Sanatçı Songül Girgin’le dört heykeltraş arkadaşıyla paylaştığı Kadıköy’deki atölyesinde buluştuk. Henüz iki haftadır sahiplendikleri ve atölyeyi beraber paylaştıkları küçük kedi, Meksika ortancası, Isparta gülü, İran gülü, İsveç yoncası ve deve tabanı gibi bitki ve çiçeklerin arasında sanatçının üretim pratiğinde önemli bir yer edinen tohum, kabuk, ses ve renk üzerine sohbet ettik
Röportaj: Hüseyin Gökçe
Songül Girgin
Songül Girgin, tohumlar üzerinden geometrik soyutlamalar yoluyla heykeller üretiyor. Doğadaki hareketi, tohumun içinde saklı olan fakat uygun bir zaman ve koşulda harekete geçmeyi bekleyen potansiyelle birlikte düşünürek işlere katıyor. Hareketin getirdiği akışkanlık ve kıvrımlar optik illüzyonlar şeklinde kendini sunuyor. Bu, her bir tekilliğin kendi içine başka şeylerin karıştığı bir çokluk olarak var olmasının getirdiği büyüleyici bir oluş tarzı olarak da yorumlanabilir. Belki de manzarayı heykelin içine dahil etmesinden kaynaklı bir yanılsama. Bakışa sunulan manzarada her bir tekillik ayırt edilemediğinden kaynaklanan bir buğulanmasıdır söz konusu olan. Heykeller izleyiciler eliyle ses çıkarırken bu esnada oluşan sesler armonik olarak değil, doğadaki kaotik seslerden farksız bir şekilde duyuluyor. Heykellerdeki renkler de aynı seste olduğu gibi doğayla uyumlu bir şekilde kendine yer buluyor. Bugüne kadar birçok karma sergiye katılan, başta Türkiye olmak üzere Çin, Lüksemburg, Ukrayna’da büyük boyutlu heykeller üreten son olarak 10. Asya-Avrupa Mediations Bienali’nde yer alan sanatçıyla dört heykeltraş arkadaşıyla paylaştığı Kadıköy’deki atölyelerinde buluştuk. Henüz iki haftadır sahiplendikleri ve atölyeyi beraber paylaştıkları küçük kedi, Meksika ortancası, Isparta gülü, İran gülü, İsveç yoncası ve deve tabanı gibi bitki ve çiçeklerin arasında sanatçının üretim pratiğinde önemli bir yer edinen tohum, kabuk, ses ve renk üzerine sohbet ettik.
Songül Girgin, Tohum, 2019, Metal
Tohumlar bitkilerin türlerinin devamlılığı sağladığı kadar insan, hayvan hayatında ve evrimsel süreçte de çok önemli bir yere sahip. Onlarsız yaşamın devam etmesi neredeyse olanaksız. Tohumların hangi özelliği seni onlara çekiyor?
Tohum, doğada potansiyel enerjisi en yüksek maddelerden biri. O, küçücük şeyin içerisinde birçok çeşitte renk, koku, form, bilgi var. Çalışmalarımda bunun içerisinde görünmeyen kısmı nasıl görünür hale getirebilirim sorunsalı var. Sanatın görünmeyenle ilgili olduğu düşünüyorum. Bütün o potansiyeli içinde barındıran öz meselesiyle ilişkilendirmeye çalışıyorum sanatımı. Bu bağlamda tohumlara bakmaya çalıştım. Tohumun çıkabileceği bir toprağa ihtiyacı var. Onun orada yaşayabilmesi için bir takım koşulların sağlanması gerekiyor. O türün bir yerde yeşermesi ama başka bir yerde yeşermemesi ilgimi çekiyor. Aslında bir takım görünmez sınırları doğada görüyorum. Tıpkı insanlar gibi. Nasıl biz o coğrafyanın havası, suyu ve kültürüyle bağ kurarak büyüyorsak tohum da böyle bir şeye ihtiyaç duyuyor. Tohum ile insan arasında o kadar bilgi bağıntısı var ki, o bağıntıları kurmaya çalışıyorum. Örneğin endemik bir türü alıp bir başka dağa götüremiyorsun. Bu aynı zamanda tohumun yer aldığı toplumla çok fazla bağ kurduğunu keşfetmeme sebep oldu. O kadar bir bağ kurmuş ki, o tür halılar veya kilimlerdeki motiflere girmiş. Türkülerde söyledikleri bir çağrışıma sebep olmuş. Doğanın onun içinde olarak incelenmesi ve özümsenmesi gerektiğini düşünüyorum. O endemik türü bir laboratuvar ortamında değil de, bulunduğu yöredeki varlığı ve etkisiyle birlikte ele alıyorum.
Bir tohumla iş yaptığında o tohumu incelediğin, onun hakkında ne yazılmışsa alıp okumak gibi bir isteğin veya o tohumun kök salıp vermesi için ektiğin oluyor mu?
Anne tarafımın dağlarda geçen hayatı ve baba tarafımın denizle olan ilişkisinden dolayı her iki coğrafi oluşumu farklı şekillerde deneyimleme fırsatım oldu. Babaannemin dağlardan otlar toplayıp; yağ, ilaç, kremler yapması doğa bilinci ve bilgimin gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Bir bitkiyi dalından kopardığımda köklendirebiliyorum. Bir yandan o tohumun hangi toprakta, mevsimde ve sıcaklıkta büyüyeceğini biliyorum. Babaannemden doğayı çoğaltmak ve sürdürülebilirlik üzerine birçok şey öğrendim. Atölyemde yer alan bitkiler, farklı bitkilerden koparıp büyüttüğüm bitkiler. Annemden de endemik bitkileri öğrendim. Bir yandan da anneannemin annesinin adı: Zerdi. Kürtçe bir isim. Dağda açan sarı çiçek anlamına geliyor. Annem halı dokurdu. Dokuduğu halılarda kardelen motifi vardı. Onlar o doğayı görüyorlar. Bu da türkülerine, halılardaki motiflere yansımış. Onları evlerinde, giysilerinde, çantalarında o kadar güzel soyutlamışlar ki, soyut geometri derslerinde gördüğümüz şeyler bizde zaten varmış diyesi geliyor insanın. Ben yıllarca düşünsem kardeleni bu şekilde soyutlayamazdım diye düşünüyorum. Ekspresif bir sanat dili gibi geliyor bana. O dili işlerimde kendimce yeniden kurmaya çalıştım. Bu insanların doğayla çoğaltmaya, korumaya ve sürdürmeye yönelik uğraşlarını heykel veya geometrik soyutlama üzerinden geliştirmeye çalışıyorum.
Kuşkusuz bütün bu tohumlar, endemik türler ve kültürlerle beslenmen doğa, bitki ve tohumlar hakkında sana birçok bilgi sağlıyordur. Ama bir yandan da bir şeyin kendini sanat eseri olarak ortaya koyması için bir form olarak kendini ifade etmesi gerekiyor. Bir iş üretirken sürece mi yoksa sonuca mı odaklanıyorsun?
Bence o sanat olmaktan çıkıyor. O, sonuç oluyor. Senin yaşadığın süreç kıymetli. Yani o bitkiyle geçirdiğin süre, doğada yürüdüğün, orada kendinle hesaplaştığın süreç önemli. Oradan koparıp getirdiğin şeyin sonu o eseri gören insanlarla ilgili. Bu anlamda Duchamp'ın “Aslında sanat, sanatçının yapma sürecidir” sözüne katılıyorum. Sonuç olan kısım sanatçıyla ilgili değil, o eserin izleyiciyle kurduğu anlam bağlarıyla alakalıdır.
Eserlerinin şiirsel ve lirik bir yönü var. İşler her ne kadar metalden de yapılmış olsa kırılgan bir tarafı da var. Çalışmalarını tıpkı tohumun gerekli ve uygun koşulları bulduğunda yeşerip kök salması gibi bir kırılganlıkla sunuyorsun. Ama izleyici bu metallerden bir ses çıkarmaya çalıştığında armonik sesler duyacağını düşünürken kaotik sesler duyuyor. Bir anda eserin zihinde çağrıştırdıklarının dışında bir başka şeyle karşılaşıyor.
İşlerim duyu verilerinin birçoğuna işaret ediyor. Bunun içinde renk, ses, optik oyunlar var. Eserlerin hareket etmesini istiyorum. O tohumun özündeki yorumladığım imgeyle hareketin yaşam bulması var aslında. Hareket eden her şey ses çıkarır. Doğada her şey hareket halindedir. Yaptığımız her formun kendine has bir sesi var. Tıpkı insan gibi. İnsanın akciğerlerinin genişliği, ses tellerinin uzunluğu, damağının genişliği ve dişlerinin yapısı onun ses özelliğini veriyor. Aynı parmak izi gibi. Aslında heykellerime koyduğum aradaki modüler yapıların tonal seslere yakınlığı var. Ama tamamen kendine ait sesler. Onu baştan aşağıya çaldığınız zaman hem müzik hem gürültü halinde kendini ifade ediyor. Ama orada iyi bir kulağın varsa tonal sesler bulunuyor da. Onun içinde altı nota bulunabilir. Ama formun kendine ait sesinin olması bir yandan da şöyle bir şey; bir ağacın rüzgar vasıtasıyla bütün yapraklarını hareket ettirdiğinde duyulan müzik mi? Müzik de denilebilir. Ama aynı zamanda kendine has bizim bir müzik bu. Doğanın içinde kaotik yapıyı heykelin içinde yeniden oluşturuyorum.
Songül Girgin, Gelincikler, 2019, Metal
Eserlerinde öte yandan optik oyunlara başvuruyorsun. Doğal olarak bu oyunlar işlerin görünürlüğünü buğulu bir hale getiriyor. Bu optik yanılsamalara tohumun içinde tam olarak neler olup bittiğini göremediğimiz için mi yer veriyorsun?
Kamerada akan her kare onu izlenir hale getiriyor. Trenler geçiyor içindekileri görmüyorsun, uzaktan baktığında şehir bulanıklaşmaya başlıyor. Ama biliyorsun orada bir gürültü var. Bu anlamda ses birleştiriyor. Bir yandan da heykelin içindeki manzarayı görmek istiyorum. Manzarayı heykelin içine dahil ediyorum. Örneğin Richard Serra manzarayı kesiyor. Orada öyle bir şey geçiyor ki, sen onun içinde yürüyorsun karıncalar gibi oluyorsun. Ama benim yaptığım işler hava almalı, boşluğu ve manzarayı içinde dahil etmeli.
Dünyanın birçok yerinde kamusal alanlarda interaktif işler üretiyorsun. Buralarda işler üretirken mekân da bu sürede güçlü bir eleman olarak kendini sunuyor. Doğada hiçbir şey katışıksız değilse bir eseri mekânla ve çevresiyle birlikte düşünerek üretmek o eserin tekilliğini ne yönde etkiyor?
Yaptığım heykeller mekâna özgü oluyor. Çin’de Pekin’e yakın bir yerde bir çölde iş ürettim. Orada sekiz metrelik bir heykelim var. Ben ütopik mekânları çok seviyorum. Çöl, denizaltı, hava, Mars gibi yerler. O çöle baktığımda hareket halinde yumuşak tepeler olduğunu gördüm. Sürekli kumların bir yerden bir yere hareket edip yeni tepeler oluşturduğunu deneyimledim. Coğrafyanın sürekli bir değişim halinde olduğu fark ettim. O doğadaki bir endemik türe baktım. Çöl yılanıyla karşılaştım. Değişik hareketler yaparak kendini kumun içine saklıyor. O yılanın coğrafya ile nasıl bağ kurabildiğini, kendini oraya nasıl adapte ettiğine baktım. Çöl Yılanı isminde bir iş yaptım oraya. Hem o tepeleri tekrar eden hem de o yılana gönderme yapan bir iş çıktı ortaya. Tepeler sürekli hareket ettiği için benim işimde çölde kumun içinde kayboluyor. Aradaki metal boşluklardan kumun geçmesine izin verdim. Oradaki optik illüzyona bu eserimde de yer verdim. Tepeler duruyor ama siz eserin etrafında hareket ettiğinizde tepeler hareket ediyormuş gibi oluyor.
Songül Girgin, Küpe çiçeği, 2019, Metal
Bir iş üretirken mekân ve bağlamı da birlikte düşünmek kaçınılmaz olmasa gerek. Mekânı ve bağlamı nerede kuruyorsak onun kendine ait bir görüntüsü ve sesi de oluyor. Örneğin bir mekân olarak mezbaha; satırlar,bıçaklar, çengeller gibi aletlerle donatılmış bir yer. Burası boğazlanmış ve parçalara ayrılmış hayvanların imgesini sunuyor. Çengele asılmış kesilmiş hayvan bedenleri var. Ses olarak da çığlık bu görüntüye ilişiyor. Görüntü ve ses birlikteliğinden yola çıkarsak bazen de bu tür sonuçlarla karşılaşabiliyoruz. Sen böyle bir yerde iş üretseydin nasıl bir iş üretirdin?
Senin anlattığın mekânı düşünecek olsaydım hakikaten rüzgarı çığlığa dönüştüren bir heykel yapardım. Ukrayna’da da bir iş yaptım. Ukrayna’daki işimin bitmemiş halini İtalya’daki bir projeye yolladım. Plakalarda kesilmiş halde duruyor. Ukrayna’da savaş çıkmadan bir ay önce oraya gitmiştim. Ben oradayken savaş çıksaydı işi bitiremezdim. İtalya’daki iş, Nazi zamanında bir köyün katledilmesiyle ilgiliydi. Orada yaşayan sanatçıların bir gün daha yaşasa bitirecekleri işleri olacaktı. Bitmemişlik ve bir gün daha yaşamak üzerine düşünmüştüm.
Ses üzerine konuştuğumuz için sessizlik de kendini karşıt olarak çağırıyor. İşin bir de mutlak sessizlik boyutu var. Ben bu konuda uzun süredir hep şöyle düşünüyorum. Sabah saatlerinde mezbahalarda yapılan kıyımdan sonra mutlak bir sessizliğe gömülüyoruz. Bu anlarda böyle bir şey yaşanıyor. Bu anlamda mutlak sessizlik ölümcül bir şey olarak kendini var ediyor. İşlerinde mutlak sessizliği farklı bağlamlarda arama girişimlerin oldu mu?
Benim işlerim birileri dokunmadığı sürece ses çıkarmayan işler. Onlarla temas etmeden sessiz duran işler bunlar. Sen o mezbahayı düşündüğün an ses gelmeye başlıyor. Her sesi duysaydık delirirdik. Ses hayat içinde sürekli var olan ama hangilerini seçip hangilerini dışarıda bıkacağımızı bizim karar vermemizle kendini var eden bir şey.
Bu yıl Ben Başka Bir Sen, Sen Başka Bir Ben temasıyla Artİstanbul Feshane’nin ev sahipliğini üstlendiği 10. Asya-Avrupa Mediations Bienali’ne bir eserinle katılıyorsun. 17 küratör ve 154 sanatçının katıldığı bienal sanatın “arabulucuk” rolünü odağına alırken Tohum adlı eserin bu kavramla nasıl bir bağ kuruyor?
Evet 2008’de Polonya’nın Poznan kentinde sanatçı Profesör Thomasz Wedland ve ekibi tarafından kurulan ve bu yıl 10. düzenlenen Asya-Avrupa Mediations Bienali, Artİstanbul Feshane gerçekleşti. 17 küratör ve 154 sanatçının yer aldığı bienal Beral Madra, Marianne Wagner, Mehmet Lütfi Şen ve Tomasz Wendland gibi önemli küratörlerin davet ettigi sanatçılarla oluşturuldu. Ben de Tohum isimli eserimle katıldım. Çalışmam doğayla bir arabuluculuk sağlıyor. Mikropolitik bir çerçeveden biennale dahil oluyorum. Doğanın kendisinin hatırlatıldığı ve sorunsallaştırlıldığı bir çerçeveden bu kavrama yaklaşıyorum. Paslı bir heykelle katıldım. Oradaki eserden dökülen paslar garip bir şekilde gölgesini yaratmaya ve bulunduğu ortamı kirletmeye de başlıyor. Bir yandan da pas yok olabiliyor. Doğadaki azot miktarını artıran maddelerden bir tanesi pas. Babaannem saksıların içine paslı çivi koyardı. Toprağa zenginlik katsın, toprakta yok olsun ve bitkiler bundan beslensin diye bir amaç güderdi. Babaannemin buradaki amacı gibi bende heykelimin bulunduğu yerdeki toprağı beslesin diye bu şekilde sergileme ihtiyacı duyuyorum. Bir yandan sanatçı sanatıyla konuşurken bir yandan da kişisel hayatımda “Ben başka bir sen, sen başka bir ben”in ne kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Toplumun alt tabakalarında birbirine düşman edilen gruplar arasında bir arabuluculuğa ihtiyaç var. Birçok anlamda artık birbirimizi anlamaz, tanımaz ve dinlemez hale geldik.Herkesin çok azı var ve kimse kimseye kendinden ne bir şey anlatma, kendisinin haklılığı savunma ne de bir başkasının haklılığının yanında durmak gibi bir derdi var. Bu anlamda birbirimiz arasında bir arabuluculuğa ihtiyaç var.
Uzun bir süredir disiplinlerarası anlayış bilimde olduğu gibi sanat alanında da hakim. Tabii bu durum olay ve olgulara farklı perspektiflerden bakmayı sağlarken yeni duyumların oluşmasında önemli oranda bir pay sahibi. Multidisipliner anlayış sanatın ve sanatçının yıkıcı, disiplinsiz hareket etme gücünü büyük bir orada etkiledi. Ama günümüzde giderek artan bir şekilde disiplinlerarası etkileşimden işler üretilmesine rağmen sanatın o gücü zayıfladı. Sen de farklı disiplinlerin bir aradalığını önemseyen birisi olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?
Kendi adıma şunu söylebilirim. Ben hayatım boyunca sanatı kendi hikâyemden yola çıkarak ürettim. Ama bir tarafım da muhalif. Eylemlere katılan, bir başkasının derdine onunla birlikte olarak ses çıkaran biriyim. Bu durumda insan olmakla sanatçı olmayı ayırıyorum. Sanatçı olmak biraz da persona gibi bir şey. Kendinden yola çıkarak dışlaştırdığın bir şey. Sanat olarak da doğayı mikro-politik bir yerden tutmaya oradan bir direniş gösterme çabam var. Beş yıldır sanat üreten bir sanatçıyım. Belki ileride insan olarak durduğum yeri sanatıma dahil edip belki çok özel ve özgün yollar bulup direnişe destek verebilirim.
Bir taraftan da heykellerinde renk olgusu ön plana çıkıyor. Tohumları soyutlamalar yoluyla yeni bir formda işlerken renklere de yer veriyorsun. Nesne, renk ve ses arasında bir uyum gözeterek mi renkleri tercih ediyorsun?
Yüksek lisans tezimde ses, renk ve form üzerine bir araştırma yaptım. Bu birliktelik Antik Yunan’da yedi gezegen, yedi ses ve yedi renk olarak birleştiriliyor ve araştırılıyor. Pisagor’a göre gezegenlerin dünyaya veya güneşe mesafesinin ve kendi etraflarında dönüşlerinin sesleri var. Zaten Antik Yunan’da astronomi, müzik,matemetik, felsefe birbiri ile ilişkili. Bunun renk karşılığına birkaç örnek günümüzde araştırılıyor. Yanlış hatırlamıyorsam günümüzde yapılan bir araştırmaya göre Dünya’ya yakın gezegenler maviyken, uzaklaşan gezegenler kırmızı olarak tespit ediliyor ya da tam tersi. Hatta yine yanlış hatırlamıyorsam günümüzde duyabildiğimiz ses aralığındaki frekansların renk karşılıklarına bakmışlar ve tiz seslerin sarıya, bas seslerin soğuk renkler olan mavi renge karşılık geldiğini bulmuşlar.
Renklerin seslerle bir ilişkisi var ve ben bu birlikteliği sanat tarihinde Kandinsky üzerinden araştırmıştım. Kandinsky sinestezi hastası. Bir takım duyularla bir takım duyuların yerleri değişiyor. Bir sinestezi hastası değilim. Sarı benim için klarnetin en son sesidir gibi bir şeyim yok. Oradaki temel derdim; doğadakine benzer psikolojik çağrışımlara bakmak. Örneğin gökyüzü ve deniz mavisinin doluluk ve boşluk karşılaştırmasındaki yerlerine bakmak ilginç geliyor. Yeşilin tonlarının huzur ve bir olma duygusunu yaratmasını sağaltıcı buluyorum. Kırmızı ve sarının ateş ile olan ilişkisi mesafeli olma duygusuna yol açıyor. Siyah; tıpkı gece gibi örtücü özelliği var. Beyazı çok az kullanırım eğer sinestezi hastası olabilecek bir yönüm varsa beyaz hakkında olur. Çünkü beyaz benim için en zor renk. Sürekli çığlıklar atarak bağıran bir çocuk gibi rahatsız edici. Heykellerimde kullandığım sesler, doğayı gözlemleyerek oluşturduğum formlar, renklerle bir şekilde uyumlu olabiliyor. Bu konudaki araştırmalarıma devam ediyorum.
Songül Girgin, Kabuk, 2019, Metal
Kabuklardan yola çıkarak da birçok eser yaptın. Kabuğu şeylerin özünü gizleyen bir çeper olarak mı görüyorsun? Öz ve biçim karşıtlığında kabuklar sanatına nasıl dahil oluyor?
Kabuk formu heykellerimde çok fazla kullandığım ve araştırdığım bir doğa parçası. İç dış, sıcak soğuk, sert yumuşak gibi ikilikleri araştırdığım bir form. Doğada bu ikilik çokça karşımıza çıkıyor. Bunları araştırırken aynı zamanda insan olarak bizde de fark ettiğim bu ikilik kendimi keşfetmem için de kıymetli. Bir yaranın iyileşme sürecine veya içeriyi dışarıdan koruyan bir dış çepere işaret eden kabuk; lirik ve metaforik bağlamda çok güçlü ve zengin bir çağrışıma sahip. Kabuk formunu ele aldığım işimde kırmızı ve siyah rengine yer vermiştim. Kırmızı vücudun içindeki kan gibi yaşamı ve canlılığı temsil ederken, dış kabuktaki siyah; kurumuş ve artık rengini kaybetmiş bir imgeye işaret ediyor. Bu aslında ölüm ve yaşamın bir arada olduğu bir ikiliği çağrıştırıyor.
Son olarak yakın zamanda hayata geçireceğin sanatsal veya başka projelerden bahsedebilir misin?
Tohumun süreciyle onunla kurduğum bağ ve bağıntıyla ilişkilenmek ve Anadolu’da göçebe toplulukların endemik türlerle kurduğu yakınlığı daha da yakından görebilmek için arkadaşlarımla Tunceli, Hakkari ve Ağrı yörelerinde gerçekleştireceğimiz doğa yürüyüşleri yapmayı planlıyoruz. O yörelerde dolaşan biyolog arkadaşım bana tohumlarla çalışıyorsun gel beraber bir yürüyüş yapalım, senin için de yaratıcı şeyler çıkabilir, belki bu yok olan türleri daha kalıcı hale getirirsin demesiyle tetiklendi. Bunun üzerine başka disiplinlerden; sosyolog, sinemacı, felsefeci, gazeteci, heykeltraş, ressamdan oluşan on kişilik bir ekip bu yürüyüşe katılmak istediler. Hepsinin de farklı yerlerden dokunmak istediği şeyler var. Ermeni olan sosyolog arkadaşım Ermenilerin yoğun olarak bulunduğu o dağlarda dillerinde kalan o sözcükleri araştırmak istiyor. O bitkilerin Ermenilerin dillerinde nasıl yer ettiğini merak etti. Bitkilere ait dillerinde var olan kelimeden yola çıkarak o bitkilerin artık orada olup olmadığı incelemek istedi. Müzisyen olan arkadaşım ağıtlarla ilgilendi. O ağıtların içerisindeki türlerin var olup olmadığını veya yeni bir ağıt yaratılıp yaratılamayacağını düşündü. Yürüme yolunu hologramlaştırıp o türleri gösterebilir miyim ya da yaratabilir miyim üzerine düşündüm. Bir yandan da yürümenin psikolojimizde, benliğimizde nasıl yerlere sahip olduğunu merak ettim. Hiç bilmediğimiz dağlarda on kişi beraber yürüyünce ne olacağının hayalini kurdum. Bunu bir projeye dönüştürerek önümüzdeki yıl bu amacımızı gerçekleştirmek istiyoruz.
Comments