Kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlanmamış olan bu malzemeler üzerine YEL, TOZ, PORTRELER başlığı altında hazırladığı yazılara devam ediyor. Serinin bu haftaki yazısının odağında bu yıl 80. yaşını kutladığımız Nilgün Beller var
Yazı: Necmi Sönmez
Nilgün Beller, 2010, Fotoğraf: Necmi Sönmez
9 Ekim 1943’te doğan Nilgün Beller’in 80. yaşını kutlamak için kaleme aldığım bu yazı önemli bir galericinin, düşündüklerini paylaşırken gözünü kırpmadan doğruların peşinde ilerleyen bir sanat insanına, onun Modern Türk Sanatı’nın yazılmamış tarihine olan tanıklıklarına karşı duyduğum temayülün ürünüdür.
Etkinliklerini 1980-2000 yılları arasında sürdürmüş olan Galeri Lebriz’i Nuran İsvan’la kuran Beller, 2000 yılında oğlu Kerim Suner’le şekillendirdiği www.lebriz.com’la 2022’ye dek birbirinden ilginç projelere imzasını atmıştır. Onun akrabası heykeltıraş Ali Hadi Bara’nın yanında 1950’lerin ortasından itibaren sanat dünyasının eşiğinde olmasıyla birlikte değerlendirildiğinde neredeyse yetmiş yılı aşan bir zaman süresince kültür insanlarının yanında olması korkunç denecek kadar güçlü hafızasıyla birlikte onu güçlü bir tanık konumuna yükseltir. Bu yıl Lebriz Koleksiyonu İki Kuşağın Kırk İki Yıllık Yolculuğu isimli kitabı yayınlarken Beller’in tanıklığına onun ve Kerim Suner’in koleksiyonlarından yola çıkarak bir form vermeye çalışmıştım. Uzun süren bir ön hazırlık süreciyle hazırladığım bu kitap, tarihsel anlatımdaki bize özgü söylem biçimini alt üst ediyor, “biz bunları yaptık işte” diyen bir tavır yerine “biz bu sanat eserlerini topladık” diyen bir tavrı ortaya çıkarıyordu. Bireylerin kendilerini anlatma biçimi olarak sanat eserlerini ortaya koymaları cesur olduğu kadar yanlış anlaşılmaya gerek duyulmayacak bir tutkuyu, özgüveni de temsil ediyordu. Kitabı ortak bir çalışma ile hazırladığım arkadaşım Kerim Suner’le yaptığım konuşmalar bendeki Nilgün Beller’in imgesine oldukça farklı bir çerçeve çizdiği gibi, onun neden bu kadar “farklı” olduğunu da kavramama olanak verdi.
Nilgün Beller ile kitap çalışması sırasında, 2020, Fotoğraf: Kerim Suner
Neydi Beller’i farklı kılan? O her şeyden önce üzerine yeterince düşünülmemiş tarihsel bir halkanın içinde yer alıyordu. Dünyadaki örneklerinin tersine ülkemizde modern sanatın yaygınlaşması için çaba gösteren galericilerin erkek değil kadın olmaları üzerinde düşünülmesi gereken bir ayrıcalıktır. İlk özel sanat galerisi Maya’yı 1951 yılında açan çevirmen, yazar Adalet Cimcoz’la başlayan bu gelenek 1969’da Galeri 1’i kuran Mefkûre Şerbetçi, 1971’de Galeri Melda Kaptana, 1976’da Rabia Çapa ile Vuslat Sadıkoğlu kardeşlerin kurduğu Maçka Sanat Galerisi’yle gelişti. Kardeş dayanışmasının yeni bir halkası olarak 1980’de Bedri Rahmi Eyüboğlu sergisiyle ilk etkinliğini gerçekleştiren Galeri Lebriz, 2000’e kadar birçoğu tarihsel nitelikli sergileriyle hem önemli sayıda koleksiyonun gelişmesine, hem de Türk Sanatı’nın modern ve çağdaş dönemlerine ait birçok sanatçının gündeme gelmesini sağladı. Kadın galericiler kuşağının temsilcisi olan Beller’in, her biri ayrı kanallarda ilerlemiş olan bir sonraki galericiler kuşağıyla (bunlar arasında Fatoş Saka, Evin İyem, Fulya Sade’yi özellikle belirtmek gerekir) dönemsel bir yakınlaşmaya girmeden ısrarla Türk Sanatı’nın Modernizm dönemine yoğunlaşması kişisel olarak her zaman ilgimi çekti. Onun Avni Lifij’le başlayıp Hoca Ali Rıza’ya, Sami Yetik’ten Feyhaman Duran’a, Mahmut Cûda’dan Cevat Dereli’ye olan özel ilgisini anlamaya çalışırken, kendi bildiği doğrultuda ilerleyen cesaretine hayran oluyordum. Onun tüm ilgisinin bu kuşaklar üzerinde yoğunlaştırmasının nedenlerini anlamaya çalışırken, dikkatimi çeken, onun kendi kavramlarıyla sanat eserlerine baktığı, hakkında her zaman yakıcı eleştirel bir tavır takındığı güncel eğilimleri çok yakından takip ettiğiydi. Anlaşılması, belli bir sınıflandırmaya sokulması pek kolay olmayan beğeni çizgisinde onun klasik derken benim Modernist olduğunu düşündüğüm, onun çağdaş deyip yerden yere vurduğunun güncel eğilimler olduğunu kavradığım birçok gözlem yaptım. Nilgün Beller sanatçı ile sanat eseri arasında dolaysız bir bağ kuruyor, “ben sadece esere bakarım” diyen tavrın karşısında “hayır efendim, onun karakterine de bakmalısın” diyen bir tavır sergiliyordu. Onun uzun süren galericilik, danışmanlık dönemlerinde sanatçıları farklı durumlarda yakından izleme olanağının olması nedeniyle sanatçı kişiliğinin inişli çıkışlı dalgalanmalarının eserleri de nasıl etkilediğini gözlemlemesine olanak sağlamıştı. İşte tamamı kişisel izlenimlerinden yola çıkarak Modern sanatçılar kuşağı üzerine yoğunlaşması belki de o kuşağın ressamlarının resimlerini çok iyi inceleyip, detaylara varan bir ilgiyle 1914-1950 dönemine yoğunlaşmasına neden olmuştu. O kadar sıra dışı bir gözlem gücü vardı ki, üzerinde İbrahim Çallı’nın imzasının olduğu bir desenin bile gerçekte Avni Lifij’e ait olduğunu görmüş, tüm belgelere rağmen bu konudaki ısrarını sürdürmüştü. Avni Lifij arşivinin sahibi olan Şazi Sirel daha sonra bulduğu belgelerde, Çallı’nın bu deseni ricayla Lifij’e çizdirip kendi imzasını attığını ortaya çıkarmıştı. Nilgün Beller’in gözlem gücü imzanın ötesinde stile, çizginin sahiciliğine bakmakta yatıyordu. Bu ve buna benzer bir sürü yaşanmışlıkları benimle paylaştığı için onunla kısa süren beraberlikler bile benim için öğretici olurdu.
1984 Lifij sergi davetiyesinin içinde Adnan Çoker 'in yazdığı Avni Lifij kitabını tanıtan kart
1984’te Galeri Lebriz’de Avni Lifij’in chroma kopya tekniğiyle çoğaltılmış desenlerin yer aldığı sergiyi görmeye gittiğimde sanatla ilgilenmek isteyen bir lise öğrencisiydim. 1989’da sanat tarihi doktorası için Almanya’ya gidene kadar bu galerideki sergileri gezmiş, Mahmut Cûda, Avni Arbaş, Neşet Günal, Erdal Alantar, Cihat Burak başta olmak üzere birçok sanatçıyla tanışma, konuşma fırsatı edinmiş, onlar hakkında yazılar yazmıştım. Bu amatör yazılarım acemi heyecanlarla, eleştirilerle yüklü olmalarına rağmen Beller ve Nuran İsvan tarafından “samimiyetle” yanıtlandığı için bu galeride zaman geçirmeyi, resim seyretmeyi severdim. Aradan geçen 20 yıl sonra Lebriz Sanal Dergi için yazı yazmaya başladığımda İstanbul sanat ortamı masumiyetini kaybettiği gibi sanat piyasasının baskısı yaratıcı düşüncenin, gerçek sanatsal çabanın önünü kesmeye başlamıştı. Bu gidişata karşı Lebriz Sanal Dergi’de 2010-2016 yıllarında yayınladığım 82 yazı çerçevesinde Beller ve Kerim Suner’le çalışırken onların sanata, sanatçılara olan yaklaşımları hakkında oldukça kapsamlı tecrübe edinmem mümkün oldu.
Şimdi hatırlayamadığım bir tarihte Bebek’teki evinde koleksiyonunu incelerken her birinin arkasında ayrı bir yaşanmışlık olan bu tablo ve heykellerin mutlaka bir kitabının yayınlanması gerektiğini düşünmüş hatta ısrarcı olmuştum. 2019 sonunda konuştuğumuz bu kitabı, Lebriz Koleksiyonu İki Kuşağın Kırk İki Yıllık Yolculuğu, 2023’te yayınladığımızda bir dönüm noktasına gelmiştik. Ben gençlik dönemimin tamamlandığını duyumsarken, Nilgün Beller de sanat ortamındaki tecrübeleriyle, yaşadığı ve gördükleriyle harmanladığı bir döneme girmişti. Aramızdaki samimiyete dayanarak anılarını yazmasını istediğimde önceleri geri durmuş olmasına rağmen, ardından tam da ona özgü, zehir zemberek, tamamı sanat ortamımızın garip hallerini ortaya çıkaran bomba bir metin ortaya çıktı. Benimle konuştuğu gibi kaleme aldığı anılarını büyük bir keyifle okumama rağmen onları hazırladığım kitapta yayınlayamayacağım ortadaydı. Ama bu anıların onun koleksiyonundaki sanat eserleriyle ilgili olanlarını kullanarak meraklı kişilere arka plan bilgisi olarak sunmayı ihmal etmedim.
Nilgün Beller ve ablası Nuran İsvan sergi hazırlığında, Galeri Lebriz, 1980, Lebriz Sanat Galerisi arşivinden
Beller’in sanat serüvenin nasıl şekillendiğine dair birkaç bölümü burada yayınlamayı bir gereklilik olarak görüyorum:
“Benim sanata olan düşkünlüğümün muhakkak bir alt yapısı vardı. Birincisi etken on yaşına kadar saraylı olan anneannem Lebriz Hanım ile büyümüş olmamdı. Lebriz Hanım yedi yaşında Abdülhamid’in kızı Naime Sultan’a arkadaş olarak saraya verilmiş… İkinci etken olarak Ali Hadi Bara ile olan akrabalığımın bende sanata ve çağdaş sanata karşı merak uyandırmış olmasıydı. Hadi Bara’nın eşi annemin kardeşi kadar yakın kuzeniydi. Hadi Bara ve eşi Bedia teyze plaj yolunda oturuyorlardı ve biz hemen hemen her gün oraya giderdik… (Hadi Bara’nın Kandilli’deki yalısındaki) sohbetlerde daha çok çağdaş sanat konuşulurdu. Örneğin 1950’li yıllarda New York Central Park’taki Dışkı sergisi konuşuluyordu ve bu benim çok dikkatimi çekmişti. Bu sergiye katılan Robert Koleji’nden eniştem Mehmet İsvan’ın da arkadaşı Tosun Bayraktaroğlu’ndan bahsediliyordu. Nil Yalter de o dönem sık sık bahsetmiş olduğum toplantılara geliyordu. Nil güzel bir kadındı ve Hüsrev Gerede’nin oğluyla evliydi ve ablam ile eniştem de onların yakın arkadaşıydı. Ben de sanıyorum sekiz-dokuz yaşlarındaydım… Hadi Bey atölyesine akademi hocaları hariç kimseyi sokmazdı ama bana izin verirdi. Çünkü benim o yaşlarda sanata çok düşkün olduğumu anlamıştı. O zaman (yaklaşık dokuz-on yaşlarındayım) Amerika’ya gidene kadarki dönemi yani 19 yaşına kadar devamlı beraber olduk diyebilirim.”
1980’de Galeri Lebriz’i kurarak profesyonel sanat hayatına atılan Beller, 2000’e kadar açık kalan bu galeride her şeyden önce kendi beğenileriyle şekillenen bir program geliştirerek Modern dönemden genç sanatçılara uzanan çizgide, “figür resmi” odağında gelişen bir program geliştirdi. Mahmut Cûda’dan Şenol Yoruzlu’ya, Hamit Görele’den Sevinç Altan’a, Neş’e Erdok’tan Hale Sontaş’a kadar Türk Resminin farklı kuşağına ait sanatçıları bir araya getiren bu program o yıllarda İstanbul’da oluşum aşamasında olan özel koleksiyonları da yakından etkiledi. Lebriz’i diğer galerilerden ayıran en önemli özellik, Beller’in kendisi için oluşturduğu koleksiyonu ile galeri programı arasında kurmuş olduğu organik bağdır. Bu bağın sıra dışı karakteri, diğer meslektaşlarının tersine Beller’in kendisi için ayırmış olduğu resimleri hiçbir zaman elinden çıkarmadığı gibi, kendisinin danışmanlık yapmış olduğu koleksiyonerlere de doğru zamanda doğru servis vermesiyle oluşturduğu güvenle kendi bildiklerini açıkça paylaşmasıdır.
Necmi Sönmez, Nilgün Beller ve Nuran İsvan ile, 2016, Lebriz Sanat Galerisi arşivinden
Kişisel olarak tanıklığını üstlendiğim bir olay var ki, bunu anlatmadan geçmem mümkün değil. Tarihini hatırlamadığım bir gün, Lebriz’deyken Beller’e fikir beyan etmesi için gönderilen imzasız Avni Lifij resmine bakar bakmaz, “Bu bir Lifij değil ama gerçek bir Sami Yetik” demesi beni çok şaşırtmıştı. Kendisine bunu nasıl fark ettiğini sorduğumda, sadece ellerini gözlerine götürerek “Bakarak, çok bakarak” dediğini hatırlıyorum. Galerisinde sergilediği resimleri görsel hafızasına kayıt ederken en ufak bir detayı bile atlamaması onun hem titizliğini hem de 1980’lerden sonra gündeme gelen sahte resim skandallarında koleksiyonerini nasıl koruduğunu birçok kere ortaya çıkarmıştı. Unutamadığım bir hatıra da, kendisinin imzasız olarak sergilemiş olduğu bir Hale Asaf resminin 25 yıl sonra imzalı olarak müzayedeye çıktığında bunu sanat ortamıyla cömertçe paylaşması olmuştur. Türk sanatının Modern döneme olan ilgi belli moda isimler etrafında dönerken (1970’lerdeki Bedri Rahmi, 1980’lerdeki Fikret Mualla, 1990’lardaki Parisli ressamlar vb.) Beller bunların dışında kalan bir yolda ilerlediği için kelimenin tam anlamıyla münzevi kimliğine sahiptir. Kimsenin pek ilgilenmediği dönemlerde Avni Lifij’e, Hoca Ali Rıza’ya, Nazmi Ziya’ya, Mahmut Cûda’ya olan ilgisi, tutkusu, önce yadırganmış, ancak aradan geçen on yıllardan sonra bu sanatçıların parlayan yıldızları onun haklı çıktığını ortaya koymuştu.
Nilgün Beller’in sanatçı ruhu ve titizliğiyle oluşturduğu koleksiyonunun onun en önemli çalışması olduğunu, kendisini ifade ederken en özgür ve mutlu olduğu nokta olarak görüyorum. Bu koleksiyon onun farklı dönemlerinden süzülerek günümüze dek ulaşan tecrübeleri bir araya getirirken, sanatın varoluş amacı olan “erdemin, doğruluğun, samimiyetin” altını çiziyorlar. Onun koleksiyonda yer alan resimlerin birçoğunu Galeri Lebriz’de ilk kez sergilendiklerinde gördüğüm, yaratıcılarıyla konuştuğum gibi, Nilgün Beller’le farklı aralıklarla, farklı ruh durumlarımda süren dostluğumda kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü o birçok konuda farklı düşündüğümü bilmesine rağmen kendi fikrini benimle paylaşırken samimiyeti elinden bırakmaz, benim tutkularımdan kaynaklanan yanlışlıklarımı bana sıralamaktan sıkılmaz. Bazen bir fırtına gibi esen konuşmalarımız sakin limanlarda noktalanır. Sonra bıraktığımız yerden devam ederiz.
Sevgili Nilgün abla, doğum günümüz kutlu olsun!
Opmerkingen