top of page

YEL, TOZ, PORTRELER: Barbro ve Güneş Karabuda

İzolasyon sürecinde kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlanmamış olan bu malzemeler üzerine iki haftada bir YEL, TOZ, PORTRELER başlığı altında hazırladığı yazılara devam ediyor. Serinin üçüncü yazısının odağında gazeteci, yazar ve yönetmen Barbro ve Güneş Karabuda çifti var


Yazı: Necmi Sönmez


Güneş Karabuda, Jardin des Tuilleries, 1958, Paris, Vintage Print, Yazarın Arşivi, Ayperi Karabuda Ecer'in izniyle



Gerçekleştirdikleri belgesel film, kitap, fotoğraf çalışmalarıyla uluslararası alanda tanınan Barbro ve Güneş Karabuda çiftinin konumlarını bir çırpıda tanımlamak mümkün değildir. Gazetecilik ile sanatsal çalışma, belgesel ile kurgu arasındaki sınırları zorlayarak farklı karakterleri olan işler üreten Karabuda’lar bir şekilde “kültürler, disiplinler arası” olarak tanımlanabilecek sınır tanımaz yaratıcı çalışmanın 1960’lardan sonra dünya çapında ses getiren örneklerinden biri olarak örneksel bir hayat sürdüler. Barbro’yu 7 Ekim 2017’de, Güneş’i ise 24 Ağustos 2018’de kaybettik. Onların dünyanın dört bir yanına uzanan yaşamları, Wilfredo Lam’dan Claude Chabrol’a, Pablo Neruda’dan Jacques Prévert’e kadar birçok sıra dışı yaratıcıyla ortak projeler gerçekleştirmelerinden doğan zengin bir ilişkiler ağı üzerinde şekillenmişti. Ama Karabuda’ları, Karabuda yapan, olağanüstü başarılarına karşın hiçbir zaman elden bırakmadıkları alçak gönüllülükleri, paylaşımcılığı bir yaşama biçimi olarak geliştirmeleriydi. Her ikisinin de öylesine olağanüstü bir büyüleyiciliği vardı ki, onları bir kere tanıyanın, sohbetlerine tanıklık edenin onları unutması mümkün değildi. Onları ilk kez 1997’de Paris’te Athena Daponte’nin evinde tanıdıktan sonra adeta çekim alanlarına girdim.


Gel zaman, git zaman hiç ayrılmadık, Paris’te, Stockholm’de, İstanbul’daki beraberliklerimiz, ortak çalışmalarımız neşeli, kahkahalı geçti. Neydi ikisine beni böyle bağlayan? İki küçük hatırayı aktaracağım. 1997’de tanıştıktan sonra onların kitaplarını aramaya başlamıştım. Tesadüf eseri, Paris üzerine Güneş’in 1961’de Stockholm’da yayınladığı büyük albümü Paris’te bir sahafta buldum. Bir sonraki görüşmemizde masaya çıkardığımda, bunun önsözünü Jacques Prévert yazmış dediğimde Güneş’in gözümün içine baka baka “Evet doğru, bunu bilen bilir, biz işimize bakalım” demişti. O zamanlar yakın dostu olan Cumhuriyet gazetesi Paris muhabiri Kosta Daponte için İstanbul’da bir anma gecesi düzenlemek için çalışıyorduk. İkinci anım Stockholm’de 22-26 Haziran 2014 tarihlerine denk geliyor. O sıralarda Güneş’in fotoğraflarından oluşan bir edisyon için çalışıyorduk. Yatak odasındaki dolapların üzerindeki kartonlara ulaşmam gerekiyordu. Evde merdiven yoktu. Yatağının üzerine çıkıp kartonlara ulaşıyordum ki, kutunun biri gözlüklerimi de sıyırıp yatağa düştü. İrili ufaklı resimler yatağa, yere saçıldılar. Bunlar uzun süreden beri Karabuda’ların arşivinde aradığımız Mübin Orhon portreleriydi. Bunlara yönelirken Güneş, gözlüğüme uzandı. “Ne şanslısın kırılmamış” dedi. Bak bak işte Mübin’ler çıktı diye sevinç çığlıkları atıyordum ki, “Çok abartıyorsun, utanıyorum” deyiverdi. Şan, şöhret, isimler, meşhurlarla ilgilenmeden işine yoğunlaşması, yaptığını abartmaması Güneş’e olan hayranlığımı, meylimi her zaman arttırdı. Kimlere ait fotoğraflar çıkmadı ki bu kutunun içinden? Selim Turan’lar, Abidin Dino’lar, Serge Poliakoff’lar, Ossip Zadkine’ler, César’lar, Dali’ler… Brigitte Bardot, Jean Cocteau, Anita Ekberg, hatta Ingrid Bergman... Bu kutuyu uzun süre elimden bırakamadım. Ağır hastalığına rağmen bize yardımcı olmaya çalışan Barbro, video kasetlerinin arasında Nasuhi Ertegün’le yaptıkları konuşmayı bulmuş, mutlaka onu izlememi istiyordu. Karabuda arşivi Ali Babanın mağarasını andırıyordu. Neye elimizi atsak arkasından katman katman, perde perde başka başka ilginç sarmal hikayeler çıkıyordu. Derler ya sakınılan göze çöp batar, bir şeyi çok istersen ona ulaşamazsın diye. Karabuda’lar üzerine olan kitap projemi araya giren hastalıklar, sağlık sorunları nedeniyle tamamlayamadım.



Solda: Güneş Karabuda, 1965, Stockholm

Ortada: Gunes Karabuda, Terzi, Paris 1958, Vintage Print

Sağda: Güneş Karabuda, Ecole Marie-Claire, 1958, Paris,

Hepsi Yazarın Arşivi, Ayperi Karabuda Ecer'in izniyle



Her sanatçının yaşamı ile çalışması arasında ince bağlantılar vardır. Güneş’le Barbro’da bu adeta tersinden gelişmiştir. Çalışmaları, yaşamlarını şekillendirip anlamlandırdığı gibi, “kültürler arası” iletişimle demokratik hak savunuculuğunu her türlü baskıya karşın sürdürmeleri onlara gerçek bir kozmopolit kimlik kazandırmıştı.

1933’de babası Dr. Nail Karabuda’nın görevi nedeniyle İzmit’te doğan Güneş, İzmir’in ünlü Kapani ailesinden geliyordu. 1935’te yayıncı, editör Alfons Gidlund’un kızı olarak Lidköping’de doğan Barbro gençliğinden itibaren yazı yazmaya başlamıştı. İlk, orta, liseyi Galatasaray’da okuyan Güneş, Fransa’da 1952’te yaz okulunda tanıştığı İsveçli Barbro ile öylesine tutkulu bir aşk yaşadı ki, iki genç 1954 yılında İstanbul’da evlendiler. Bir süre Stockholm’de de yaşadıktan sonra Paris’te üniversite eğitimi almaya karar verdiler. 1959’da Güneş ile Barbro hukuk ve gazetecilik eğitimi alırken, yaşamlarının sonuna kadar yakın ilişki içinde olacakları Fransız kültür sanat ortamıyla ilk tanışmalarını yaşadılar. Güneş kendi kendine fotoğraf çekmeye, Barbro’da bu fotoğrafları Paris hakkında yazılarıyla farklı İsveç gazetelerine yollamaya başladı. Bu sayede ortak üretim modellerini de bulmuş oldular. Ama Güneş’in fazla uzatmadan askerlik görevi nedeniyle Ankara’ya uğraması gerekiyor. 27 Mayıs 1960 darbesi sırasında teğmen olan Güneş bu hareketli zamanları belgeleyen fotoğraflarıyla önemli bir arşiv çalışması gerçekleştirmişti. Askerliğinin ardından Stockholm’e yerleşen Karabuda’lar, Paris ve İstanbul’dan hiç kopmadan profesyonel gazeteciliğe başlamışlardı.

Ara Güler’in Nuh’un Gemisi röportajının ardından bu konuda bir film çekmeyi düşünen Karabuda’lar otodidakt olarak kolları sıvayıp, yakın dostları olan Güler’i de yanlarına alarak belgesel bir çalışma için Ağrı’ya gittiler. Senaryoyu Barbro yazıyor, kamerayı ise Güneş çalıştırıyordu. Noel akşamı, 24.12.1961’de İsveç Devlet Televizyonu’nda gösterilen bu film Karabuda’ların “grand reporter” olarak tanınmalarını sağladığı gibi, yeni belgesel projeler için maddi destek bulmalarını kolaylaştırmıştı.



Güneş Karabuda, 1960-65, Ankara, Vintage Print, Yazarın Arşivi, Ayperi Karabuda Ecer'in izniyle



Aynı yıl Güneş’in Paris fotoğraflarından oluşan albümü Tidens Förlag yayınevi tarafından şair Jacques Prévert’in önsözüyle Stockholm’de yayınladı. Bu kapsamlı kitap, Güneş’in 1958-60 arasında çekmiş olduğu siyah beyaz fotoğraflar için şair Roland Malcome’un kaleme aldığı özgün metinlerden oluşuyordu. Bu fotoğraflar Güneş’in sanat anlayışında önemli bir yer tutan “atmosfer yakalama” olgusunun altını çizdiği için son derece önemlidir. Belli bir sanat, fotoğraf eğitimi almaksızın kendi kendini yetiştirerek fotoğraf çekmeye başlayan Güneş, henüz 28 yaşında yayınlamayı başardığı bu kitapla kendi stilini oluşturduğunu kanıtladığı gibi uluslararası bir kariyerin ilk önemli basamağını atlıyordu. Eğer gözümüzden kaçan başka bir yayın yoksa, bu kitap bir Türk fotoğrafçısının yurtdışında basılan ilk fotoğraf albümüdür. Bu çalışmalar ülkemizde ancak 2007’de Yapı Kredi Sermet Çifter Salonunda gösterilebilmişti.

Marco Polo’nun izinde dünyanın bilinmedik köşelerine giderek birbiri ardına ilginç kitaplara, filmlere, imza atan Karabuda’lar, çift kültürlü, çift dilli yaşamın öncüleri olarak dünya çapında bir ilgi gören projelere imza atarlar. 1960 sonrasında minibüsleriyle Stockholm’den Kunduz’a dek uzanan keşif yolculuklarında, Çetin Altan, Fikret Otyam, Ara Güler başta olmak üzere birçok arkadaşlarını yanlarına almaları, onların ne kadar paylaşımcı olduğunun kanıtıdır. Ortadoğu’nun bilinmeyen köşelerini belgesel karakterli fotoğraflarıyla belgeleyen Güneş’in çektiği konunun en ince detaylarına inen bir bakışı vardır. Hümanist bakış açısını elinden bırakmadan insanları, kültürleri şekillendiren çoğrafi, sosyolojik öğeleri büyüteç altına alan Güneş, bu yıllarda modern bir kimlik edinmeye çalışan ulusların aslında geleneklerine ne kadar bağlı olduklarının da altını çizmektedir. Modernleşme ile gelenek arasında sıkışan küçük insanların dünyasını yakalamakta ustalaşan Güneş’in bu yeteneği 1962’de yayınlanan Hong Kong fotoğraf albümümünde (Tidens Förlag, Stockholm) ortaya çıkar.


Baş döndürücü bir hızla çalışan Barbro ve Güneş, 1964’te Filipinler’de, 1966’da Suudi Arabistan’daki Kâbe’de, 1968’de Kalküta’da çalışarak önemli belgesel filmlere, kitaplara imza atarlar. Ama onlara önemli uluslararası bir ün kazandıracak olan 1968’de Eugène Ionesco üzerine bir film çekmek için Paris’te bulundukları sürede patlak veren öğrenci ayaklanması üzerine çalışmaları olmuştur.



Solda: Güneş Karabuda, Arzuhalciler, 1960-65, Afganistan, Vintage Print, Yazarın Arşivi, Ayperi Karabuda Ecer'in izniyle

Sağda: Gunes Karabuda, Trafik Polisi, Paris, 1957, Vintage Print, Yazarın Arşivi, Ayperi Karabuda Ecer'in izniyle



10 Mayıs 1968’de otuz beş bin öğrenci ve işçinin başlattığı direnişe polisin silah ve kaba güçle yanıt vermesi Paris’in göbeğindeki Saint-Michel meydanını adeta savaş alanına çevirir. Polis kuvvetlerinin geri çekilmesiyle sonuçlanan bu meydan savaşı tarihe Barikatlar Gecesi olarak geçer. Karabuda’lar büyük tehlikeler altında bu süreci film ve fotoğraflarla belgelemeyi başarırlar. Ardından Abidin Dino ile birlikte öğrenciler tarafından işgal edilen Paris Güzel Sanatlar Akademisi’nde kurulan Atelier Populaire’e girmeyi başararak burada ipek baskı tekniğiyle basılan afişlerin nasıl hazırlandığını, Paris duvarlarına nasıl yapıştırıldıklarını tanıklık ederler. Politik afişlerde dile getirilen ifadeler artık dünyada farklı bir politik iklimin başladığın habercisidir: Siz Hiçbir Şey Anlamadınız Burjuvalar, Dikkat Radyo Yalan Söylüyor, Halkın İktidarı, Gaulle’çü İşşizlik ve Sefalet Düzenine Son, Duvarlar Çocukluk Defterimizin Beyaz Sayfalarıdır.


Karabuda’ların Mayıs 68 olaylarına yoğunlaşan birçok belgesel filmi vardır. Ayrıca Güneş’in siyah beyaz fotoğrafları Väggarnas Språk (Duvarların Dili) ismiyle (Gidlungs Förlag, 1968, Stockholm) tarafından albümde yayınlanır. Bu kitap Güneş’in kent monografisi olarak yorumlanacak son çalışması olduğu kadar, onun sanat anlayışına damgasını vuran bir albümdür. İsveççe yayınlanan albümün ismi ise 2008’de Yapı Kredi’de açılan başka bir Güneş sergisinin başlığı olur: Duvarların Dili 40. Yılında Paris-Mayıs 1968 (Sergi tasarımı: Sadık Karamustafa) 1961’de Stockholm’de yayınlanan albümüyle 2008’de İstanbul’da yayınlanan sergi kataloğunu yan yana getirdiğimizde Karabuda’ların uzun sanat yaşamlarının ilginç bir özetini görürüz. Kamerasını, odağında insanın olduğu konular üzerine yoğunlaştırırken Güneş sadece tarihe geçecek belgesellik peşinde değildir. Barbro da küçük insanların kaderleri, dramları, özgürlük arayışlarıyla ilgilenir. Güneş kamerasının ardında gerçeğin peşinde ilerlerken gördüklerini, tanıklıklarını en dolaysız, en direk açıdan ele alır. Onun çalışmalarının aradan kırk, elli, hatta altmış yıl geçse bile sanki dün çekilmiş gibi diri durmalarının nedeni budur.



Güneş Karabuda, 1960, Kontak baskı, Yazarın Arşivi,

Ayperi Karabuda Ecer'in izniyle



1970-72 arasında İsveç Televizyonu muhabiri olarak ailece Şile’ye yerleşmeleri de onların kariyerinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Afrika, Asya, Latin Amerika kıtalarında dört dönen Karabuda’lar, yerkürenin gerçeklerini olduğu gibi anlattıkları ve gösterdikleri için çalışmaları her zaman ilgi toplamıştır. Bu ilginin temelinde her ikisinin de çok gençken kendilerinin bile farkında olmadan yaşamlarını “çok kültürlü, çok dilli hayata” adamaları olduğunu düşünüyorum.


Karabuda’larla son olarak 20-26 Haziran 2014‘de Stockholm’de detaylı bir çalışma yapma fırsatım olmuştu. 1960’lardan beri çekmiş oldukları fotoğraflar, filmler, yazdıkları kitaplar önümüzde neredeyse küçük bir dağ oluşturacak denli tepeleme duruyordu. Barbro inanılmaz bir alçakgönüllülükle, bunları biz nasıl yapabildik, bugün bile şaşıyorum dediğinde aklıma 1960’larda sözlüklerde bile olmayan “çokkültürlülük” kavramı geldi. Ana dillerinin dışında Fransızca, İngilizce, Almanca konuşmaları onlara farklı bir bakışın kapısını aralamamış mıydı? Bu inanılmaz projelerin arkasında, önyargılardan uzak, gerçeklerin peşinde olmaları sayesinde her türlü belayı atlatmamışlar mıydı? Birbirine yakın olmayan iki farklı kültürden gelmelerine rağmen birlikte yaşayan, üreten, dünyanın geçirdiği kabuk değişimlerine tanıklık eden Karabuda’lar, demokrasi, insan hakları, basın özgürlüğü gibi hassas konularda çoğunluğun sustuğu dönemlerde çalışmalarıyla her türlü baskıya rağmen sosyal demokrat çizgilerinden hiçbir zaman ayrılmamışlardı. Günümüzde tartışılan birçok kavramın (çokkültürlülük, angaje belgeselcilik, paylaşımcılık başta olmak üzere) öncülüğünü üstlenerek “örneksel bir yaşam ve üretim modeli” geliştirmeyi başaran bu eşsiz insanları özlüyorum.

Yazıya eşlik eden görsel malzemeleri kullanma izni verdiği için Ayperi Karabuda Ecer’e teşekkürler.

bottom of page