top of page

Unutuşun olanaksızlığı

Ülkemizi sarsan 6 Şubat depremlerinin üzerinden bir yıl geçti. Geleceği inşa ederken yaşadıklarımızı unutmamak amacıyla ve 6 Şubat depremlerinin birinci yıl dönümü vesilesiyle başlattığımız röportaj serimizin üçüncü konuğu Alper Şen


Röportaj: Sine Ergun



Deprem nedir?


Bunun herhangi bir olumlu tarifini insanlığın tarafından bakarak yapmak zor, sarsıcı. Basitçe trajik bir doğa olayı diyebiliriz galiba insan uygarlığında neden olduğu hasarı göz önünde bulundurduğumuzda. Bir başka taraftan bakarsak, dünyanın neredeyse her bölgesinde bitmeyen bir canlılığın ve hareketin en görünür örneği belki de. Yeryüzünün sürekli dönüşen coğrafyasının simgesi. İnsan uygarlığının da düşmanı öte taraftan. Doğa ve dünya ile iç içe olduğumuz bilgisine yabancılaşarak inşa ettiğimiz her şeyi bize en acı deneyimlerle sorgulatan bir gerçeklik. Afet demek kolay, evet bizim için afet, dünya için toprağın ve suyun yeni nefes alma alanları yaratması belki de... İnsan kendisini aciz hissettiği her doğa olayını afet olarak tanımlıyor. 


Alper Şen

Birbiri ile çoğu zaman eş anlamlıymış gibi kullanılan ama başka şeylere göndermeleri bulunan iki sözcük geliyor aklıma. Yardımlaşma ile dayanışma. Deprem sonrası bölgedeki çalışmalar sende hangi sözcükle imleniyor?


Her ikisiyle de tanımlamak mümkün aslında. Birbiri yerine geçebilecek, bazı durumlarla da birbiri ile çelişebilecek eylemler olabiliyor bunlar deprem sonrasında. Başından başlarsak, yardım isteyen bir kişi içinde düştüğü zor durumdan kurtulabilmek adına o an kendisinden daha iyi durumda olan kişiye ihtiyaç duyması diye tanımlayabiliriz. Dayanışma da bu ihtiyacı hiyerarşik dil oluşturmadan karşılama çabası ile tanımlanabiliyor. Bu kavramların deprem sonrası yaşanan acı durumda bu kadar ön plana çıkması devlet kurumlarının yapması gereken şeyleri halkın yapmak durumunda kalması sonucu oluyor galiba. Deprem bölgesinde çalışmalar yürütüldüğünde politik doğruculuk adına “dayanışma” kelimesi çok sık kullanılan bir kelime oldu. İlk dönemlerde deprem bölgesi için insanlar bir şeyler yapmaya kalkıştığında ben de “yardım değil dayanışma” tanımı üzerinden düşünüyordum. Zamanla bu tür kategorik ayrımlar oluşturmanın biraz sıkıntılı olduğunu düşünmeye başladım. Deprem bölgesine “yardımda bulunmak” doğru ya da olması gereken bir şey. Bölgede insanlarla “dayanışmak” da tabii ki en doğal şekliyle dayanışma içindeki herkesi iyi hissettirebilecek bir eylem. Zaman içinde bu iki kavramın çatıştırıldığına tanık oldum deprem bölgesi söz konusu olduğunda. “Bir yardım etmiyoruz, dayanışıyoruz” gibi politik doğruculuğu da bir anlamda gösteriye dönüştürebilecek ve iyi niyetler arasında da bir hiyerarşi oluşturacak söylemlerin de başka bir seviyede sevimsizleşebileceğine de tanık oldum. Sonuç olarak yardım ya da dayanışma, ihtiyaç duyan kişilerin onurlarını zedelemeden yapılacak her çalışma baş göz üstünedir.



Adıyaman’da şu anda içinde bulunduğun yapı ve yürüttüğü projelerle ilgili bilgi verebilir misin?


Haziran ayının sonlarından beri Adıyaman'da Adıyaman Tabip Odası, KESK, Eğitim-Sen gibi bölgede iş birliği içindeki birçok sivil toplum örgütünün çalışmalarını yürüttükleri konteynerlerden oluşan yaşam alanında FİSA (Fikir ve Sanat Atölyesi Derneği) Çocuk Hakları Merkezi adına Medya Atölyesi'nin danışmanlığını yürütmeye çalışıyorum. Derneğin Adıyaman'da kurmuş olduğu merkezi dernek adına iki arkadaşımız orada yaşayarak ve civardaki konteyner kentlerde çocuklarla ve kimi zaman ebeveynlerle çalışmalar yürüterek gerçekleştiriyor. Bu arkadaşlarımız dışında benim gibi birçok kişi düzenli olarak Çocuk Hakları Merkezi'ne gidip gelerek süregiden çalışmalara katkıda bulunuyorlar. Yapılan şeyler çok çeşitli bir yandan, ama özetlemeye çalışırsam çocuk haklarını ve çocuğun yüksek yararını merkez alarak psiko-destekten sanat atölyelerine dek birbiri ile ilişkili ya da birbirini destekleyen çalışmalar gerçekleştiriyoruz. Medya Atölyesi'nde de öncelikle yaşam alanındaki konteynere kurmuş olduğumuz küçük medya stüdyosunda çocuklar için güçlendirici özelliği ön plana çıkan medya atölyeleri gerçekleştiriyoruz. Bunları kendi alanında uzman ve pedagojik dili önemseyen yetişkinlerin katkılarıyla yürütmeye çalışıyoruz. Deprem sonrasında birçok alanda sıkıntılarla baş başa kalan çocukların yaşamlarında olumlu bir dönüşümü sağlayabilmek adına öncelikle kendilerini ifade edebilecekleri araçları ortaya çıkartmak Çocuk Hakları Merkezi'nin ilk aşamadaki hedefi. Bunun için podcast atölyelerinden sanat terapisi çalışmalarına kadar farklı yöntemler kullanıyoruz. Deprem ile birlikte bir anlamda eski bilgilerimiz de ciddi bir sarsıntı geçirdi. Başka bir deyişle bildiklerimizi ya da önceki deneyimlerimizden öğrendiklerimizin önemli bir kısmını yeniden gözden geçirmek durumunda kaldık. Yeni bir dünya, yeni bir yaşam ve yeni bir gündelik hayat kurulacaksa da eski kitabi bilgilerle bunu yapmanın boşuna olacağına dair bir kanaat oluştu yaptığımız çalışmalarda. Biraz da bu nedenle önce kendimizi ve bildiklerimizi de sorgulayarak deprem sonrasında çocuklarla birlikte yeni bilgilerin peşine düştük bir anlamda. Yetişkinlerin bildiklerini çocuklara aktarması yerine birlikte hikayelerle ve deneyimlerimizle edineceğimiz yeni bilgilerle çevremizi anlamamızı ve hissetmemize neden olabilecek çalışmalar yürütüyoruz. Bunun somut bir örneği olarak “Hayat Bilgimiz” adında içeriğini çocukların oluşturduğu dergimizin üçüncü sayısını bu zamanlarda hazırlamaktayız. Derginin açıklama kısmı belki ne yapmakta olduğumuza dair fikir verebilir:


“Bizler Adıyaman K11 Konteyner Kent’te yaşayan çocuklarız. Burada yaşamaya başladığımız günlerden beri birlikte oyunlar oynamayı, kitap okumayı, hayaller kurmayı, sevindiğimiz ve üzüldüğümüz şeyleri birbirimize anlatmayı ve hep beraber bir şeyler yapmayı seviyoruz. Bazılarımız henüz okula gidecek yaşta değil, bazılarımız da liseye gidiyor. Yani her yaşta çocuklarız! Ne olursa olsun çocuk olmak çok eğlenceli bir şey ve biz de yetişkinler gibi her gün yaşadıklarımızdan, okuduklarımızdan ve izlediklerimizden bir şeyler öğreniyoruz. Bir gün etkinlik yaptığımız yetişkinlerle konuşurken gün boyu yaşadıklarımızdan edindiğimiz bilgilerden oluşan bir dergi çıkartıp bu bilgileri sizlerle paylaşmaya karar verdik. Etkinlikler boyunca resimler çizdik, kamerayla çekimler yaptık, oyunlar oynadık ve her gün yeni şeyler öğrendik. Bu öğrendiklerimiz de sizlerle paylaşmak istediğimiz hayat bilgimize dönüştü.

Umarız dergimizi seversiniz.!”


6 Şubat Depremleri Çocuk Haklarını İzleme Bülteni'nden çocuk çizimleri


Adıyaman’da çocuklarla bir aradasın. Bir arada olduğun çocukların gözünden bir günü anlatabilir misin bize?


Bunu anlatabilmek için öncelikle bunu anlayabilmek gerekiyor ya da en azından çocukların bizlerle paylaştıkları kadarıyla gündelik yaşamlarının neresinde olduğumuzu görmemiz gerekiyordu. Biraz da bu nedenle çocuklarla gerçekleştirmiş olduğumuz ilk medya atölyeleri “Hayat nasıl gidiyor?” sorusuna birlikte cevap aramakla geçti. Bu aşamada Deniz Türkeş'in konteyner kentteki çocuklarla bu başlık altında yaptığı podcast çalışması bizler için çok öğretici oldu. Tarif etmek zor bir yandan da, her çocukta ve yetişkinde başka bir yoksunluğun ve eksikliğin varlığını hissettiğinizde çaresizlik duygusunun sizi sarmaması gerekiyor, aksine bir arada olmanın coşkusu ile yeni bir yaşamı kurmaya çalışırken gündelik hayatı da böyle tasvir etmek gerekiyor galiba. Her şeyden önce ferah evlerden 21 metrekarelik konteynerlerde yaşamaya başlamanın getirdiği zorlayıcı durumdan en çok çocuklar etkileniyor gözlemlediğimiz kadarıyla. Bunların ötesinde her çocuğun bu depremle birlikte yitirmiş olduğu farklı şeyler var. Çok basit gündelik alışkanlıklarından vazgeçmek zorunda olmalarından sevdiklerini yitirmeye dek bizlerle paylaşabildikleri ölçüde anlamaya ve hissetmeye çalışacağımız durumlar söz konusu. Dolayısıyla galiba tek bir gündelik yaşam betimlemesi yapmak kolay değil. Ama en azından şunu söyleyebilirim. Her çocuğun gündelik yaşamı artık eskisi gibi değil; kaldığı yerden arkadaşlarına, gittiği okuldan oynadığı oyunlara kadar her biri yeni bir yaşama yeni alışkanlıklar oluşturarak ya da oluşturmak zorunda kalarak uyum sağlamaya çalışıyor. 



Sanatçı sözcüğü ile ilgili soru işaretlerini göz önünde bulundurarak soruyorum. Bellek tutuculuğu görevi atfedelim sanatçılara, sanata da bir nevi bellek tutma yöntemi diyelim. Sence deprem bölgesinde sanatçılar bu anlamda ne gibi alanlarda işlev gösterebilir?


Bir görsel bellek kaydı tutmak ile beraber belgelemenin ne kadar gerekli ve önemli olduğuna deprem bölgesinde yeniden tanık olduğumu söyleyebilirim. Bir sanat üretiminin öncesinde, yaşananları belgelemek ve bir kanıta dönüştürmek çok değerli ama bir yandan da pek de kolay değil. En zor zamanlarda, halen insanların kurtarılmaya çalışıldığı anlarda elinizde kamera ile bir şeyleri kaydetmeniz çok sarsıcı bir duygu ve eylem. Bunun duygusu ile başa çıkmak da kolay değil. Gözlerinizi istemsizce kapatmak isteyeceğiniz durumları belgelemeye çalışmak bu yaşanan travmayı ölümsüzleştirmek anlamına da geliyor. Son bir yıl içinde depremin yıktığı kentlerde kayıtlar alırken canımın bu kadar yanacağını tahmin etmemiştim. Yine de bunun bir mecburiyete dönüştüğünü bilmek de bu kaydı almayı gerekli kılıyor. Bizler de kaydetmezsek “resmi kayıtlar” dışında tüm yaşanan hak ihlallerine dair neredeyse hiçbir kanıt olmayacak galiba. Çünkü her şey bir şekilde zorla ya da tepkisel dürtülerle siliniyor. Yaşanan acının da ötesinde katlanılması daha zor olan şey, bu sürecin sessizlik içinde sürmesi ve sönümlenmesi olurdu: “O kadar kötü ve çaresiz bir durumdayız ki kimse sözlerimizi kaydetmiyor ya da yaşadığımız durumu belgelemeye gerek görmüyor.” Bir yandan da kaydettikleriniz de etik olarak size büyük sorumluluklar yüklüyor olabilir. Bir sanatsal üretimden çok daha önce dava dosyalarına girmesi gereken ya da yaşanan mağduriyetlerin duyurulmasını gerektiren şeyleri kaydetmiş olduğumuzun bilincinde olmak gerekiyor. Sanatçının bu aşamada sanat üretimini belki de birkaç sıra geriye atarak önce kayıt cihazlarıyla bu bellek tutma işlevini gerçekleştirmesi gerekir diye düşünüyorum. Canıyla ve acısıyla uğraşan insanların sesi ve görüntüsü olabilmek de bu yaşanan ağır travmaların depreme uzak insanlar için anlaşılır hale gelmesi açısından önemli olabilir.



Uzun zamandır bellek hakkında konuşuyoruz seninle, uzantısı ve açılımı olarak unlearning hakkında. Deprem bütün bunların neresinde duruyor? 


Unlearning'i hâlâ nasıl çevireceğimizden emin değilim. “Öğrenmeme” değil, o kesin. Şimdiye dek alışılagelen öğrenme sürecini geriye sararak yeniden, ama bu kez farklı metotlarla öğrenme sürecini deneyimlemek ise depremin bize öğrettiklerini tarif edebilir galiba. Daha önce de depremlere tanık olduk ama bilemiyorum, en yakın tarihli olanın duygusu ve sarsıcı gücü daha mı yakın, o nedenle mi böyle düşünüyoruz? Bunun gibi şeyleri düşünerek deprem bölgesine gittiğimde bu defa sarsılan ve neredeyse tamamen yıkılan şeylerin Babil Kulesi haşmetindeki binalarla birlikte kent yaşamına dair tüm bilgilerin de olduğuna tanık oldum. Kentin görece alt sınıf mahallerindeki küçük evlerinde yaşayan insanlar zamanla maddi durumları düzeldiğinde kent merkezinde çok katlı ve daha konforlu binalara taşınıyorlar, deprem de bu konforlu binaların yıkımına neden oluyor sonunda. Trajik ya da ironik, nasıl tarif edersem edeyim yine de depremin sarstığı şey bizim doğaya yabancılaşarak öğrenme yöntemlerimizmiş. Depremde evini ya da yakınlarını kaybeden insanların söylediği sözlerden biri buna benzerdi, depremle beraber hafızalarının da biraz silindiğini söylüyorlardı bazı şeyleri hatırlayamadıklarında. Şimdi bu silinen hafızanın yerine koymamız gereken yeni bilgilerin arayışındayız. Antakya'nın göbeğinde ya da Adıyaman'nın semtlerinde yıkıntılara baktığımda “Kent nedir?” sorusuna dair bildiğim her şey boşluğa düşmüş gibiydi. Yok olmuş bir kent merkezinin ortasında eski resimlerle şu an gördüklerimi karşılaştırdığımda herkes gibi benim de yüreğim sıkışmıştı. “Neredeyiz?” sorusuna cevap verememek, gün ışığının içinde karanlıkta kalmış olmak gibi kafa karıştıran bir hafıza yıkımı. Evet unlearning en acı şekilde deprem ile birlikte bir yöntem olarak karşımıza çıkmış oldu. Bildiklerimizi unutmamız pek kolay değil ama bilme sürecini geriye sararak yeniden bazı şeyleri doğayla barışarak öğrenebiliriz belki, ama bu kez kitabi şeyler değil, hikâyeler ve deneyimler bize yeni bir hayatı kurgularken birçok şeyi öğrenmemize yardımcı olacak. 



Bessel A. van der Kolk, Beden Kayıt Tutar kitabında gerçek bir unutuşun olanaksızlığından söz eder, olduğumuz insana, davranışlarımıza işler der geçmiş yaşantı. Depremi ise unutturmak için bütün yaygın araçlar kullanıldı. Unutuldu mu sence? 


Depremi sadece bir haber içeriği olarak düşünen insanlar için belki unutulmuştur. Ya da yaşanan bu kıyametin sorumlusu olabilecek yetkili kişilerin de çabalarından biri depremi unutturmak olabilir. Ama unutmanın ötesinde depremin, her haliyle depremden etkilenen şehirlerde gündelik yaşama girdiğini söyleyebilirim. Evet dile gelmese de davranışlardan anlamak ya da hissetmek mümkün bir çok şeyi, düşmüş omuzlarla kırgın ve kızgın bakışların depremi unutması mümkün değil ve yüzbinlerce insandan, dava dosyalarından bahsediyoruz. “Ben de eşimi ve iki çocuğumu kaybettim” diye yaşadıklarını bir cümlede özetleyen bir kişi için durum depremi unutmanın ötesinde, belki de depremin öncesindeki hayatını unutması gibi bir durum söz konusu sanki. Unutturmak değil de yaşananları zamanla farklı hatırlamaya başlamak, hafızanın yeniden geçmişi üretmesi de başka bir dönüşüm bir yandan. Her şeyi tanrısal bir güce karşı çaresiz insan metaforlarıyla açıklamaya çalışmanın bu bozulan hafızanın da bir yansıması olduğunu düşünüyorum. Ama unutturmamak için önce insanların travmalarıyla başa çıkabilecekleri mekanizmaları ya da her türlü iyileştirme süreçlerini oluşturmak gerekiyor. Şu an neredeyse her kentte bunun çok çok gerisinde her şey. Adıyaman'da belediyenin cenaze işlerinde çalışan görevliler bir yıl sonra ilk kez psikolojik destek almaya başladıklarında söyledikleri sözlerden biriydi: “İlk defa birisi bize ne hissettiğimizi sordu.” Unutmanın ötesinde, depremi yaşayan ve yaşananlara tanık olan herkes galiba ayakkabısının içine bir taş almış oldu. Bu taşı çıkartmadan yürümeye çalışıyoruz, her adımda unutmanın ya da unutulmanın ötesinde hafızamızdaki kalıcı izlerin acısıyla ilerliyoruz.



Van depreminde çadır kentte kaldığım hepi topu on gün ıstıraba benzer yaşadığım acının yanı sıra işe yaradığımı hissetmenin verdiği bir sağaltım duygusu yaşadığımı anımsıyorum. Ve bu duygudan utandığımı. Sen yaşadığın bütün deneyimlerden sonra neredesin? Kimsin artık?


Video imajı ile bir şeyler üretmeye çalıştığım zamanlardan beri aslında kim olduğuma dair somut bir şey söylemekte zorlandım. Şimdiye dek kaydettiğim ya da kurgusunu yaptığım şeyler içerisine olumlu şeyler öyle az ki... Acının, zor zamanların, insan hakları ihlallerinin ve travmatik birçok imajın görsel düşüncesi üzerinden bir şeyler üretme çabası benim de bunu hangi sıfatla ve neden, nasıl yapmam gerektiğini çok sorgulattı. Yaptıklarım ve düşündüklerim arasında yaşadığım zamanlarda eylemcilerin arasındaki sanatçı, sanatçıların arasındaki eylemci olarak tanımlandığıma birçok kez tanık oldum. Yine de kaydettiğim ya da kurguladığım imajların bana bir şekilde sanat kariyeri yarattığını inkâr etmedim. Zor zamanların kaydına dair yaptıklarım ilk aşamada belki bir toplumsal fayda ya da farkındalık yaratsa ve öncelikle o amaçla yapılmış olsa da zamanla bu imajların bana da artı değer ürettiğini gördüm. Eylemlere ya da toplumsal mücadelelere gerekli gördükleri zamanda dahil olan sanatçıların sanatçı kimliklerini ön plana çıkartarak yaptıkları çalışmaların bal kovanına giren eşek arısı gibi uzun yıllar verilen mücadelenin artı değerini mücadelenin içindeki kişileri çok da fazla umursamadan kısa sürede kendileri için oluşturduğuna ve niyetlenen şeyin aksine toplumsal mücadele veren kişiler ile sanatçılar arasına samimiyetsiz bir ilişki oluşturduğuna tanık olduğum anlar maalesef çokça oldu. Bu tanıklıklarım beni de yaptığım işleri de çokça sorgulattı. Biraz da bu nedenle bazen çevremdeki arkadaşları da bu düşüncelere inandırmaya çalışarak kolektif yapılar kurmaya ve bu işlerin bana/bize yönelik artı değerini en aza indirmek için isimsiz işler üretmeye önem gösterdim. Bu konuda ne kadar başarılı olabildim bilmiyorum, galiba başarısız olduğum anlar ya da hayal kırıklıkları yeteri kadar oldu ama bazen de yapılan işlerin “politik risklerini” de gördüğümde bu kez isim yazmamanın başka bir soruna neden olabileceğine tanık oldum. Her toplumsal mücadeleye dahil olanların sanatçı ya da eylemci olarak kendisine özgü koşulu ve durumu var. Oktay'ın (İnce) sevdiğim bir cümlesi vardı, tam anımsayamıyorum birebir ama, “bazı yerlerde kaydedecek gücüm, bazı yerlerde kamerayı hiç kullanmayacak hikmetim olsun isterim” gibi bir şeydi. Senin soruna ve düşündüğün açmaza geri döneyim bunlardan sonra. Evet biz 2011'deki deprem sonrası Erciş'e gittiğimizde de en azından birey olarak değil, ekip olarak gittiğimizi çok iyi anımsıyorum. Kalabalıktık ve ekip her hafta değişiyordu. İsimlerimizi çocuklar da zor anımsıyordu, sonuçta hepimiz Gündem Çocuk Derneği gönüllüleriydik. Yine de bir çocuğun şu cümlesi, benim için de senin hissettiğin “toplumsal faydanın neden olduğu mutluluğa” çizik atmıştı. Bir çocuk tanışmaktan imtina etmişti bizimle, “siz de gideceksiniz birkaç gün sonra nasıl olsa, tanışmamıza gerek yok” diyerek. Şimdi tüm bu deneyimlerden sonra, Adıyaman ya da başka bir yer fark etmiyor, gittiğimde kamerayı eğer bir çocuk kullanmıyorsa, ona -eğer kullanmak isterse- nasıl kullanması gerektiğini göstermek için çıkartmayı önemsiyorum. Yaşananları kaydeden çocukların yetişkinler tarafından çok daha fazla önemsendiğine ve çocukların kendi medya ürünlerini kendileri oluşturabildikleri için özgüvenlerinin  zamanla artmasıyla seslerinin daha gür çıkabildiğine tüm bu zamanlarda çokca tanık olduk. Yine sorduğun soruya ve kendime dönersem kim olduğuma dair halen emin olamadığım detaylar var ama zor zamanların görsel artı değerini en azından bu zor zamanları izlemek isteyen dolu tribünlere göstermekten kaçınıyorum, olacaksa da adımı bir yerlere saklamaya ya da insan hakkı ihlali kanıtı olabilecek kayıtları kamusallaştırmaya özen gösteriyorum. Bununla birlikte etik duyarlılıkla yaşanan acıyı estetize ederek anlatmaya çalışmak çok güçlü bir duruş, belki bende o güç pek kalmadı artık. Jean Genet'in “Size işkence edene karşı bir şey söyleyecekseniz önce onun dilini iyi konuşmanız gerekebilir” cümlesi dolayısıyla çok değerli bu dönemde. Bu zamanlara dair bir belge-video yapar mıyım yeniden, umarım yaparım, belki çoğu kişinin depremi tekrar unutma döngüsüne girdiği zamanlarda, tribünler boşaldığında yaşadıklarıma ya da tanıklıklarıma dair bir şeyler yapmayı istiyorum. Şimdilik sanatın güçlendirici ve elitist olmayan özelliklerini çocuklarla paylaşmak ve benim değil onların üretimine alan açacak koşullar yaratmaya ya da onlar için kolaylaştırıcı olmaya özen gösteriyorum.

bottom of page