık projeleri kabul edilir. WA Awards 10+5+X hakkında detaylı bilgi için; https://worldarchitecture.org/architecture-awards/ Önceki yıllarda ödül almış projeleri incelemek için; https://worldarchitecture.org/architecture-projects/awards-winners

Rijksakademie'de deney dolu bir süreç

Rijksakademie'de deney dolu bir süreç

Rijksakademie van beeldende kunsten, çalışmalarını Amsterdam'da bir veya iki yıllık dönemlerde geliştirmek isteyen sanatçıların başvurularını bekliyor Rijksakademie van beeldende kunsten. Fotoğraf: Roy Taylor. Rijksakademie, her yıl onlarca sanatçıya araştırma, deney ve yeni iş üretimi için alan sunan iki yıllık bir misafir sanatçı programı. Program boyunca sanatçılar bir stüdyo, çalışma bütçesi ve maaşla destekleniyor; çeşitli kültürel ve yaratıcı geçmişlere sahip sanat profesyonellerinden tavsiye alabiliyorlar. Araştırma, deney ve değişim için alan açmayı amaçlayan Rijksakademie, her yıl ortalama yeni 23 sanatçıyı misafir sanatçı programı için seçiyor, çoğu sanatçı iki yıl kalıyor ve misafir sanatçı pragramındaki katılımcı sayısının toplam 46'ya ulaşmasını sağlıyor. Bu grubun yarısı Hollandalı veya Hollanda'da yaşayan sanatçılardan, diğer yarısı ise dünyanın her yerinden seçiliyor. Seçilen sanatçıların sanat eğitimini tamamlamış ve en az 2-3 yıl bağımsız mesleki uygulama yapmış olmaları bekleniyor. Başvurular, 1 Eylül (12:00 CET) ile 1 Ekim (23:59 CET) 2024 tarihleri ​​arasında Rijksakademie İnternet sitesinde yer alacak başvuru formunu doldurarak gerçekleştirilebilir. Misafir sanatçı programı hakkında detaylı bilgi için; https://rijksakademie.nl/en/residency-apply/apply Rijksakademie hakkında detaylı bilgi için; https://rijksakademie.nl/en/home Rijksakademie Instagram adresi için; https://www.instagram.com/rijksakademie/

Tasarımı ödüllendiren

Tasarımı ödüllendiren

GMK tarafından düzenlenen 43. Grafik Tasarım Sergisi 'ne başvurular başladı Basın sponsorları arasında yer aldığımız 43. Grafik Tasarım Sergisi ’nin başvuru süreci başladı. Kurukahveci Mehmet Efendi’nin ana sponsorluğunda düzenlenen ve Kasım 2024 tarihinde açılacak 43. Grafik Tasarım Sergisi kapsamında GMK Ödüllerinin yanı sıra Bikem Özsunay Vakfı Yılın Öğrenci Projesi Ödülü, Emin Barın Logotayp Ödülü, İhap Hulusi Afiş Ödülü, Sait Maden Tipografi Ödülü, TÜYAP Kitap Kapağı Ödülü ve Eczacıbaşı Yılın Genç Grafik Tasarımcısı Ödülü de ilgili kurum ve kuruluşların katkılarıyla sahibini bulacak.  Bu yılki görsel kimlik tasarımı Fatih Hardal tarafından gerçekleştirilen sergiye tasarımcılar, Temmuz 2023 itibarıyla üretilmiş işlerle başvurabilecekler. Adayların çalışmalarıyla 25 kategoride başvurabileceği 43. Grafik Tasarım Sergisi ’nin GMK Ödülleri Seçici Kurulu Gizem Arlı, Oğuzhan Cengiz, Kıvanç Aykan, Meltem Şahin, Orkun Demirelli, Erhan Özden, Yaprak Gültay; Öğrenci İşleri Seçici Kurulu ise Süleyman Utku Bozkurt, Erkan Kaya ve Eda Çağıl Çağlarırmak’tan oluşuyor. Başvuru için GMK üyesi olma koşulu aranmayan sergiye erken katılım için son gün 1 Ağustos; son katılım tarihi ise 30 Ağustos 2024. 43. Grafik Tasarım Sergisi' hakkında ayrıntılı bilgi ve başvuru için; sergi.gmk.org.tr GMK ile ilgili detaylı bilgi için; https://gmk.org.tr/ GMK Instagram adresi için; https://www.instagram.com/gmk.turkey/

Gençler için kültürel miras

Gençler için kültürel miras

Kundura Hafıza Arşiv ve Araştırma Merkezi, 14 – 17 yaş arası gençler için Kundura Hafıza Kültürel Miras Yaz Okulu'nu düzenliyor Kundura Hafıza Arşiv ve Araştırma Merkezi’nin 14 – 17 yaş arası gençler için tasarladığı altı günlük yaz okulu; interaktif dersler ve uygulamalı atölyelerden oluşuyor. Beykoz Kundura bu eğitimle katılımcıların somut ve somut olmayan kültür miraslarını anlamalarını, içselleştirmelerini, korumalarını ve geleceğe taşımaları hedefliyor. Tarih, edebiyat, arkeoloji, şehircilik, mimari, iklim bilimleri gibi birçok disiplin üzerinden kültür miraslarının inceleneceği eğitimler, alanının uzmanı akademisyenler ve eğitimciler tarafından yürütülüyor.   Altı gün sürecek Kültürel Miras Yaz Okulu’nun tüm eğitim ve atölyelerini tamamlayan öğrencilere Kundura Hafıza Kültürel Mirası Koruma Derneği tarafından Katılım Belgesi verilecek. Katılım Belgesi’ni almaya hak kazanan öğrenciler Kundura Hafıza’nın “Kültür Mirası Elçisi” olacak. Bu öğrencilerle eğitim ve öğretim döneminde de çalışmalar yapılacak; yaz kampı boyunca kazandıkları bilgi ve becerileri, deneyim ve gözlemlerini kendi okullarında ve diğer ilkokullarda akranlarına da aktaracaklar ve eğitimin etki alanı devamlı genişletilerek sürdürülecek. Kültürel Miras Yaz Okulu programı 19 Ağustos 2024 Somut kültürel miras, mimari ve tasarım üzerine eğitim ve atölyeler 20 Ağustos 2024 Somut olmayan kültürel miras, hikaye anlatıcılığı ve metin analizi üzerine eğitim ve atölyeler 21 Ağustos 2024 Arşiv & amatör arşivcilik eğitim ve atölyeleri 22 Ağustos 2024 Doğal miras, iklim değişikliği ile kültürel mirasa etkileri hakkında eğitim ve atölyeler 23 Ağustos 2024 Arkeoloji eğitimleri ve atölyeleri 24 Ağustos 2024 Yerel tarih eğitimi ve atölyeleri, Beykoz kültür mirası gezisi Yaz okulu hakkında detaylı bilgi ve başvuru için; https://form.jotform.com/242042080502036 Beykoz Kundura ile ilgili detaylı bilgi için; https://www.beykozkundura.com/ Beykoz Kundura Instagram adresi için; https://www.instagram.com/beykozkundura/

Kahvenin sanata yolculuğu: Telveden tuvale

Kahvenin sanata yolculuğu: Telveden tuvale

Edanur Sabuncu'nun Akbank 42. Günümüz Sanatçıları Ödülü Sergisi 'ndeki işine dayanarak kahvenin kültürden sanata yolculuğunu ele alıyoruz Yazı: Selçuk Çelik & Alev Bayram Kabakçı Edanur Sabuncu, Yansıma , 2024 Bir rivayete göre Melek Cebrail, Kral Süleyman’a hastalıklarından kurtulması için Ahit Sandığı’nın bulunduğu ve Saba Melikesi Belkıs’ın yaşadığı Aksum’da yetişen kahve çekirdeklerinden yemesi gerektiğini söyler. Bir başka rivayete göre ise Habeşistanlı çoban Halid, kahve çekirdeklerini yiyen keçilerinin enerjik olduğunu gözlemleyerek kahveyi keşfeder. Yeşil haldeki kahve çekirdekleri kaynatılıp içilirken, Sufi Şeyh Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin kahve çekirdeklerini ilk defa kavurup öğütüp pişirerek içtiği anlatılır. Buna karşılık Ceziri, günümüzdeki yönteme benzer şekilde kahveyi ilk içen kişinin Yemenli Cemalleddin Ebu Abdullah Muhammed İbn Said ez-Zebhani olduğunu söyler.    Kahve içen ilk kişinin kim olduğu konusunda ihtilaflar olsa da kahvenin ilk çıktığı yerin neresi olduğu konusunda fikir birliği vardır: Etiyopya. Kahve, ilk olarak önemli bir ticaret yolu üzerinde bulunan Etiyopya’dan Kızıldeniz’in diğer yakasına, Yemen’e geçer. Ardından 1510 yılında Kahire’de, 1511 yılında ise Mekke’de görülmeye başlar. Kâtip Çelebi’nin aktardıklarına göre kahve, Yemen Valisi Özdemir Paşa tarafından 1543’te, Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Yemen’den İstanbul’a getirilir. Osmanlı’da önce saray mutfaklarında, ardından kahvehanelerde içilmeye başlanır. Tarihte bilinen ilk kahvehane, Halepli Hâkim ve Şamlı Şems adında iki girişimci tarafından 1554 yılında İstanbul’un Tahtakale semtinde, Kiva Han adıyla açılır. O dönemlerde kahvehaneler, sadece kahve içilen ve satranç oynanan mekânlar değil, insanların buluşma noktası ve sosyalleşme alanlarıdır. Otoritenin kolayca denetleyemediği bu merkezlerde hem entelektüel etkinlikler düzenlenir hem de siyasi haberler tartışılır. Kahvehanelerin bu rolünü fark eden Kanuni Sultan Süleyman, III. Murad, I. Ahmed ve IV. Murad gibi padişahlar, kahveyi yasaklayan fermanlar çıkarır. Sadullah Sadi Efendi ve Bostanzade Mehmet Efendi gibi şeyhülislamlar ise fetva vererek bu yasakları kaldırır. Osmanlı, Malta Adası (1565) ve İkinci Viyana (1683) gibi kuşatmalarda egzotik erzaklarını orada bırakarak Avrupalıları kahveyle tanıştırır. Daha sonra, Venedikli tacirlerin çabalarıyla kahve Avrupa’ya iyice yerleşir. İtalya’da ilk kahvehane 1645’te, Londra’da ise 1652’de açılır. 18. yüzyılda kahve Güney Amerika’ya yayılır.   Rubiaceae familyasından Coffea  cinsine ait bir ağacın meyvelerinin çekirdeklerinden elde edilen kahve, Osmanlı döneminde Yemen’den gelirken, günümüzde Türkiye’ye Minas Gerais bölgesinden ithal edilmektedir. The Specialty Coffee Association’ın uzmanlarından Sem Çeviköz’ün aktardığına göre çekirdekleri posası ile kurutulan bu kahve ( Rio Minas ), baharatlı tat notalarıyla ünlüdür. Deniz seviyesinden 800-2000 metre yükseklikte, makinelerin giremediği volkanik yamaçlarda yetişen ve yılda sadece bir kilogram çekirdek veren Coffea Arabica  daha lezzetli olmasına rağmen, ekonomik sebeplerden dolayı tercih edilmez. Ancak Kuru Kahveci Mehmet Efendi gibi bazı markalar ürünlerini bu yüksek kaliteli kahve çekirdeklerinden üretir. Şunu özellikle ifade etmek gerekir ki Türk kahvesi olarak adlandırılan kahve, belirli bir bitki türüne değil, bir demleme yöntemine işaret eder. Çekirdekler çok koyu değil kahverengi olacak kadar kavrulur. Kavrulmuş çekirdekler kum gibi iri taneli bırakılmayıp toz kıvamına gelinceye kadar öğütülür. Filtre yöntemiyle değil, pişirilerek demlenir ve diğer kahvelerden farklı olarak telvesi ile servis edilir.   Kahvenin bir ritüeli, sohbeti devam ettirme işlevi vardır. Kahve, ateş başında yavaş yavaş pişirilir ve kırk yıl hatırı olması niyetiyle zarif bir fincanda, bir bardak su ile ikram edilir. Önce kahve içen misafirin tok olduğu, önce su içen misafirin ise aç olduğu kabul edilir. Kahvenin yanında sunulan lokum, hem ekonomik bir durum göstergesidir hem de misafire verilen değeri sembolize eder. Kahvenin tadını tam olarak alabilmek için fincandaki sıcaklığının düşmesi beklenir ve keyif almak için höpürdetilerek (bütün aroma tat alma tomurcuklarına çekilerek) içilir. Tat kelimesi, kültürel aktarımlarla koku anlamını içerse de tat ve koku birbirinden farklı algı alanlarıdır. Kahvenin kokusu, burun ve damak yoluyla iki farklı kanaldan algılanır: Burunla alınan orta nazal koku algısı ve damakla alınan retro nazal koku algısı. Kahvenin, bine yakın molekülden oluşan kendine özgü bir kimyasal yapısı olduğunu belirten Vedat Ozan, Okan Bayülgen’in Göz Açıp Kapayıncaya Kadar  başlıklı belgesel filminde de kahvenin burunla alınan kokusu ile damakla alınan kokusunun birbirine çok yakın, nadir türlerden biri olduğunu vurgular.   Nişanyan Sözlük’e göre kahve kelimesi Arapça khw  kökünden gelir ve koyu şey anlamını taşır. Ancak, bazı etimologlar kelimenin Etiyopya'da bir coğrafi yer adı (Fr. toponyme) olduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca, kahve çekirdeklerinin öğütülüp demlendikten sonra kalan kalıntılarına verilen telve kelimesinin, Evliya Çelebi'nin Seyahatname  adlı eserinde ibrik payı anlamında kullanıldığını görürüz.   Goethe, Mozart ve Balzac gibi kahve tiryakileri, kahve içerek sanatsal eserlerini üretmişlerdir; günümüzde ise kahvenin kendisi bizzat sanat malzemesi haline gelmiştir. Tarih boyunca coğrafyadan coğrafyaya, kültürlerden kültüre sanat için kullanılan malzemeler hep değişmiş, her dönemde geleneksel olanın ötesine geçilmiş, gündelik yaşamın sıradan unsurları alternatif malzemelere dönüşmüştür. Sadece 20. yüzyılda bile meyve, reçel, dondurma, şarap, çay gibi yiyeceklerin malzeme olarak kullanıldığını görürüz. Eskiden beri gübre, koku giderici, maske ve peeling gibi geniş bir yelpazede kullanılan kahve telvesinin sanatsal bir malzeme olarak kullanımı da modern döneme denk gelir.   Brezilya'dan, İran'dan, İtalya'dan, Türkiye'den ve Yunanistan'dan birçok sanatçı, kahveyi çeşitli yoğunluklarda yüzeye döküp ortaya çıkan akıcı formları detaylandırarak kahveyi sanata dahil etmiştir. Kontrastlardan yararlanarak soyut çalışmalardan figüratif kompozisyonlara kadar geniş bir yelpazede işler üretmişlerdir. Bu sayede rastlantısallık ve kontrol arasında bir denge yakalamaya çalışmış veya yaratma süreçlerini planlamaktan çok anlık ilhamlarla gerçekleştirmek istemişlerdir. Jackson Pollock yatay yüzeydeki tuvallere boya akıtarak, dikey yüzeydeki tuvallere boya fırlatarak resim üretmişti. Akıttığı boyayla çizginin figürü sınırlama ve tanımlama fonksiyonunu ortadan kaldırmış, fırlattığı boyayla kaotik sonuçlar almayı denemişti. Buna drip technique  adı verilmişti.   Edanur Sabuncu ise malzeme kullanımındaki yenilikçiliğiyle değil, kültürel kodlara yaslanan tavrıyla diğer sanatçılardan farklılaşıyor. Sanatı, sanatın içerisinden değil, kültürün içerisinden doğuruyor. Sanatın sadece görsel bir deneyim olmadığını, malzemenin kültürel anlamlarının ve duygusal çağrışımlarının da sanata dahil edilebileceğini gösteriyor. Kahve telvesini kullanarak ürettiği ve Akbank 42. Günümüz Sanatçıları Ödülü Sergisi ’ndeki işleri, “Gelecek- Geçirmez: Kanıt, Prova, Direnç” teması altında kültürel bir geçmişe atıfta bulunuyor. Eserin zemininde oluşan küflenmeler ve formlarda meydana gelen bozulmalar, eseri süresiz yorumlamaya açık hale getiriyor. Bu eserler, izleyiciye kahve falı veya psikologların mürekkep lekesi ( Rorschach ) uygulamalarından farklı bir deneyim imkânı sunuyor.   Kahve seansında otorite tektir. Falcı, bir çeşit bilicidir. Fincandaki telveye bakan da odur, görünenleri yorumlayan da odur. Klinik seanslarındaysa bir iş bölümü vardır. Mürekkep lekelerine bakan ve gördüklerini yorumlayan danışandır. Danışana bakan ve danışanın yorumlarını analiz eden ise psikologdur. Edanur Sabuncu, sanatın imkanlarını kullanarak izleyicilere üçüncü çeşit bir seans alanı açıyor: Kendin gör, kendin yorumla alanı. İzleyicinin biyografisi üzerinden telveler, bir kendine bakış, bir kendini yorumlama aracı oluyor.

Hatırlanması mümkün olmayan bir geçmişin izleri

Hatırlanması mümkün olmayan bir geçmişin izleri

Balca Ergener'in kişisel sergisi Endişeli Kalbim 27 Temmuz 2024 tarihine kadar Depo'da devam ediyor. Sanatçıyla sergideki eserleri üzerinden geçmişe, şimdiye ve bunların hafızamızdaki yerine dair sohbet ettik Röportaj: İbrahim Cansızoğlu   Balca Ergener, Fanilik Ritmi, Mutluluk Ritmi  serisinden, 2014-2024, Hahnemühle 310 gr. German Etching kağıt üzerine arşivsel pigment baskı ve serigrafi baskı, 100x67 cm Depo’da devam eden Endişeli Kalbim başlıklı serginin ana çerçevelerinden birini oluşturan yıkım ve inşa döngüsünün, akla getirdiği tüm olumsuz çağrışımların yanı sıra hafızanın unutma ve hatırlama işlevleriyle de ilişkili olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden sergide yalnızca belgeleyen ve bir şeyleri hatırlatan fotoğraflar yok; sanki oluşturduğun imgelerin içinde unutulmuş bir şeyler de var. Unutma ve fotoğraf arasında bir bağ kurabilir miyiz gerçekten?   Sergideki Fanilik Ritmi, Mutluluk Ritmi  (2014-2024) serisindeki fotoğraflardan birinde Gezi Parkı’ndaki eski Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nin kalıntıları arasında henüz yıkılmamış bir bölümün camında “FOTOĞRAF SERVİSİ” yazıyor. Biraz arkasında da bir hurdacı arabası var. Bu öğelerin geçmişle ve artık orada olmayanla fotoğrafın ilişkisi, yapabilecekleri üzerine çağrışımları davet edebileceğini düşünmüştüm. Bu seriyle en çok yapmak istediğim, sürekli devam eden yıkım ve inşa hareketi duraksadığında, yapılı çevre zaten hep böyleymiş gibi kendini gösteremediğinde, şehir bir anda arkeolojik kazı alanı gibi görünmeye başladığında ortaya saçılan katmanları görünür kılmak ve görünür olmayanlara da bir göndermede bulunmak. Unuttuklarımızı göstermek ve gösteremediklerime işaret etmek. Gezi Direnişi sırasında da Gezi Parkı’nın belki o zamana kadar unutulmuş olan tarihi çok konuşulur olmuştu Topçu Kışlası’nın yerine yapılmak istenen AVM’den başlanarak. Parkın olduğu yerde eskiden Pangaltı Ermeni Mezarlığı olduğunu da birçoğumuz o zaman öğrenmiştik.   Sergideki bu seri 2014 yılında Meltem Ahıska ile yaptığımız sanatçı kitabındaki fotoğraflardan bir seçkiden ve Meltem’in kitap için yazdığı metinden alıntılardan oluşuyor. Meltem’in kitaba verdiği isim ve yazdıkları Walter Benjamin’in yıkıntı, geçicilik ve mutluluk arasında kurduğu ilişkiden esinleniyor. Benim anladığım ve anlatabildiğim kadarıyla, yıkıntı bize her şeyin geçici olduğunu hatırlatır ve çökmekte olanın içinde geçmişin gerçekleşmemiş arzuları, ihtimalleri saklıdır. Kazı yaparak onların bir anlık parlamalarında tanıyabilir ve hatırlayabiliriz. Mutluluk ise bu geçiciliği kavramak ve geçmişin kayıp imgesini kurtarmakla ilişkilidir. Metinde fotoğrafla ilgili şöyle bir bölüm var: “İhtimallerle örülmüş zamanı ifşa etmek üzere parlıyor fotoğrafın ışığı. Yine de paradoksal olarak zamanın geçişine ebedi bir nitelik kazandırıyor. Zamanın çürümesine mekânsal bir biçim veriyor. Ne olmuş olduğuna dair kanıtlarla birlikte fotoğraf, geçiciliği ve ölümü sahneliyor…” Fotoğraf geçiciliği sahnelerken fragmanlar halinde geçmişin izlerini de taşıyabiliyor, Freud’a ve Benjamin’e göre hiçbir zaman tamamen hatırlanması mümkün olmayan bir geçmişin izlerini. Ülker Gökberk’in Hafıza Kazısı: Bilge Karasu’nun İstanbul’u, Walter Benjamin’in Berlin’i  isimli kitabını yeni okudum. Orada “hafızanın hem unutmayı hem hatırlamayı içeren işleyişine” ve mekânın, özellikle de şehir mekânının, bir hafıza deposu olarak iş gördüğüne dair vurgular olmasından etkilendim.   Endişeli Kalbim  (2023-2024) serisini yapmaya başlamama neden olan şeylerden biri İstanbul’da eski bir vapur koltuğunun kahverengi derisinin beni bir anda başka bir zamana fırlatmasıydı. Herhalde İstanbul’dan taşınarak süreklilikten koptuğum için bu deneyimi yaşadım, bir süredir o koltuğu görmediğim için. Tedavülden kalkmak üzere olan bu koltuğun biriktirdiği ve benden silinen hafıza üzerine düşündüm.   Bu serideki birçok diğer kolajda da ömrü kısa olan, geçici olanla uzun zamandır orada olan arasında veya durağan olanla hızlı değişen arasında bir gerilim var. Sergiye girince izleyiciyi karşılayan ilk kolaj işinde sökülmüş bir kaldırımın parçaları donmuş bir gölün üzerinde duruyor, başka birinde eski bir su türbini yağmurda oluşmuş bir su birikintisinin üstünde, bir diğerinde inşaatın önüne çekilmiş metal levha kocaman kayaların önünde. Zamanın geçişi üzerine çağrışımları olduğunu umuyorum. İstanbul ve Zürih’in eski ve yeni doğasından/dokusundan parçalar içeren ve arada büyük boşluklar bırakan bir sergi oldu. Balca Ergener, Fanilik Ritmi , Mutluluk Ritmi serisinden (2014-2024), Hahnemühle 200 gr Mat Fibre k â ğıt üzerine photo segment baskı, 100x100 cm   2013 yılının şubat ayında Gezi Parkı’nda fotoğraflar çekmeye başlamıştın ve bunlardan biri de sergide yer alıyor. Bu aslında çok ilginç bir tesadüf çünkü birkaç ay sonra aynı yerde Türkiye yakın tarihinin en önemli kırılmalarından biri yaşandı. Bunu bir kırılma olarak tanımlıyorum çünkü orada gerçekte yaşananlarla politik çıkarlar doğrultusunda kurgulanan anlatılar arasında bir yarık oluştu ve bu yarık giderek derinleşti. Sözünü ettiğim politik anlatı gerçeklikle bağdaşmadı ancak yakın zamanda genel geçer kabul görmeye başlayan bir olguya dönüştü. Öncelikle seni Gezi Parkı’nı fotoğraflamaya iten şey neydi ve sergide sunduğun işlerdeki kompozisyonları yaşanan gerçeklik ve politik kurgu arasındaki yarıkta nasıl konumlandırıyorsun?   Evet, bu serideki fotoğraflardan iki tanesini 2013 yılının şubat ayında çekmiştim, oradaki evlendirme dairesi yıkıldığı zaman. 2012 yılında 8 Mart’taki Feminist Gece Yürüyüşü’nden sonra eski bir gazino olan evlendirme dairesinde Türkiye’deki feminist hareketin 30. yılı vesilesiyle bir kutlama düzenlendi. Hareketin farklı kuşaklarını bir araya getirmeyi hedefleyen çok güzel bir geceydi. O gece arkadaşlarımdan birkaçı burada evlendiklerini söylediler. Kimi boşanmış kimi boşanmamıştı ama orada feministlerle birlikte bir kutlama yapmak onlara heyecan vermişti. Ben de haziran ayında, feminist olmamla çelişkili bir biçimde evlenmeye karar verdiğimde; bu hafızanın, tarihçenin bir parçası olmak ve o dönem zaten Gezi Parkı ve çevresindeki yıkım ve inşaat planları ortaya çıktığı ve Taksim Dayanışması parkı korumak için çağrılar yapmaya başladığı için burada evlenmek istedim. Nikâhtan sonraki kokteyli sergide de yıkıntılar üstünde yükseldiği gözüken Ceylan Oteli’nde yaptık. Daha sonra oraya biber gazından kaçmak için de sığındık… Evlendirme dairesi yıkıldığında oraya gitmem tesadüf değildi yani, zaten parkta olabilecekleri bekliyorduk ama parkı korumak için yapılan ve yapılacak eylemlerin böylesine büyük bir kırılmaya yola açacağını bilmiyorduk.   Bu fotoğraf serisinde belgelemek istediğim bir şey de vardı. Gezi Eylemleri sırasında park ve çevresindeki yıkıntılara eylemciler neden olmuş gibi bir hava yaratıldı. Halbuki çevredeki inşaatları gizleyen paravanlar aşağı inmiş ve süregiden yıkım görünür olmuştu. Sergide direniş sırasında çekilmiş fotoğraflarda, direnişçilerin, bu yıkıntıların oluşturduğu materyal çevre içinde hareket ettiklerinin ve daha iyi bir hayatın hayalini kurduklarının görünür olduğunu umuyorum. Eylemlerin sonrasında kurgulanan anlatılar nedeniyle de Osman Kavala, Çiğdem Mater, Mine Özerden, Tayfun Kahraman ve Can Atalay hâlâ tutsak olduğu için çok üzgünüm. Unutmakla ilgili soruna geri dönersem, üzerinden zaman geçtikçe olanlar silikleşiyor. Bazen oralardan geçerken bir anlığına canlanıyorlar. Belki bu insansız veya insanların uzaktan görüldüğü fotoğraflar da o anlar gibi bir işlev görebiliyorlar. Endişe veya kaygı benim birlikte yaşamak durumunda olduğum bir duygu. Bunu seçmiyorsun, genellikle aktarılmış ya da çoktan psikolojik örüntülerimize gömülmüş oluyorlar ve içinde yaşamayı öğrenmen gerekiyor. Ben bu duygularla, yakın zamanda, kaygının gelecek planları yapmak konusundaki önemli işlevini kabul ve takdir ettikten sonra barışabildim. Serginin başlığında yer verdiğin endişe ile senin kurduğun ilişki nedir? Endişe ile nasıl başa çıktın veya çıkmaya çalışıyorsun?   Başa çıkmak için psikanalize gittim, çok güzeldi. Şimdi de terapiye gidiyorum ve dinledikçe, konuştukça endişenin düşüncemi durdurduğunu, hareketimi dondurduğunu anlıyorum. Bu durumları yakalamaya, neden olan şeyleri anlamaya çalışıyorum.   Serginin ismi fotoğraflarla yaptığım kolaj serisinin isminden geliyor. Banu Karaca’nın önerisiyle serginin de ismi oldu. Endişenin tarihi üzerine araştırma yaparken Antik Yunan dönemine ait bir metinde insanların endişeli kalplerinden bahsedildiğini gördüm. Şimdi söyleyince bana şefkatli bir ifade gibi geliyor. Böyle bir şefkati kendime, çevreme ve izleyiciye yöneltmek; endişemi izleyiciyle paylaşmak istedim. Balca Ergener, Fanilik Ritmi , Mutluluk Ritmi  serisinden (2014-2024), Hahnemühle 310 gr. German Etching k â ğıt üzerine arşivsel pigment baskı ve serigrafi baskı, 100x67 cm Kamusal alan imgelerini alışılmadık şekilde mimariden uzak bir yerde elle tutulamayan ancak bir maddeselliği de olan fenomenlerle biçimlendiriyorsun. Sis ve koku aklıma gelen ilk örnekler. Her ikisinin de materyal bir karşılığı var. Sis aslında görebildiğimiz de bir şey ve içinde yaşadığımız atmosferi kaplıyor. Koku ise havayla yayılan, hareket eden ve duyumları harekete geçiren kimyasal bir madde. Kamusallığı neden bu kadar uçucu formlarla birlikte düşünmeyi tercih ettin?   Çok ilginç bir soru bu. Sisi ve kokuyu beraber düşünmemiştim. Şimdi düşününce ikisinin de şehir hayatının sıradan akışını sekteye uğratan, birbirini tanımayan insanların paylaştığı ve sanki bu insanların aynı rüyayı görmelerine neden olan. doğal fenomenler olduğunu fark ediyorum. İstanbul’a bazen çöken yoğun sis bir anda rüya âlemine dönüştürüyor şehri, manzara değişiyor ve dediğin gibi hava bir maddesellik kazanıyor. Sergideki sisli imgeyi 2014 yılının şubat ayında çektiğim bir fotoğrafın üzerine serigrafi uygulayarak ürettik. Taksim Meydanı’nın üstüne çöken yoğun sis Gezi sonrasındaki hâlimizi anlatmak için çok iyi bir metafor olmuştu.   Koku da benzer bir şekilde tanımadıklarımızla paylaştığımız bir şey. O daha döngüsel. İstanbul’un bazı yerleri her sene sırayla akasya kokar, iğde kokar, ıhlamur kokar... İğde çiçeğinin kokusu hakkında kadınların libidolarını artırır diye bir efsane olduğunu öğrenince bunun tanıdığım ve tanımadığım kadınlarla paylaşabileceğim bir şifreye dönüşebileceğini hayal ettim. Önce bulduğum bütün iğde ağaçlarını Google Maps üzerinde işaretledim ve Çatlak Zemin dergisi aracılığıyla bildikleri iğde ağaçlarının yerlerini paylaşmaları için kadınlara bir çağrı yaptım. Aslında bu kokunun tek bir cinsiyet üzerinde etkisi olacağına inandığımdan değil ama kadınların tehlikeli cinselliği mitine atıflar içeren bir söylentiyi dönüştürmek istediğim için yaptım bunu. Bir yandan kadınlar üzerindeki bu baskı artarken iğde ağaçlarının karayolları kenarına dikiliyor olması, kendi kendilerine büyüyor ve kadınlara hayat enerjisi veriyor olması hayali çok güzeldi. Böylece tamamlanamasa da şehrin koku üzerinden bir haritasını yapmaya çalıştım. Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin bahçesinde de bir iğde ağacı olması nefis bir tesadüftü. Daha sonra bu ağacın altında buluşup dili günlük alışkanlıklarımızın dışında kullanacağımızı umduğum bir yazı oyunu oynadık. Sergide izleyicilerin mekân içindeki dolaşımlarına bir anlamda müdahale etmek için oluşturduğun yerleştirmeler bana ilk görüşte mezar taşlarını anımsattı. Bu yerleştirmelerde kullandığın çok katmanlı formlar hakkında neler söylemek istersin?   Bu formların iki tanesi hariç hepsi şehirde her yerde (sergideki camın önünde de) karşımıza çıkan baba dediğimiz nesneler. (Fotoğrafları strafor üzerine yapıştırarak ürettim.) Birçoğunu da belki hemen belli olmasa da darbe görüp kırılmış, yamanmış, ya da sökülmüş yerde yatar halde özellikle Göztepe gibi kentsel dönüşümün çok hızlı devam ettiği semtlerde buldum. Eski mezar taşlarına benzer oluşları ilgimi çekiyor. Şehrin yeni ama hemen eskiyip gözden çıkarılan “doğası” oldukları için, çöken şehrin her yerinde bulundukları için… Ve şehirde bizim varoluşumuzla bir benzerlik, bir yoldaşlık seziyorum. Aynı zamanda çoğunun üzerindeki delik, duvara sıvanmış ve şehrin jeolojik oluşumunu hatırlatan büyük kaya fotoğrafındaki deliğe de benziyor biçimsel olarak. Bu fotoğrafı çocukluğumu geçirdiğim Rumeli Hisarı’nda çektim. Nesneler arasında baba olmayan iki taş formu da buradan. Biri çınar meydanındaki ağacı çevreleyen eski duvardan, biri de ne olduğunu anlamadığım bir taş öbeği. Yeni olmayanı temsil ettiler veya çağrıştırdılar sergide. Rumeli Hisarı’na gitmemin nedeni de bir köken aramakla ilgiliydi sanıyorum.   Sergiyi hazırlarken Merve Elveren ve Dilek Winchester ile birçok çalışma toplantısı yaptık. Bu nesnelerin sergiyi dolaşanı oyuncu bir şekilde yönlendirmesi fikri o toplantılarda çıktı. Son yerlerine de sergiyi kurarken Sibel Horada ile karar verdik. Baktığınız yere göre değişen katmanların mekânın içinde kolajlar yaratmasını amaçladık. Bunun parçalılık hissini, hem şehri sadece parçalı olarak algılamak mümkün olduğu için hem de ev hissi benim için parçalı h​​ale geldiği için artırmasını istedim.   Bu nesneleri farklı açılardan birbirlerinin, duvarlarda asılı kolajların ve duvara sıvanmış büyük boy fotoğrafların üzerinde görmek mümkün. Duvara sıvanmış fotoğraflardan diğeri Gezi Parkı’ndaki yunuslu heykelli havuzunun içi. Onun tam önünde de yerinden sökülmüş, demir filizleri gözüken ve kenara atılmış bir babanın alt kısmı görünüyor. Suda ağırlığını kaybetmiş bir meteora benzetiyorum.   Davetimi kabul edip sergi kapsamında bir konuşma yapan Ceren Lordoğlu sayesinde Iris Marion Young’un House and Home: Feminist Variations on a Theme  adlı makalesini okudum. Young bu makalede evin, geçmişle gelecek arasında devamlılığı sağlayan bir çapa görevi görecek, kaybolmamızı engelleyecek fiziksel bir varlık olduğundan söz ediyor. Benim arayışlarım da, İstanbul’u bir ev olarak düşünürsem, kaybolma endişesiyle ilgili sanıyorum. Young, insanın bir yerde bedeninin hareketleriyle bu hareketlerin etrafında geçtiği materyal şeyler, onlara atfettiği anlamlar arasındaki etkileşim yoluyla evde hissettiğini söylüyor. Rutinlerden, alışkanlıklardan, mekânsal bir varoluştan söz ediyor. Bunları ev içi için söylüyor ama şehir için de benzer bir şey söylenebilir bence. Bu materyal çevre değişince, bedenin hatırladığı şeyler artık etrafında olmayınca ev, devamlılık, geçmiş ve gelecek hislerine ne oluyor? Uzun zamandır İsviçre’de yaşıyorsun. Göç etmek senin üretim biçimlerini nasıl dönüştürdü ve gelecek projelerin neler? Sanat pratiğimin merkezinde günlük hayatımın geçtiği yerleri fotoğraflamak var. Buraya taşınmadan önce İstanbul biz yaşayanları hiçe sayan bir şekilde hızla dönüşürken İstanbul’u fotoğraflamak benim için çok zor bir hale gelmişti. Ekim 2016-Mayıs 2017 arasında her gün sabah ve akşam sadece gökyüzünün fotoğrafını çektiğim Günlük  adlı bir seri yapmıştım. Evden tekrar tekrar gökyüzünü fotoğraflamamın bir nedeni de bebeğim olduğu için ama aynı zamanda İstanbul’un farklı yerlerinde bombalar patladığı için eve kapanmış hissetmemdi.   Sonrasında fotoğraftan uzaklaştığım ve sergide de yer verdiğim İğde Oyunu  (2019), Kendini Unutmak  (2020), Zayıflığınızı 0’dan 10’a kadar bir ölçekte nerede değerlendirirsiniz?  (2020) gibi yazı temelli işler yaptığım bir dönem oldu. Aslında parçalayıp birleştirme denemelerini ilk kez kelimelerle, yazıyla yaptım. Aynı zamanda burada sanat üzerine bir Master yaptım ve serigrafi gibi yeni teknikler öğrendim, farklı malzemelerle denemeler yapma şansım oldu.   Geçen sene Endişeli Kalbim serisindeki kolajlarla fotoğrafa geri dönebildim. Bütünlüklü bir anlatı kurmaya çalışmamak bana iyi geldi. Görme dışındaki duyulara biraz daha hitap etmeye çalışmak da. El yordamıyla etrafımı tanımaya, anlamlandırmaya çalışmayı ifade etmek için.   Çünkü bir yandan da ait hissetmediğim, benim diyemeyeceğim bir yere taşındığım için gördüklerimi ve hissettiklerimi ancak parçalı bir şekilde ifade edebiliyorum. Zürih’te şehrin tarihçesinin neresine denk geldiğimi iyi bilemiyorum. Dönüşümün daha yavaş olduğu bir şehir olsa da çevremdeki binaların yıkılıp yenilerinin yapıldığını gördüm ama birçoğunu da görmedim, Akmerkez yapılmadan önce orada olan sahayı hatırladığım gibi hatırlamıyorum şimdi. Çeşitli fantezilerim var ve bazen çok yanlış olduklarını öğreniyorum. Mesela eski moda tahta mobilyaları olan bir kafenin 100 yıllık olduğunu düşünürken 10 yıllık olduğunu, 1960’larda veya 70’lerde yapıldığını tahmin ettiğim, ağaçların içinden geçtiği bir pergolası olan tramvay istasyonunun 2000’lerin başında yapıldığını öğrendim. Evime beş dakika mesafedeki nehir kenarındaki eski tren istasyonun 1989’a kadar çalıştığını, kapanınca junky lerin oralara yerleştiğini sonra kovulduğunu öğrendim ve belki bu tarih nedeniyle şimdi orada tadını çıkardığımız salaş yapılar olduğunu tahmin ettim. Bunları araştırmaya ve ev meselesi üzerine düşünmeye devam etmek istiyorum.   Bir de aklımda tesadüfler sonucunda taşındığım bu doğası ve manzaralarıyla ünlü yerle ilgili daha önce çevremde olan imgeler var. Biri Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü’ndeki İsviçre Ormanı. Küçüklüğümden burayı ağaçların arasında uzun otların ve çiçeklerin olduğu bir tepe olarak hatırlıyorum ve şimdi bazen Zürih’te benzer bir yer gördüğümde aklıma geliyor. Orayı mümkünse tekrar ziyaret edeceğim. Bir de kocamın büyüdüğü evde olan büyük bir manzara fotoğrafı reprodüksiyonu üzerine düşünüyorum. Memleketleri Doğu Karadeniz’e benzediği için eve asıldığını tahmin ettiğim İsviçre’den bir dağ manzarası. Tam neresi olduğu biz buraya taşındıktan sonra çözüldü. Ev meselesi üzerine okurken göçmenler için yeni evlerinin bulunduğu yerlerin dokularında göç etmeden önceki evlerinden anıların yankılandığını okudum. Ben de Zürih’te gölün dar olduğu bir yere gidip Arnavutköy’deymişim gibi hissediyorum bazen. Bu resim örneğinde de aynı durumun biraz daha karmaşığı var belki: Rize-Artvin’den İstanbul’a göç edip bir İsviçre manzarasına bakıp orayı hatırlamak. 1980’lerin başında henüz Doğu Karadeniz’in çok fazla renkli fotoğrafının dolaşımda olduğunu sanmıyorum. İsviçre doğa turizminde ve imgelerinin üretiminde çok öndeydi, o yüzden İstanbul’da da evlere girmiş olabilir. Aile geldiği yeri ne kadar özlüyordu bilmiyorum. Belki sadece hatırlamak için değil, doğa manzarasının sembolik bir değeri olduğu için veya ailenin tarihini hatırlatmak için de asılmıştır. Hepsi birlikte diye düşünüyorum. Ben de hem yaşadığım Boğaz’ı hem boğaz imgesini özlüyorum. Bu zevkli röportaj için sana ve Art Unlimited’a çok teşekkür ederim İbrahim. Sergiyi gerçekleştirmemi mümkün kılan Asena Günal’a, Depo’ya, Lamarts’a ve bütün arkadaşlarıma da çok teşekkür ederim. Endişeli Kalbim , Depo, Sergiden görünüm

İki ışık kaynağı olsaydı

İki ışık kaynağı olsaydı

Küratörlüğünü Aslı Seven'in üstlendiği  İki Güneş Altında , 21 Temmuz 2024'e kadar Odunpazarı Modern Müze'de devam ediyor. Sergideki yapıtların ışığında ikilikleri ele alıyoruz Yazı: Murat Alat İki Güneş Altında , Odunpazarı Modern Müze, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz, 2023 Nice vakittir Güneş’in altında yeni bir şey yok. Zira Güneş uzun zamandır bilinmiş olan, bilinen, bilinecek olan, bilinmeye değer olan her şeyi aydınlatıyor. Güneş uzun zamandır tek hakikat, tek tanrı. Peki ya iki güneşimiz olsaydı? Birinin gölgede bıraktığını öbürü aydınlatsaydı? Elbette bilim insanları bunun ekolojik zorluklarını uzun uzun açıklayabilirler ama şuna cevap veremezler: Bizim neden iki hakikatimiz yok? Neden hakikat tek? Aristoteles'ten beri çelişmezlik mantığın değişmeyen ilkesi. Halbuki birbiriyle çelişen iki farklı hakikat bulunamaz mı? Elbette bulunur, Schrödinger’in aklımıza hâlâ kısa devre yaptıran kedisini saymazsak sanat, birbiriyle çelişen yüzlerce, binlerce, hatta milyarlarca hakikatin yegâne yuvası. Aslı Seven küratörlüğünde Odunpazarı Modern Müze’de açılan İki Güneş Altında sergisi medeniyetimizin ve elbette görsel sanatlarımızın olmazsa olmazı yıldızların en müstesnasını, adıyla sanıyla Güneş’i dert ediniyor. Seven, Güneş’i ne yüceltiyor ne yeriyor sadece bir egzersiz olarak gökyüzünde iki Güneş, iki ışık kaynağı olsaydı diyor, her şey biraz daha farklı olmaz mıydı? İklim krizinin zirvesine çabuk adımlarla çıkadurduğumuz bu zamanlarda, medeniyetçe türlü saiklerle doğayla kültürün, insanla makinenin arasında mekik dokurken Güneş üzerine tefekküre dalmak, içinde debelendiğimiz bataklıktan kurtulmak için zarif bir o kadar da faydalı bir uğraş gibi. Seven, bu uğraşı Erol ve İdil Tabanca koleksiyonlarından seçtiği ağırlıklı olarak pentür işlerden mürekkep bir kurgu derleyerek icra etmiş. Bu tesir gücü yüksek kurgu serginin üç katına yayılan üç farklı bölüm üzerine bina edilmiş. Öykünme Dürtüsü , Kıyı Sahnesi ve Işık Hafızası  adlarıyla taçlandırılmış bu üç bölüm, Seven’in doğa bilimleri ve beşerî bilimler arasında sanat üzerinden kurduğu söylemini işler kılacak eserlerle donatılmış. Ben de bu yazıda bütün bu kategorizasyonu göz önünde bulundurarak sergiden örnekler seçip Seven’in açtığı yolda adımlarını takip etmeye ve de becerebilirsem onun götürdüğünden birkaç adım da öteye gitmeye gayret edeceğim. İki Güneş Altında , Odunpazarı Modern Müze, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz, 2023 Öykünme Dürtüsü  namlı, OMM’un giriş katına yayılmış, ismiyle müsemma seçki, sanatın membaındaki mimesis refleksine, insanın kaynağı ister duyulur olsun ister düşünülür gerçeği taklit etme dürtüsüne gönderme yapıyor. Bir alt okuma ise aynı insanın tanrıya has dünyalar yaratma yetisine imrenmesinin altını çizerek bu uğurda geliştirilmiş en nadide teknolojilerden biri olan sanatın varoluş koşullarını düşünmek için elverişli bir zemin hazırlıyor. Serginin açılışını yapan Alpin Arda Bağcık’ın Pipitizon adlı tuval üzerine yağlı boya çalışması bir diseksiyonu bilgi edinme, bilme amaçlı seyreden doktor grubunu odağına alıyor. Yaratıcısı ister tanrı olsun ister doğa her halükârda büyüleyici olan canlı bedenini yeniden yaratmak, cansız olana can vermek ve böylece de her canlının fıtratında olan ölümlülüğü aşmak medeniyetimizin yegâne ereği. Gözlem yoluyla bilgi edinmek ise Aydınlanma çağından beri bu fazlasıyla modern ve epey patetik yaşamı ilelebet süregider tutma ereğimize uygun olarak bedenlerimizi ölümsüz kılmak için işe koşuluyor. Bedeni yararak ışığın etin karanlığına nüfuz etmesini sağlayıp bilinmez olan yaşamın özünün bilinir kılınmasını niyet eden bu cerrahi operasyon sanatçı tarafından bir arkeolog refleksiyle bilimsel bilginin koşullarının kazısının yapıldığı bir ime dönüştürülüyor. Serginin girişine yerleştirilmiş bir diğer eser olan Fatma Bucak’ın hakikatin kaynağını arayan bakışı sanat-hayat diyalektiği ekseninde ele alan videosunda ise seyirci olarak bakışımız, sanatçının gerçekleştirdiği bir performansı seyreden bir grup kadına yöneliyor. Anlamın mevzubahis performanstan mı, performansı kendilerine has tepkilerle seyreden seyircilerden mi yoksa sergi salonunda videonun karşısında duran bizden mi neşet ettiği sorusu sanatın hakikatle, bilgi ile olan ilişkisini handiyse absürtleştirerek parçalarına ayırıyor. Bağcık’ın ve Bucak’ın eserlerini serginin girişine yerleştirerek Seven, Güneş’in nurundan pay alan gözlerimiz üzerine kurulmuş hakikat mefhumunu müze ziyaretimiz boyunca bize eşlik etmesi için türlü veçheleri ile yanımıza katıyor. Bu iki eserlik epigraftan sonra yolculuğumuzda ilk karşımıza çıkan, tarihçilerin modern olarak etiketlemekten çekinmeyeceği Mübin Orhon ve Nejat Melih Devrim’e ait pentürler. Üçü Orhon’a, ikisi Devrim’e ait olan bu beş farklı soyut çalışma odağımızı hâlâ bakışta tutarak soyut resmin imkânlarından faydalanıp bakmanın ve görmenin saf formlarını tuvalin somut yüzeyinde arıyor. Her iki sanatçının bedenli olmanın kaçınılmaz tabiatına uygun olarak da birbirinden tamamen farklı formlar ortaya çıkarması, bilimin nesnellik düsturunun tersine sanatta saf bir hakikatin bulunup bulunamayacağına dair bir sorgulamaya meydan veriyor. Yine bu giriş bölümünde iki zıt uçtan rengin eleştirisini yapan Yağız Özgen ve Nejat Satı’nın pentürlerini görüyoruz. Fizik kuralları her insan için aynı kalsa da modern sanatın defalarca gösterdiği gibi görme denen mekanizma her birimiz için farklı işleyebiliyor. İki Güneş Altında , Odunpazarı Modern Müze, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz, 2023 OMM’un ikinci katına çıkınca serginin Kıyı Sahnesi epizodunun içine dalıyoruz. Eser yoğunluğu en fazla, söylem çeşitliliği en çiçekli bölüm burası. Birbirinden külliyen farklı iki güneşin aydınlattığı bir alemi, içinde yaşayageldiğimiz kültürdeki ikiliklerin birbirlerine temas ettikleri hatta iç içe geçtikleri kıyı şeritlerinde arıyor bu seçki. Medeniyetimiz her ne kadar ikilikler üzerine kurulmuş olsa da bütün bu ikilikler arasındaki ilişki çokluğun birliğe indirilme kaygısı taşır. Mevzubahis ister doğa/kültür olsun ister kadın/erkek, bütün ikilikler bir öğenin diğerine üstünlüğü, ast olanın üst olana tabiiyeti esasına göre ilişkilendirilir. Hakikatin tek olduğu bir sistem çoğulluğa izin veremez. Halbuki metaforik olarak iki güneş, iki hakikat, iki tanrı demekse ikiliklerin yekününde ikiliği oluşturan farklı öğeler eş derecede varoluşsal öneme sahiptir. Bu kalabalık bölümdeki eserleri ve de ortaya serdikleri ikilikleri listeleyecek olursak: Aras Seidigh insan-makina; Tayfun Erdoğmuş; Azade Köker; Orhan Peker; Gizem Akkoyunoğlu, doğa-kültür; Sabri Berkel; Mehmet Güleryüz, soyut-figüratif; Komet; Nuri İyem; Bedri Rahmi Eyüboğlu, ebediyet-zaman; Nuri Abaç, doğu-batı; Erol Akyavaş, organik-inorganik; Fikret Mualla, renk-form; Ferruh Başağa, ışık-gölge; Hüsamettin Koçan, dünyevi-uhrevi; Sadık Arı, düzen-kaos; Burcu Yağcıoğlu, İnci Eviner, düzen-kaos; Guido Casaretto, asıl-kopya, Haluk Akakaçe, kitsch-otantik; Erdağ Aksel, özne-nesne; Burhan Uygur, düş-hakikat; Osman Dinç; Seyhun Topuz, devinim-atalet; Ebru Uygun; Ahmet Oran, yıkım-yaratım… Seven bu zengin seçkisiyle ikiliklerin birbirine bordaladığı noktalarda bir medeniyet eleştirisi gerçekleştirirken öte yandan da aynı ikiliklerin iç içe geçtiği bölgelerde çoklu hakikat rejimlerinin imkânlarını araştırıyor. İki Güneş Altında , Odunpazarı Modern Müze, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz, 2023 Işık Hafızası ’nın yerleştiği müzenin son katı Seven’in sanat eserleri aracılığıyla yazdığı deneysel denemenin son paragrafı. Bu bölümde Seven dünyayı anlama çabasını terk edip onu değiştirmeye, onun üzerinde mikro ölçekte de olsa olumsal bir etki yaratmaya çalışıyor. Bu uğurda da ilk iki kattaki çoğunlukla analitik, eleştirel bakışın yerini burada edimsel bir tefekkür alıyor. Taner Ceylan, İlhan Koman, Etel Adnan, Zoë Paul, Serhat Kiraz ve bir kez daha Mübin Orhon’la Nejat Melih Devrim’in eserleriyle donatılmış bu seçkide müze binasının mimari yapısının bu kata has özelliği olan Güneş ışığının sergi salonunu doldurması vesilesiyle, bir fail olarak Dünya’daki yaşamı yaratan somut bir gerçeklik, yıldızımız Güneş teşrif edip Prometheus'un tanrılardan çalıp insanlara bahşettiği, dünyalar yaratmamızın mitolojik müsebbibi, sanat eserlerinden etrafa yayılan ateşle muhabbete giriyor. Seven’in tabiriyle “organik yeryüzü” şekillerine adanmış bu seçki, serginin nüvesinde bulunan iki güneş rejimini bilimkurgu edebiyatının farazi topraklarından çıkarıp şimdi ve burada mümkün kılıyor.

Bir ipin iki ucundan: Sepetteki Diyalog

Bir ipin iki ucundan: Sepetteki Diyalog

Varduhi Balyan’ın yönetmenliğindeki Sepetteki Diyalog 'un gösterimi 18 Nisan 2024 tarihinde Depo’da gerçekleşti. Filmi yakınlıklar ve mesafeler üzerinden ele alıyoruz Yazı:  Esra Oskay Varduhi Balyan, Sepetteki Diyalog , 2020, Videodan durağan görüntü, Fatma Teyze ve Varduhi Balyan “N’apıcaz? Seninle belgesel yapacak mıyız?” diye başlıyor Sepetteki Diyalog . Varduhi Balyan, bir belgesel filmi açılışı için oldukça mütevazi ama aynı zamanda da iddialı bu soruyu belgeselin ana karakteri Fatma Teyze’ye yöneltiyor. Sepetteki Diyalog , geleneksel sınırları içinde düşünüldüğünde belgeselin bilgiyle kurduğu ilişkinin ötekine yönelen şiddetine karşı konumlanarak başlamış oluyor böylece. Nesnesine ve kendine bir soru cümlesinin içinden bakarak ve bu bakışın keskin sınırlarına şerh düşerek.  Karantinanın yakın teması tehditkâr kıldığı bir zamanı kaydeden belgesel, iki komşunun birbirini daha yakından tanıma isteğine tanık ediyor seyirciyi. Fiziksel temasları bir sepetle sınırlı, altlı üstlü oturan iki komşu, pandeminin nefes alınabilinen tek alanından, balkondan sesleniyor birbirine. Aynı havayı güvenli bir mesafeden paylaşıyorlar. Sepetteki Diyalog  bana en çok mesafeler üzerine bir çalışma gibi geliyor: Evlerimize kapandığımız pandemi döneminde en yakınımızdakilerle aramıza giren mesafe, birbirine komşu olan iki kadının mesafesi, Fatma Teyze’nin dilinin dönmediği Varduhi ismine mesafesi… Varduhi Balyan, Sepetteki Diyalog , 2020, Videodan durağan görüntü, Fatma Teyze'nin balkonu Belgesele hâkim olan mesafe kavramının en sembolik noktası Fatma Teyze’nin belleyemediği Varduhi ismi belki de. Bellemek ve belgesel ötekini bilmeye dair benzer bir arzunun iki farklı kipi gibi çıkıyor burada karşımıza. İlki tekrar tekrar karşılaşılan, toprağa bata çıka, onu kabartarak, havalandırarak belleğe kazıyan bir tanışıklıksa eğer alışıldık anlamıyla belgesel, bilme arzusunun yöneldiği nesneyi kendi dışında tutma konusunda kararlı gözüküyor. Varduhi’nin “Adımı yanlış söylemesine sinirlenmediğim tek insan” dediği Fatma Teyze’nin dilinde, onları aşan uzaklık sesli bir şekilde kendini gösteriyor. Varduhi kadar çok heceli ve çok sesli Melisa ismini bir çırpıda çıkarsa da Fatma Teyze, gündelik hayatta çok da aşina olmadığı Varduhi’yi sökemiyor. Varduhi’nin yabancılığına karşın Melisa’nın tereddütsüz ağızdan dökülüşü dilin belleğindeki bu boşluğun ardında daha büyük bir sessizliğe işaret ediyor. Bu yazıyı bilgisayarımda Türkçe dilinde yazarken Fatmaları Melisaları tanıyan Microsoft Word programının Varduhi’nin altını kırmızı zikzaklı çizgilerle çizmesi gibi bir yabancılık. Gündelik, alışıldık ve unutulmuş.  Filmin gösterimleri sonrası yönetmenle yapılan söyleşilerde bu yabancılık hissi sık sık gündeme geliyor. Bu iki karakter arasında geçen diyaloglarda görünen ve birbirini anlama arzusunun temelinde yer alan oldukça hayati bir his bu. Sepette gidip gelen kamera ve ses kayıt cihazı birbirinin hayatına yaklaşmanın aracısı oluyor. Eski zaman mahallelerinin kadim bir iletişim ve ulaşım aracı olan sepette gidip gelen kayıt aletlerinin eşliğinde belgeselin sınırlarını zorlayan bir diyalog seyrediyoruz. Aşağı “uzatılan” ve yukarı “çekilen” sepet, belgeselin hareketini belirleyen “kamerasız” bir kameraya, yaklaştırıp uzaklaştıran merceksiz bir merceğe dönüşüyor. Kamerayı aşağı yukarı hareket ettiren sepet, bu ikiliyi birbirine bağlayan, diyaloğun rengini değiştiren ve bir kamera kadar kritik bir araç haline geliyor. İki komşu arasındaki muhabbete sonradan dahil olan kamera, bazen zor soruların sorulmasına yardımcı olan bir aralık yaratıyor. Sepet, kameranın yabancılığının yarattığı sert köşeleri yumuşatıyor. Gündelik rutin içerisinde seslendirilmeyen, bazen yutulan konular belgesel türüne atfedilen nesnel bakışa yerleşilince daha rahat konuşuluyor sanki. İki komşu arasındaki incir çekirdeğini doldurmayan konuşmaların, rutinleşen temasların, tekrar eden sözlü geliş gidişlerin aksını kaydırıyor kamerayı elinde tutan her kimse. Hem gündelik olarak sorulamayan sorular ortaya dökülüyor böylece hem de belgeselin araya soktuğu mesafeyle yakınlığı tesis eden bazı sessizlikler konuşulmaya başlanıyor. Kamera uzaklaştıran ve aynı zamanda yaklaştıran bir araç haline geliyor. “Türkleri sever misin?” diye soruyor Fatma Teyze. Varduhi’nin cevabına “Teşekkür ederim, ben de seni severim” diye cevap veriyor. Daha sonra Varduhi, ya da Fatma Teyze’nin dilinin döndüğü ismiyle “Vartoni”, benzer bir soru sorduğunda Fatma Teyze’nin cevabı kimliğin bu soyut sınırlarını kişiselleştirerek bozuyor gene: “Sevmesem ismini çağırmam/salamam kızım”.  Varduhi Balyan, Sepetteki Diyalog , 2020, Videodan durağan görüntü, Fatma Teyze'nin balkonundan görünen Varduhi Balyan ve kedi Binnaz Çağırmak ya da salmak… Belgeseli tekrar tekrar durdurup Fatma Teyze'nin sözlerini anlamaya çalışıyorum ama asıl ifadeyi yakalayamıyorum. Sepeti aşağı “salıp” ilaç listesi veren, Varduhi’yi birbirine bakan apartmanların boşluğuna sohbete “çağıran” Fatma Teyze, iki yabancının birbirine yaklaşmasının şartlarını anlatıyor gibi bu sözlerle. Ancak ötekine seslenebildiğinde -bu ses her ne kadar bir ismin kendine has sınırlarını kavrayamasa da- yakınlığın tesis edildiği kanıtlanmış oluyor. Bu anlamda ses, oldukça kilit bir öğe olarak çıkıyor karşımıza. Alt kat ve üst kattaki mesafede gelip giden ses, izlediğimiz ekranın düzlüğünü aşıp sesin hissettirdiği uzaklık ve yakınlıkla seyirciyi içine çekiyor. İkilinin diyalogunu anlamak sesteki dalgalanmalar yüzünden zorlaştığı anlarda, biz de ekrandaki görüntülerden çok sese yaklaşmaya çalışıyoruz.  Ötekinin sesine yönelen dikkatin, “gücün dengelenmesine, ilişkisel yoğunluklara ve mücadelelere, etik duyarlılığa ve kişilerarası bağlılığa katkıda bulunduğunu” belirten Brandon LaBelle, dinleme eyleminin adaletin inşasında kilit bir yere sahip olduğunun altını çiziyor. Çünkü dinlemek, bir ortaklığı inşa etme niyetine, birbirine yaklaşabilme kapasitesine işaret ederek asimetrik bir ilişkinin sınırlarını zorluyor. Birbiriyle geçinmeye niyetlenmiş karşılıklı bir ilginin hissedildiği bu çalışmada da soyut ve hayali sınırları dışarda tutan bir diyalogu dinliyoruz. Belki medeni bir mesafeyle dile getirmekten sakındığımız sorular gündelik meşgaleler içinde konuşulduğunda hafifliyor. Varduhi Balyan’ın zaman zaman bir gazeteci merakıyla yönelttiği soruları Fatma Teyze, kişisel tanışıklığın rahatlığı ve kayıtsızlığıyla tatlı bir şekilde bertaraf ediyor: “Nerden bileyim yavrum ben Ermenistan nerede? Tabii ki komşu olduğunu biliyorum da gittim mi ki? Giderim götürürsen.” (Gülüyor) Varduhi Balyan, Sepetteki Diyalog , 2020, Videodan durağan görüntü, Elinde kamerayla Fatma Teyze Pandemi bittiği zaman eşiyle sinemaya gitmek istediğini söylüyor Fatma Teyze. Kamerayı eline aldığında etraftaki Ermeni ve Rum komşuları saydıktan hemen sonra konu en sevdiği manzaraya geliyor. Sevdiği ağaçları, “Canım” dediği dut ağacını sonra da komşunun halısını çekiyor. Bu hızlı ve neredeyse unutkan akış içerisinde birlikte yaşamanın dinamiklerine dair uzun uzun düşünmek mümkün ama belgeselin niyeti bu cevabı zor soruya nihai bir nokta koymaktansa daha çok gündelik deneyim içerisinde süregiden bir akışı göstermek ve bu soruyu izleyiciyle paylaşmak gibi.  Filmin Depo’da gerçekleşen gösteriminde seyirciden yükselen kahkahalar, belgeselin bu ağır soruları ekranın öteki tarafında duranlar için de yüzleşilebilir bir hale getirdiğini gösteriyor belki de. Kahkahayı baskın anlamları reddedişin ve dolayısıyla özgürleşmenin ilk aşaması olarak düşünürsek nihai cevapların keskin ciddiyetine karşı bir ses olarak çıkıyor bu kahkahalar. Bilindik sorulara bilinmedik cevaplar aranabilecek bir başka ihtimale işaret ediyor belki de böylelikle.  Bu kahkahalar Varduhi ile Fatma Teyze’nin arasındaki diyalogdan bulaşıyor izleyiciye. Fatma Teyze’nin beklenmedik ve nüktedan cevaplar, Varduhi’nin bunlara karşılık verdiği tepkiler ekranın öteki tarafına da sızıyor. Konuşmanın zorlandığı noktalarda, bazen birbirine temas etmeyi imkânsız kılan sosyal görgü kurallarının sınırlarını aşan kırılma noktalarındaki gerilimi gidermeye yarayan bir taktik olarak hissediliyor bu hafifmeşrep yaklaşım.  Varduhi’nin Fatma Teyze’nin söylemesini istediği türkü de belki bu yumuşak tonun, ötekini dinleme ve sesini duyma niyetinin başka bir tarafı. Fatma Teyze’nin kaçamak bir şekilde araya sıkıştırdığı şarkılar, bunların aslında evin içinde kalması, dışarı çok da sızdırılmaması gerektiğini hissettiği başka bir sesi bize duyuruyor. Kameranın bakışından kaçan bir kör nokta gibi duran evin içiyle, bir yabancıdan sakınılması gerektiğini bellediğimiz sınır alanlarıyla bu kısa aralıklarla karşılaşıyoruz. Sepetteki Diyalog ’da yabancı olanla olmayanın yerlerinin sürekli değiştiğini görüyoruz. Fatma Teyze herkesin günlük rutini içerisinde aşina olduğu ama belki tanıdık olmadığı bir komşu teyze olarak karşımıza çıkıyor. Varduhi ya da namıdiğer Melisa ise tanıdık bir yabancı olarak seslenilen biri gibi kameranın hem önünde hem de arkasında görünüyor. Bu karşılaşma, kimliğin soyut ama ikna edici sınırlarının gölgesinde cereyan ediyor. Evin kör noktalarının birbirine açıldığı apartmanlar arası derme çatma bir boşlukta yabancının ve tanıdık olanın sesleri birbirine karışıyor. Beton duvarlar, komşu pencereler ve ağaçlarla çevrilmiş bu boşluk kahve fallarının bakıldığı, alışveriş listelerinin paylaşıldığı, havadan sudan konuşulduğu kimin kime misafir olduğunun artık bilinmediği bir misafir odasına dönüşüyor. Çünkü hep aynı yerde, kendi evlerinde ama birbirlerine açılan bir boşlukta buluşuyorlar. Misafir ve ev sahibinin birbirinin rollerini çaldığı nice hikâyeyle biçimlenen kelimelerin izinde bu yer değiştirmenin önerdiği ihtimalleri düşünüyorum. Anne Dufourmantelle Latince hostis  kelimesinin hem host  (ev sahibi, misafiri ağırlayan) hem de hostility  (düşmanlık) kelimelerinin kökenini oluşturduğunu hatırlatıyor bize[4].   Dostlukların nasıl hızla düşmanlığa dönüştüğünü, misafirin nasıl istenmeyen bir yabancı haline gelebildiğini biliyoruz tabii ki. Kimin dost kimin düşman olarak tanımlandığının kolektif temsillerin inşasında kullanışlı ve tehlikeli bir araç haline geldiğini de. Sepetteki Diyalog , ziyadesiyle idealize edilen çok kültürlü eski İstanbul mahallelerinin sıcaklığını anımsatsa da bu sıcaklığın ne kadar yakıcı olduğunu da hatırlıyoruz bu kibarca sorulan hassas sorularda. Bu anlamıyla da iki komşu arasındaki ilişkiyi belki bu yakınlık vaadiyle çözen, döken, gerilimleri yumuşatan, tartışmalı bir geçmişin yumuşak karnına dokunan bir hafıza nesnesi gibi salınıyor sepet. [1] “Peki sen Ermenileri sever misin?” [2]LaBelle, B. (2021). Acoustic Justice Listening, Performativity, and the Work of Reorientation.Bloomsbury Publishing. s.3 [3]Irigaray, L. (1985). This Sex Which is Not One. Cornell University Press. s.163 [4] Dufourmantelle , A. (2013). Hospitality—Under Compassion and Violence (ed.). Claviez, T. The Conditions of Hospitality içinde. s.14

Nesnelerin ortak belleği, çöpün estetiği

Nesnelerin ortak belleği, çöpün estetiği

Eren Göktürk’ün ilk kişisel sergisi Pictures , 2 Mayıs- 8 Haziran 2024 tarihleri arasında The OG Gallery’de gerçekleşti. Çöpleri anlatım nesnelerine nasıl dönüştürdüğünü, çalışma sürecindeki estetik ve teknik yaklaşımını sanatçıyla konuştuk Röportaj:  Seda Niğbolu  Eren Göktürk. Sanatçının ve OG Art Gallery'nin izniyle İnsansız fotoğrafların, tüketimin bıraktığı maddi manevi izleri ve tahribatı yansıtırken alışkın olduğumuz melankolik ya da karanlık bir doğayı üzerinde taşımıyorlar. Aksine, oyuncu, rengarenk ve göze güzel gözüken bir yanları var. Bu ironi senin için ne ifade ediyor? Benim kompozisyonla ilgili kendi kendime oluşturduğum ve küçüklüğümden beri değişmeyen bir algım ve yaklaşımım var. Objelerden çok hoşlandığım için de natürmort, uğraşmayı çok istediğim bir konuydu. Bu tarz işlere still life diyebiliriz. 1800’lerde Hollandalıların yaptığı still life ’lar daha büyük objelerle neden yapılmasın diye düşündüm. Tahribatın ve kendi kuşağımdan bir insan olmanın getirdiği durumlar tabii ki işlerin içerisinde var ama izleyicinin bir yerde anlaması gereken bir şey olduğunu savunmuyorum. İşlere çöpün estetiği olarak değerlendirebileceğimiz bir yerden de bakabiliriz, sokağın estetiği ya da kültürün estetiği olarak da. Örneğin karton, seramik veya plastik bardakların farklı kültürel referansları var. Biçimleriyle, renkleriyle, formlarıyla kompozisyonun parçaları olabiliyorlar. Çöp kutuların üstündeki bardaklar benim gündelik hayatta fotoğrafını çektiğim şeyler. Bunlara bakmayı seviyorum. Onları tekrar kurgulamaktaki amacım güzelleştirmek değil ama bir estetik söz konusu. Renk ve ışık kullanımına önem veriyorum. Bu biraz resim yapmak gibi zaten. Renk paletlerini, neyin nerede duracağını seçiyorum. Benim için melankolikler açıkçası. Melankoliklik, durumun içerisindeki estetikle alakalı. Eren Göktürk, Ping pong - Ying pong , 2017, Arşivsel pigment baskı, 139x185cm Çalışmaların sanat tarihsel ve estetik olarak bakıldığında asla pop art olarak değerlendirilemez ama çer çöpü anlatısal olarak değerli kılman ve tüketim dünyasını bu ironiyle sergilemeden dolayı pop art ile uzaktan bir bağ kurdum. Aslında neyin pop art olduğunu algılayabilecek bir dönemde olmadığımızı düşünüyorum. Her şey birbirine girmiş durumda. Antroposen çağı dediğimiz dönemde artık bir doku bu çöpler. Ağaçlık alanlar gibiler. İnsanın var olduğu, hakimiyet kurduğu dünyada artık onun doğal yapısı halindeler; kimlik göstergelerine dönüşebiliyorlar. Bence günlük gibi bile kullanılabilirler. Bir insanın atıklarını bir araya getirdiğinde nasıl bir hayat yaşadığını öngörebilirsin. Bunların kendi içlerindeki referansları, göndermeleri ve göstergelerin dışında kendi varoluş şekilleri, kendi estetikleri de var. Hayata dair bir şey olduğunu düşündüm çöpün. Yok olmanın değil de var olmanın bir tanımı gibi. Ve var olmak da içinde ölümü barındırıyor. Mesela Mortal  isimli işimdeki her şey yok olmak ve çöp olarak tanımlanıyor; orada ölecek olan tek şey çiçekler aslında ama mükemmel formda olanlar da onlar. Tüketim kültürüne eleştiri getiren bir noktada durmuyorum. Sadece tanıklık ediyorum, onları bir araya getirdiğim zaman neye dönüşeceğini görüyorum ve bu işler, gördüklerimi anlattığım, bana anlamlı ve güzel gelen, ucu bucağı açık görsellere dönüşebiliyorlar. Tüketim kültürü dediğin şeyi artık tanımlaman gerekmiyor, ister istemez onun içindesin, parçasısın. Onun estetik görünümü bende mesafe yaratıyor olabilir. Bu eşyalar ve objeler bazen hayatımızın duygusal parçaları haline de gelebiliyorlar. Anlamlı ve anlamsız, hızlı ve yavaş şekillerde, ya da anılar halinde. Örneğin karton bardağı ikonografik olarak kullanmaya çalışıyorum çünkü bir süreci, bir zaman dilimini temsil ediyor. Pop art konusuna hiç öyle bakmamıştım ama ben de görüyorum o bağı bu söylem üzerinden. Ancak öyle bir yaklaşımım yok. Eren Göktürk, Two Monkeys in the Kitchen , 2023, Arşivsel pigment baskı, 149x198.5 cm Bir başka tezat da yoksulluk ve varsıllık arasında. Evsiz birine ait bir kamp alanı gibi görünen bir yerde fine food  paketi görüyoruz. Kapitalizmin her sınıfa sızmış olduğu mu anlatmak istediğin? Bence bu işe çok güzel yaklaşmışsın. Fine food  olarak tabir edilen bir şey orada tezatlık yaratıyor. Belki bunun olmaması çok fazla insanın karnını doyurabilirdi. Birine yardım etmeye çalıştığın zaman fine food ile yardım etmek çok saçma. Bir de sınıfsal bir durum var. Neden sen bir sürü farklı şey yerken Afrika’ya un ve şeker yardımı yapıyoruz. “Ekmek yesinler, doysunlar yeter” gibi bir düşünce şekli bu. Bunların hepsi benim için tedirgin edici. O fotoğraftaki ışık da o tedirginliğe doğru gidiyor. Orada kimin için ne ifade ettiğini anlayamayacağımız bir avize de var. Medeniyetler çöktüğü zaman ilk önce avizeler iner. Saddam’ın ya da Sovyetlerin yıkılışını düşündüğün zaman önce heykellerin ya da büyük objelerin indirildiğini hatırlarsın. İhtişamın çöktüğü noktalardır onlar. İnanılmaz bir adaletsizlik, daha da öte anlamsızlık olduğunu düşünüyorum. İnsanın kendi varoluşu ve insana yaklaşımı arasında inanılmaz boşluklar oluşmaya başladı. Ve bunların hepsinin içerisinde kapitalist sistemin ya da tüketim toplumunun olması, insanın yeni çağa ayak uydururken giderek kendi varoluşundan uzaklaşması, yapaylaşması tedirgin edici. İnsanın o aptallığı… Melankoli bence orada başlıyor. Anlamlandıramamak, yalnızlık, mesafe, oradaki tutarsızlıklar ve yetememe durumlarının hepsi bir yerde birleşiyor. İnsanlı fotoğraflarındaysa tüketimin izlerini çöplerle ya da bardaklarla tekrar tekrar görsek de doğanın verdiği bir sükûnet ve sadeliğe özlem seziliyor. İnsan-doğa ilişkisine dair karamsar bulmadım bu i şleri. H â l â b ir ümit var mı sana göre? Kentsel ve ekolojik geleceği nasıl öngörüyorsun? İnsanın yıkıcılık dışında yapıcılığı da mümkün mü? Neden olmasın, demek istiyor insan. Neden tekrar yapıcı bir gözle bakmasın, neden vazgeçsin ki insan olmaktan? Bu zarif düşünce şeklinden, bu insani durumdan neden vazgeçeyim? Ya da vazgeçtiğimizi düşünüp neden yok olmaya doğru bırakalım ki kendimizi? Ama yaklaştığım yer orası olmuyor. Daha mesafeli bir yerden bakıyorum. Bu işlerin umut taşımalarıyla ilgili ben de daha sonradan böyle hissettiğimi fark ettim. Mesela mezarlık işindeki durum çok tedirgin olduğum bir süreçte karşılaştığım bir şeydi. Ölüme dair kaygı duymaya başlamıştım. Diğer işlerde de varoluşsal durumlarla ilgili bir kaygı var. O mezarlık işine sonradan baktığımda şunu gördüm: Ölüyorsun ve birileri o bahçeyi düzenli şekilde tutmaya çalışıyor. Aslında sıcak bir şey var orada. Biri seninle ilgileniyor. Ama iskelede oturan iki çocuktan bahsedersek, orada inanılmaz bir huzur ve huzursuzluk var. Kız bir şey mi söylüyor, çocuk dinliyor mu ya da beraberler mi? Çocuğun baktığı yer, bakış şekli, iletişim halindeler mi? Geleceğe dair umut mu umutsuzluk mu? Orada kurak bir göl yatağı var. İnsanın varoluşuna ya da duyusal dünyasında dair bir oluşu temsil ediyor ama onun da bir estetiği ve ufku var. Bir şekilde hala bir göl mevcut. Evet bir umut var hala, ya da bir his var, duygu var. Yaklaşımım genelde o duygu durumunu anlatacak kompozisyonu bir araya getirmek. Bir yeri bazen direkt referanslarla bazen hayal gücü ile inşa edip dönüştürüyorum. Eren Göktürk, Te Scene - Rock Band , 2019, Arşivsel pigment baskı, 149x198.5cm Fotoğraf karelerin gündelik ve tanıdık anları gösterse de yüksek derecede kurgulanmışlar, bir araya getirdiğin çok fazla obje var. Etiketler, grafitiler ve yemek paketlerinden; ölü doğalar, anlatılar oluşturuyorsun. Onları bulma ve bir araya getirme sürecinden bahsedebilir misin? Burada yine bir estetik algı söz konusu çünkü saydıkların, benim sahip olduğum kültürün parçaları olarak bir araya geliyorlar. Bir yandan da gözlemler söz konusu. Belki resimsel yaklaşımın en doğrudan karşılığı bu oluyor. Bir masa düşündüğünde, onu ister uzat ister kısalt ister beşgen yap; fotoğrafın nesnellikle ilişkisi söz konusu olduğunda kullanmak istediğinin hangi masa olduğunu bulmak zorundasın. O masa herhangi bir masa olamaz. Bu, bir dönemi ya da sınıfsal durumu temsil edebilir. Senin kullanacağın nesne ne ise önce onu fiziksel olarak bulmak zorundasın. Çizmek gibi onu rengiyle, formuyla oraya koymak, kompozisyonun parçası haline getirmek zorundasın. Çalışma sürecimde genelde tüm kompozisyonu bitmiş şekilde görüyorum. Yani hiçbir şey rastgele ortaya çıkmıyor. Nerede neyin duracağı, hangi objenin hangi formda olacağını biliyorum. Bu biraz şema yapmak gibi. Nesneleri biriktiriyorum ve bazen anılarla bazen gördüğüm şeylerle bazen tamamlayıcı unsurlarla bir araya geliyorlar. Mesela köprü altındaki işimde duvardaki grafitiler ve kâğıtlar o mekâna gidip yapılıyorlar ve eskimeleri için, yaşanmışlık olması için bazen bekleniyor. Benim için çok tatmin edici, çok eğlenceli onları keşfetmek, bir araya getirmek, anılardan faydalanmaya çalışmak. Ya da atıllık dediğin şeyi stilize etmeye çalışmak ve bazen stilize etmekten uzak kalmaya çalışmak. İkisinin arasında gidip geliyorum. Bazen yönetmek isterken kendimi yönetilirken buluyorum.   Film sahnelerini, ince ince işlenmiş metinsel kompozisyonları ya da resimleri andırıyor işlerin. Ancak işlerin tanımlanırken en çok referans gösterilen sinema oluyor. Sinematografik denmesinin sebebi ikisinin prodüksiyon sisteminin birbirine çok yakın olması. Aynı zamanda fotoğrafın anlatıcı özellikleri var. Hızlı bir iletişimle sana ortak hafızadan bir şey anlatıyor. Anlatı tek bir karenin içerisinde ve her şeyi bir setçi olarak yapıyorsun. Kadraj çok belli, nerede ne duracağını kontrol etmeye başladığın anda resimsel yaklaşım ortaya çıkıyor. Ölçekler ve detayların ortaya çıkması ve bunları göstermeye çalışmak fotoğrafın klasik yapısını kırmak ve farklı bir şey göstermeye çalışmak amacım. Kompozisyonu kontrol etmek çok keyifli, aynı zamanda sanat tarihinde büyük, heybetli resimlerin ne kadar etkileyici olduğunu görmek, sinema perdesine baktığın zaman ne kadar etkileyici olduğunu görmek benim işlerimde doğrudan bir rol oynuyor. Ve bunun yapılabilir olduğunu teknik olarak aramak, çözümlemek de çok heyecan verici. Serginin ismi Pictures . İsmin sadeliği ve spontanelik hissi fotoğrafların çoğu zaman girift ve titiz doğasından farklı bu ismi neden seçtin, seni bir yere sabitlememesi, özgür kılması ve aynı zamanda resim sanatına da bir gönderme olması için mi? Tam olarak öyle. Gerçekten bu işler resimseldir diye bir iddiam yok. Ya da bunlar resim midir fotoğraf mıdır diye bir sorum da yok. Gerçekten tam olarak bir noktada da o tanımsızlık ve mesafe çok istediğim bir şeydi. Aynı zamanda arkada küçük bir ironinin ve yaklaşım biçiminin de katmanlı olmasını istedim. Evde resim yapmak gibi oluyor çalışma şeklim. Hem eğlenceli hem mesafeli hem düşündürücü hem de anlamlı geldi bu başlık altında toplamak. Çok bütünleyici oldu. Bir yandan bilgisayarlarımızda bulunan pictures klasörünü düşündüm. Bunların fotoğraf ve resim arasındaki halini düşündüm. İlk solo sergimde bunları rahat bırakmak istedim. Her fotoğrafın konusu farklı. Konular belli katmanlarda birleşse de yaklaşım daha doğru bir birliktelik sağlıyor.

Piksel. Yeni Medya Misafir Sanatçı Programı Gaziantep’te

Piksel. Yeni Medya Misafir Sanatçı Programı Gaziantep’te

Piksel. Yeni Medya Misafir Sanatçı Programı bu yıl 29 Temmuz ve 11 Ağustos tarihleri arasında Gaziantep’te gerçekleşiyor. Dijital Yaratıcılık Kampı'na başvurular 24 Temmuz’a kadar devam ediyor Türkiye'nin medya sanatı ve sanat teknolojisi üzerine odaklanan ilk eğitim ve sanatçı destek programı olan Piksel. Yeni Medya Misafir Sanatçı Programı, bu yaz Gaziantep'te gerçekleşiyor. Geçtiğimiz edisyonlarında yüzlerce sanatçıyı, yaratıcı teknolojisti, sanat profesyonelini ve sanat izleyicisini bir araya getiren Piksel. Yeni Medya’nın Gaziantep programında yer alacak katılımcılar, 14 gün boyunca dünyaca ünlü isimlerle bir araya gelerek sanat teknolojisi eğitimlerine, mentörlük  programlarına, konferans ve tartışmalara katılacaklar. Program kapsamındaki eğitimler, 29 Temmuz ve 11 Ağustos tarihleri arasında ücretsiz olarak gerçekleştirilecek. Program katılımcıları, eğitim günlerinde sağlanan öğle yemeği ikramından da ücretsiz olarak yararlanabilecek. Sadece yerel sanatçılara açık olan başvuruda kadın öğrencilerin katılımı teşvik ediliyor. Piksel. Yeni Medya, Paris merkezli uluslararası yatırım fonu yönetim şirketi Meridiam'in kâr amacı gütmeyen birimi Meridiam Endowment Fund ve MR işbirliği ile düzenlenen, Başlangıç Noktası ve Avusturya Kültür Ofisi destekli bu programın eğitim ve mentörlük bölümüne toplam 20 sanatçı kabul ediyor. Program, üniversitelerin ilgili bölümlerinden mezun ya da eğitimine devam eden lisans ve lisansüstü öğrencilerin başvurusuna açık. Sadece yerel sanatçıların kabul edileceği programa öğrencilerin katılımı teşvik ediliyor. Dijital Yaratıcılık Kampı - Etkinlik Takvimi CorpoMotus Üretken Yapay Zeka Atölyesi Barış Atiker ve Ezgi Şen Atiker 29 - 30 Temmuz - 10:00 - 13:30 CorpoMotus Atölyesi, üretken yapay zeka ile beden ve hareketli grafik sanatını buluşturan yenilikçi bir deneyim sunuyor. Bu atölye, teknoloji ve insan bedeninin ifade gücünü harmanlayarak, katılımcıları yaratıcılığın yeni boyutlarına taşımayı hedefliyor. Yaratıcı Kodlama ile Geometrik Desenler Selçuk Artut 31 Temmuz - 10:00 - 13:30 Üretiminde insan-teknoloji ilişkisine odaklanan sanatçı ve akademisyen Selçuk Artut’un yürütücülüğündeki atölyede, bilgisayar programları kullanılarak üretilen işlerin matematiksel ve kavramsal boyutları ele alınacak. Artut’un, 2023’te yayımlanan Geometric Patterns with Creative Coding: Coding for the Arts [Yaratıcı Kodlama ile Geometrik Desenler: Sanat için Kodlama] kitabını temel alan atölyede, geleneksel desenlerdeki geometrik ve matematiksel ilişkiler incelenecek; elle çizilen desenler bilgisayar ortamında programlanıp yaratıcı kodlama yöntemleriyle işlenecek. Antik İllüzyonlardan Artırılmış Gerçekliğe Ahmet Rüstem Ekici ve Hakan Sorar 1 Ağustos - 10:00 - 13:30 Ahmet Rüstem Ekici ve Hakan Sorar’ın gerekleştireceği “Antik İllüzyonlardan Artırılmış Gerçekliğe” isimli atölye, katılımcılara artırılmış gerçeklik (AR) teknolojisini derinlemesine inceleme ve uygulama fırsatı sunacaktır. Atölye, artırılmış gerçekliğin temellerini ve tarihsel gelişimini tanıtarak başlayacak, bu teknolojinin geçmişten günümüze evrimini ve gelecekteki potansiyellerini ele alacaktır. Gaziantep Zeugma mozaiklerinin optik illüzyonları üzerinden, insanların yüzeyler üzerindeki iz bırakma ve yüzeyleri dönüştürme yöntemlerine mimarlık ve sanat tarihi perspektifinden kısa bir bakış sunulacaktır. Bu bölüm, AR’nin mekân ve yüzey algısında nasıl benzer bir dönüşüm yaratabileceğini vurgulamak için bir giriş niteliğinde olacaktır. Kompütasyonel Yaratıcılık: Mimarlıkta Parametrik ve Prosedürel Tasarım Mümün Keser 2 Ağustos - 10:00 - 18:00 Mümün Keser’in gerçekleştireceği “Kompütasyonel Yaratıcılık: Mimarlıkta Parametrik ve Prosedürel Tasarım” isimli atölye, katılımcılara mimaride parametrik ve prosedürel tasarımın büyüleyici alanına bir başlangıç olarak hizmet etmektedir. Bu atölyede, katılımcılar kompleks iş akışları ve algoritmalar oluşturmayı ve bunların mimari tasarıma nasıl uygulanabileceğini öğrenmektedir. Ana hedef, her katılımcının SideFX Houdini ve Rhino/Grasshopper programlarının kullanıcı arayüzüne aşina olması, temel ve ileri teknikleri öğrenmesi ve yazılım içinde verimli çalışmayı anlamasıdır. Dijital Ortamda Küratörlük ve Sergi Deneyimi Yaratmak İpek Yeğinsü 5 Ağustos - 10:00 - 13:30 İpek Yeğinsü’nün düzenlediği “Dijital Ortamda Küratörlük ve Sergi Deneyimi Yaratmak” isimli atölyenin ilk bölümünde katılımcılara, küratörlüğün tarihçesi ile dijital küratörlük kavramları kısaca anlatılacak ve örnekler gösterilecektir. Gruplara ayrılan katılımcılardan, kürasyonunu ortaklaşa yapacakları birer sergi konsepti geliştirmeleri istenecektir. Atölye yürütücüsünün rehberliğinde, bu konseptin dijital ortamda nasıl sunulabileceğiyle ilgili sergi deneyimi fikirleri geliştirilecek ve çeşitli uygulamalar yapılacaktır. Katılımcıların yanlarında dizüstü bilgisayar ve fotoğraf çekmek amacıyla akıllı telefon getirmesi gerekmektedir. Unreal Engine : Oyun ve Sanat Töre Erel 5 Ağustos - 14:30 - 18:00 Töre Erel’in gerçekleştireceği “Unreal Engine : Oyun ve Sanat” isimli atölye; Unreal Engine’in, yaratıcı vizyonlarınızı dinamik bir şekilde hayata geçirme konusundaki inanılmaz potansiyelini keşfetmenizi sağlıyor. İster oyun geliştirme süreçlerinde yer almayı hedefleyen, ister sinema ve televizyon alanına yönelen veya sürükleyici ve etkileşimli sanat projeleri hazırlamakla ilgileniyor olun, birlikte, hayata geçmiş birçok proje ve çeşitli konsept fikirlerin üretim süreçlerini inceleyip, farklı dijital disiplinlerdeki becerilerinizi Unreal Engine içerisinde nasıl geliştirebileceğinizi inceleyeceğiz. Etraf Kerem Ozan Bayraktar 6 - 7 Ağustos - 10:00 - 13:30 “Etraf” mekânsal, zamansal ve bağlamsal boyutları olan bir kavramdır. Yakınlıkları, çevrelenmişliği ve nesnelerin birbirine bağlılıklarını içerir. Bu kavram bizi bir şeyin nerede bitip diğerinin nerede başladığını, iç ve dış arasındaki sınırların yapısını, çevremizde olup biten olayları düşünmeye teşvik eder. Katılımcılar, Kerem Ozan Bayraktar’ın “Etraf” isimli atölyesinde bu kavramdan yola çıkarak tarihin farklı dönemlerinden sanat yapıtlarını teknoloji bağlamında inceleyip tartışacaklar. Gürültü, Ses Peyzajı, Ses Tasarımı, Müzik Dörtgeni Sair Sinan Kestelli 7 Ağustos - 14:30 - 18:00 Sair Sinan Kestelli’nin gerçekleştireceği atölyede, birbirine komşu gürültü, ses peyzajı, ses tasarımı ve müzik kavramları kurgusal bir dörtgen üzerinden farklı bağlamlarda ilişkilendirilecek ve bazı teorik yaklaşım ve pratik uygulama örnekleri sunularak bu ilişkilerin işitsel deneyimi nasıl şekillendirdiği ve etkilediği katılımcılarla beraber tartışılacaktır. Atölye ses üzerine farklı perspektiflere merak duyan ve ses ile ilgili düşünürken bu alandaki farkındalığını geliştirmek isteyen herkese açıktır. Çağdaş Heykelcilikte Teknoloji Kullanımı Hande Şekerciler 8 Ağustos - 10:00 - 18:00 Hande Şekerciler yürütücülüğünde gerçekleştirilecek olan “Çağdaş Heykelcilikte Teknoloji Kullanımı” isimli atölye, çağdaş heykelcilikte geleneksel ve modern tekniklerin nasıl birleştirileceğine dair kapsamlı bir genel bakış ve pratik deneyim sağlamayı amaçlamaktadır. Heykelcilikte geleneksel ve modern tekniklerin nasıl birleştirildiğine dair genel bir bakış sağlayan atölye, katılımcılara 3B modelleme, 3B tarama ve 3B baskı konusunda pratik deneyim sunmayı hedeflemektedir. 3 Boyutlu İş Akışına ve Basit Simülasyonlara Giriş Arda Yalkın 9 Ağustos - 10:00 - 18:00 Arda Yalkın tarafından düzenlenen ve yeni başlayanlar için özel olarak tasarlanmış “3 Boyutlu İş Akışına ve Basit Simülasyonlara Giriş” isimli atölye çalışmasında, katılımcılar 3 boyutlu iş akışının ve basit simülasyonların temellerini öğrenebilecektir. Hiçbir ön bilgi gerektirmeyen bu atölyede, Cinema 4D, Redshift ve Substance Painter kullanılarak profesyonel kalitede 3D çıktılar oluşturulacaktır. Başvuru Rehberi - SSS (Sıkça Sorulan Sorular) Programa kimler başvurabilir? Piksel. | Meridiam | MR Yeni Medya Misafir Sanatçı Programı - Gaziantep Dijital Yaratıcılık Kampı üniversitelerin resim, heykel, fotoğraf, video, baskı, grafik tasarım, görsel iletişim tasarımı, animasyon, cam ve seramik, tekstil, mimarlık  bölümlerinde eğitim almaya devam eden öğrencilerin ya da bu bölümlerden mezun 18-35 yaş arası genç sanatçıların, tasarımcıların, veya sanatçı adaylarının başvurularına açıktır. Yerel sanatçılara ulaşmayı hedefleyen Dijital Yaratıcılık Kampı’na kadın öğrencilerin katılımı teşvik edilmektedir. Piksel. Dijital Yaratıcılık Kampı için Gaziantep ve çevre illerde ikamet eden adayların başvuruları dikkate alınacaktır. Aynı zamanda 6 Şubat depreminden etkilenen iller; Kahramanmaraş, Hatay, Adıyaman, Osmaniye, Şanlıurfa, Malatya, Diyarbakır, Adana, Kilis ve Elazığ'dan da başvurular kabul edilecektir. Programa katılım ücretsiz mi? Piksel. Yeni Medya, Meridiam Endowment Fund ve MR işbirliği ile düzenlenen, Başlangıç Noktası destekli bu programa olan başvurular ücretsiz olarak gerçekleştirilmektedir. Eğitimler hangi tarihlerde ve nerede gerçekleşiyor? Program kapsamındaki atölyeler 29 Temmuz ve 11 Ağustos tarihleri arasında Gaziantep Şehir Hastanesi FTR Binası 2.Kat İdari Birimler Kütüphanesi’nde, konuşmalar ise Gaziantep Şehir Hastanesi Başhekimlik Binası Zemin Kat Konferans Salonu’nda gerçekleştirilecektir. Katılımcıların konaklama ve yemek ihtiyaçları karşılanıyor mu? Program katılımcıları, eğitim günlerinde sağlanan öğle yemeği ve içecek ikramından ücretsiz olarak yararlanabilecektir. Eğitimler sırasında öğrencilere konaklama imkanı sağlanmayacaktır. Programa sanatçı ikilisi ya da kolektif olarak başvurabilir miyiz? Dijital Yaratıcılık Kampı - Gaziantep programına olan başvurular bireysel olarak gerçekleştirilmektedir. Kolektif üretimlerinize portfolyonuzda yer verebilirsiniz. Başvuru dosyasına eklediğim portfolyo en fazla kaç MB olmalı? Gaziantep Dijital Yaratıcılık Kampı için gönderilen portfolyoların boyutu maximum 10 MB olmalıdır. PDF küçültme uygulamasını kullanarak dosya boyutunu küçültebilirsiniz. Eğitimlere devam zorunluluğu var mı? Katılımcılar, kısıtlı kontenjan nedeniyle program kapsamındaki atölyelere devamlılık sağlamalıdır. Katılımcıların mentorlar eşliğinde üreteceği atölye çıktılarına, medya sanatı odaklı yayın Piksel.Bülten’de yer verilecektir. Aynı zamanda her katılımcı, eğitimleri tamamladığını belgeleyen sertifikalara sahip olacaktır. Başvurular hakkında detaylı bilgi almak için piksel.ist  adresini ziyaret edebilirsiniz. Dijital Yaratıcılık Kampı - Gaziantep programında atölyelerin yanı sıra konuşmalar da yer alacak. İpek Yeğinsü ve Dicle Yurdakul gibi isimlerin yer aldığı konuşma programının detayları için @piksel_yeni_medya  Instagram hesabını takip edebilirsiniz.

Yenilikçi ve özgün tasarımlar için

Yenilikçi ve özgün tasarımlar için

TEPTA tarafından düzenlenen Hayalimdeki Işık dekoratif aydınlatma armatürü tasarımı yarışması başvurularını bekliyor TEPTA Tasarım Merkezi 1991 yılından bu yana Türkiye'de dünyanın öncü aydınlatma markalarını temsil eden, yerel ve uluslararası alanda projeler için çözüm ortaklığı sunan TEPTA Aydınlatma kısa ve orta vadede heyecan verici girişimler içerisinde. Önümüzdeki döneme ait orta vadeli girişimlerin bir habercisi olarak kurgulanan Hayalimdeki Işık tasarım yarışmasına yapılacak başvurular ile ülkemizdeki tasarım potansiyelini aydınlatma sektörü odağına çekilmesi, yenilikçi ve özgün tasarımların teşvik edilmesi, bu alanda katma değer sağlanması amaçlanıyor. Türündeki ilk örnek olan bu yarışma ile çok deneyimli isimlerden oluşan seçici kurulun ödüle layık bulacağı üç tasarım ve yarışma projesi kapsamında düzenlenecek çeşitli buluşmalar ve nihayet ödül töreninin, Türkiye'deki aydınlatma ve tasarım sektörüne hareket getirmesi, bu atmosferin tüm ilgililer için heyecan verici olması hedefleniyor. TEPTA, yarışma sonunda seçilen üç tasarımı sadece ödüllendirmeyecek; ürünlerin prototiplerini üreterek günün getirdiği tüm imkanlar ile sergileyecek, tanıtımını gerçekleştirecek. TEPTA ayrıca gerek bu tasarımcılarla gerekse dereceye giren tasarımların dışındaki başvuru sahipleri ile iş birlikleri gerçekleştirebilecek. Tarafların anlaşması durumunda bu yarışma projesi sayesinde yaratıcı ekonomiler anlamında her iki taraf için de ekonomik katma değer sağlayan bir fırsat yaratılmış olacak. Yarışma için düzenlenen basın toplantısında TEPTA Stratejik Marka Direktörü Özlem Yalım ile birlikte soruları yanıtlayan TEPTA Satış Direktörü Eytan Ebeoğlu, bugün sayıları 75’i bulan uluslararası çözüm ortakları ile 33 yıldır dünyanın ışığını mimari projelere taşıyan, bunun yanı sıra projelerdeki özgün tasarımlar için ürün geliştirebilen, üretimden ambalajlamasına dek tek bir bünyede hizmet verebilme yolunda hızla ilerleyen bir marka olarak Türkiye’de bu alanda ilk olacak bu yarışmayı düzenliyor olmaktan mutluluk duyduklarını belirtti. Aydınlatma alanında özellikle mermer malzeme kullanan tasarım örneklerinin az olduğunu belirten Ebeoğlu, yarışmada bu yerel malzemenin kullanımını, bu alandaki örnekleri dünya pazarına örnek olacak biçimde sunmak üzere özellikle tercih ettiklerini söyledi. Son   katılım tarihi 6 Eylül 2024 olarak belirlenen yarışmanın seçici kurulunda; Mahmut Anlar (Mimar), Mevce Çıracı (Endüstri Ürünleri Tasarımcısı), Melda Narmanlı Çimen (Basın Mensubu), Tuncay Danacıoğlu (TEPTA Aydınlatma Genel Md. Yardımcısı), Hakan Demirel (Mimar), Eytan Ebeoğlu (TEPTA Aydınlatma Satış Direktörü), Esra Kazmirci (İç Mimar), Defne Koz (Endüstri Ürünleri Tasarımcısı), Tamer Nakışçı (Endüstri Ürünleri Tasarımcısı), Nevzat Sayın (Mimar), Tolgahan Tosun (Endüstri Ürünleri Tasarımcısı-ENTA Bşk.), Murat Türkili (Endüstri Ürünleri Tasarımcısı) ve Özlem Yalım (Endüstri Ürünleri Tasarımcısı, TEPTA Aydınlatma Stratejik Marka Direktörü) bulunuyor. Yarışmanın danışman üyeleri ise Funda Bekişoğlu (İMİB YK üyesi), Robi Ebeoğlu (TEPTA Aydınlatma Gn. Md.) ve Celal Abdi Güzer (Mimar-ODTÜ Mimarlık Fakültesi). Birincinin 300.000 TL, ikincinin 150.000 TL, üçüncünün 75.000 TL ile ödüllendirileceği yarışmada, ilk üç dereceye giren tasarımların prototip üretim maliyetleri TEPTA tarafından karşılanacak ve üretilen tasarımlar sergilenecek.  Hayalimdeki Işık hakkında detaylı bilgi ve yarışmanın başvuru koşulları için için; https://hayalimdekiisik.org/

All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page